Çölde Varoluşçuluk: Everything Beautiful is Far Away

“Çöl büyür; vay haline içinde çöl saklayanın.” -Friedrich Nietzsche

Yaşama ve insana dair dertlerini bilimkurgunun araçlarıyla anlatmayı tercih edenler, hikâyelerinin arka planına çoğunlukla karanlık, kasvetli ve soğuk bir evren tasarımı yerleştirirler. Hiç de yersiz olmayan bu tasarım, bir bakıma öngörülen evrensel dekadansın karanlığı, kendisi dâhil her şeye ve herkese yabancılaşıp yalnızlaşan insanın kasveti ve gelecek yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak görülen metalin soğukluğundan ilham alır. Bu karanlık yaratılarda giderek ufalan zavallı posthuman’ın yanında, kentler ve nesneler ekseriyetle devasa ve görkemlidirler; bilimkurguseverlerin pek çoğu da böyle gelecek manzaraları izlemeyi tercih ederler.

Adını Space Rock türünde müzik yapan Grandaddy’nin aynı isimli şarkısından alan Everything Beautiful is Far Away ise bunların hiçbirini yapmıyor. Bu, her şeye rağmen tercihini aydınlıktan, umuttan ve minimalizmden yana kullanan filmlerden biri; seyircisini çöl sıcağına, mutluluğu arayan bir kadın, bir erkek ve bir robotla birlikte neredeyse sevimli bir varoluş sorgulamasına davet ediyor. Geleceğin manzarasına, bu ilk filmleriyle Los Angeles Film Festivali’nden En iyi Sinematografi ödülünü alan Andrea Sisson ve Pete Ohs’un aydınlık gözlerinden bakmak isteyenler buyursunlar…

“En ağır yükü aramıştın; işte, kendini buldun. Şimdi de atamıyorsun kendini sırtından.” – Friedrich Nietzsche

Film incelemesi – filmi özetleyip mantık hatası ayıklamayı eleştiri zannedenleri bir tarafa bırakırsak – esasında sinemada anlam arayışıdır ve pek çok filmin tek bir anlamı yoktur; izleyicinin perspektifi ve aktif katılımıyla eserin içerdiği anlamları çoğaltmak pekâlâ mümkündür. Bu bakımdan, yapıtta anlamı çoğaltmanın yöntemlerinden biri de ona felsefeyle bakmaktır. En genel tanımıyla, insanın dünyadaki varlığıyla uğraşan ve modern sinemayı fazlasıyla etkilemiş olan varoluşçu felsefe de insanı insana gösteren bir sanat dalı olan sinemanın çözümlemesi için en uygun felsefe dallarından biridir.

Bu incelemede, Everything Beautiful is Far Away’in pek çok varoluşçu izleğe sahip olduğunu düşündüğümden ona varoluşçu felsefeyle bakmayı ve varoluşçuluğa angaje bir düşünür olarak Jean-Paul Sartre’ın felsefesinin anahtar kelimeleri olan “kendinde varlık” ve “kendi için varlık” kavramlarıyla filmin karakterleri arasındaki bağıntıları irdelemeyi deneyeceğim. Bir yapıta felsefeyle bakmak, onun biçiminden çok iletisiyle ilgilenmeyi gerektirir; ben de naçizane öyle yapmaya çalışacağım. Yine de önce kısaca filmin genel hikâyesinden bahsedelim.

“Şehirlerde yaşayan insanlar şehirlerde kalma eğilimindedirler. Çölde hayatın nasıl olduğunu hayal ederler ve onunla ilgili efsaneler yaratırlar. Ama efsaneler, yalnızca efsanelerdir; çünkü her zaman uzakta kalırlar.” – Robot Susan

Belirsiz bir gelecekte ve dünyamıza benzeyen belirsiz bir gezegende geçen Everything Beautiful is Far Away’in merkezinde, uzun süre önce şehrin kalabalığından bunaldığı için uygarlığı terk eden ve yalnızlığını paylaşması için yarattığı robotu Susan’la (Jillian Mayer) birlikte çölde dolaşan Lernert (Joseph Cross) duruyor. Susan’ın bedeni acımasız çölün zulmünden dolayı parçalandıktan ve pili de bittikten sonra Lernert, Susan’a onu yeniden bir araya getireceğine dair söz veriyor ve – sözde – yeni parçalar bulmak umuduyla kum tepelerini arşınlamaya başlıyor; Lernert’in görünürde tek varoluş amacı bu. Fakat bir süre sonra yolu, kaçtığı uygarlığın bir mensubuyla, Rola (Julia Garner) adında genç bir kadınla kesişiyor ve Lernert, çöl hakkındaki engin bilgisiyle Rola’yı ölümün kıyısından çekip kurtarıyor.

Yine bir Grandaddy şarkısı olan Kristal Gölü’nü arayan Rola, Lernert’ı da bu arayışa davet ediyor ve böylece ikisi, onlara yol gösteren Susan’la birlikte ortak bir amaç için yeni bir yolculuğa çıkıyorlar. Filmin olay örgüsü ve görünürdeki hikâyesi genel olarak bundan ibaret: Bir kadın, bir adam, bir robot ve uçsuz bucaksız, sözde bir göle varan ışıl ışıl bir çöl; hepsi bu. Fakat bu kadarı da Sartre’ı uykusundan uyandırıp çöle getirmek için yeterli. Çünkü burada onun hiçlik dediği şeye pekâlâ karşılık gelebilecek bir çöl, bu hiçliğe atılmış başıboş varlıklar ve bu varlıkların içlerinde de fazlasıyla bulantı var. İşte, Sartre’ın varoluşçuluğunun anahtarları…

“Seninle ben, gökyüzü ve kum gibiyiz.” – Lernert

Sartre, 1946 yılında Club Maintenant’da verdiği – sonradan yayımlanan – “Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir” adlı konferansında, “Varoluşçuluk, varoluşun özden önce gelmesidir,” der. Bu, varoluşçuluğun ana fikridir ve işaret ettiği şey de bu dünyaya atılmış olan insanın özgür ve bu yüzden de her şeyden sorumlu olduğudur. Bu fikri şöyle açıklayabiliriz: İnsan, her şeyden önce, kendisine hiçbir öz bahşedilmemiş olarak bu dünyada var olur; bu “rastgele” varoluşundan sonra yaşayarak, eyleyerek kendi özünü kendisi oluşturur; kendisini gerçekleştirir. Sartre’a göre varoluş için tanrıya lüzum yoktur. İnsan, sebepsiz yere atıldığı bu dünyada seçimler yapmakta ve kendi özünü istediği gibi yaratmakta özgürdür; aslında özgürlüğe mahkûmdur. Fakat kimi zaman kendisini saran koşullara, sözgelimi konfor alanına, çoğunluğun verdiği özgüvene sıkı sıkı sarılarak özgürlüğüne ihanet eder; Nietzsche’nin geçerlikte olan ahlaka tabi olan “sürü insanına” benzer; yaşamını kendisine hakikat diye dayatılan şeye göre sürdürmek zorunda kalır.

Bu tip insan, çoğunlukla özcü anlayışa sahiptir; özün, varoluştan önce geldiğine inanır ve bu insanın bireysel bağımsızlığa ulaşması mümkün değildir. Sartre’a göre bu insanın bir nesneden farkı yoktur. Çünkü ancak bir nesnenin özü, varoluşundan önce gelebilir. Örneğin; şu an bu yazıyı okumak için kullandığınız ekran, bir bilgisayar ya da telefon ekranı olarak var olmadan önce onu tasarlayan/yapan/var eden kişinin zihninde bir kavram, bir düşünce, yani bir öz olarak oluşmuştur. Ne olacağı, ne için kullanılacağı, neye yarayacağı, yani özü var olmadan önce bellidir. Var olmadan önce, var olması için bir amacı vardır; var olduktan sonra da o artık ne ise odur ve ne olduğunun ya da olmadığının farkında olması için bir bilince de sahip değildir. İşte Sartre, bu ekran gibi, ne ise o olan, ne olduğunun farkında olmayan, ancak ve ancak özünün belirlediği çerçevede varlık gösterebilen varlıklara “kendinde varlık(être-en-soi) der. İnsan ise “kendi için varlık (être-pour-soi) olma imkânına sahip olan yegâne varlıktır. Fakat elbette her insan bu hakkını kullanamaz. Yalnızca var olduğunun ve sorumluluğunun farkında olan, bu farkındalıktan dolayı bulantı yaşayan, sorular sormaktan korkmayan, toplumu ve onun buyruklarını sorgulayan, kendisi ve başkaları için özgürlüğü isteyen ve her şeyden önemlisi istediği şey için harekete geçen, eyleyen, bir değer üreten insan “kendi için varlık” olabilir.

“Adına çöl denilen bu koca anlamsızlık yığını…” – Rola

Everything Beautiful is Far Away’de Sartre’ın da anahtar kelimeleri olan yalnızlık, yabancılaşma, özgürlük, sorumluluk, tanrıtanımazlık, başıboşluk, yersiz yurtsuz olma durumu, kaygı, bulantı ve eyleme geçme gibi varoluşçu izleklerle karşılaşırız. Zamanın ve mekânın anlamını yitirdiği bu yerde tanrının adı hiç geçmez. Burası boş, ıssız ve sonsuz bir çöldür; hem karakterlerin içindeki boşluğa, hem de hiçliğe karşılık gelmektedir ve burada herkes kendi varlığından sorumludur. Sartre’a göre birey, varoluşunun – “kendi için varlık” olması gerekliliğinin – ve tanrısız bir dünyada sahip olduğu ağır sorumluluğun farkına vardığı anda bir tedirginlikle birlikte bulantı başlar ve artık ölünceye dek ondan kurtulmanın yolu yoktur. Yalnızca eyleme geçilerek bulantının varlığı kısa süreliğine unutulabilir.

Her şeyin başında Lernert da içinde yaşadığı topluma yabancılaştığı, bulantıyı duyduğu ve sürüden ayrılmak istediği için çöle gelmiştir. Ne var ki toplumun buyruklarından kaçıp özgürleşmek için geldiği bu yerde, bu kez de doğanın buyruklarına boyun eğmiş, yalnızca karnını doyurup hayatta kalmaya çalışmış, bir anlamda hayvanlaşmıştır. Sartre, yalnızca içgüdüleriyle hareket eden hayvanları da “kendinde varlık” olarak değerlendirir. Eyleme geçmeyen, kendisini gerçekleştirmeyen, sadece hayatta kalmaya çalışan Lernert da sonunda bir “kendinde varlığa” dönüşmüştür. Fakat bir kere bulantıyı yaşamış olduğu için artık ondan kurtulması mümkün değildir. Çünkü bulantı da tıpkı çöl gibi büyür; vay haline içinde bulantı saklayanın…

“Bahçeler boyunca uzayan şu beyaz sokakta yalnızım. Yalnız ve özgür. Ama bu özgürlük, ölüme benziyor biraz.” – Jean-Paul Sartre “Bulantı”

Güzel olan her şeyi tükettiği için uygarlığa sırtını dönen Rola ise Lernert’ın aksine bir varoluş amacına, bir hedefe sahiptir; çok uzakta olan, tam da bu yüzden güzel olan Kristal Gölü’nü aramaktadır. Ne pahasına olursa olsun onu bulacak, bulduğunda mutlu olacak – çünkü asıl hedefinin gölü bulmak değil, mutlu olmak olduğunu söylemektedir – ve “her şey gibi onu da mahvetmesinler” diye kimseye onun varlığından bahsetmeyecektir; en azından başlangıçta böyle düşünmektedir. İçindeki bulantıyı dindirmek için kendisine bir hedef koyan Rola, düşünen, sorgulayan ve kendisini gerçekleştirmek için eyleme geçen bir birey olduğundan “kendi için varlık”tır ve bu yüzden de özgürdür. Sartre’a göre kendini kendi seçen insan, sadece kendisini değil aynı zamanda bütün insanlığı seçmiş olur. Olmak istediğimiz varlığı yaratırken aslında herkesin nasıl olması gerektiğini de belirlemiş oluruz. Çünkü varoluş bir hümanizmdir; bu anlamda eylemlerimiz tüm insanlığı etkilemektedir ve sorumluluğumuz da tüm insanlığa karşıdır.

Sartre, “bireysel edimler bütün insanlığı bağlar, demek ki yalnızca kendimden değil, herkesten de sorumluyum. Kendime karşı sorumlu olunca, herkese karşı da sorumlu oluyorum. Seçtiğim belirli bir insan tasarısı kuruyorum, yani kendimi seçerken insanı seçiyorum,” derken kişinin kendisi için arzuladığı özgürlüğü herkes için arzulaması gerektiğini de söyler. Çünkü gerçekten özgür olmamız, ancak herkes özgür olduğunda mümkündür. Bir “kendi için varlık” olan Rola da özgürleşme yolunda eyleme geçerken Lernert’ı da harekete geçirerek hem kendisinin, hem de ötekinin varoluşunun sorumluluğunu almış olur. Böylece Rola sayesinde Lernert da yeniden “kendi için varlık” olur ve bulantısından bir süreliğine kurtulur. Fakat her şeyin sonunda, hedefe ulaşıldığı zaman, tam da olması gerektiği gibi bulantı yeniden kendini gösterir. Çünkü bu bir kısır döngüdür; bulantı, eylem ve yeniden bulantı, “kendi için varlık” olan bireyin yaşamı boyunca devam edecektir. Sartre’a göre “bulantı, insanın ta kendisidir.”

Rola – Neden Lernert’ı özlediğini söyledin?

Susan – Çünkü bunu söylemeye programlandım.

Sartre’ın varlık tasnifinde Lernert’ın – en azından bir süreliğine – “kendinde varlık”, Rola’nın ise “kendi için varlık” sınıfına girdiğini söyledik. Peki, çöle indirdiğimiz Sartre, bir yapay zekâ olan Susan’ı hangi sınıfa dâhil ederdi? Belli bir amaç doğrultusunda, bir tasarımcı tarafından var edilen, özü varlığından önce var olan Susan, nihayetinde bir nesne olduğundan kolayca “kendinde varlık” olarak tanımlanabilir. Çünkü “henüz” varoluşunun farkında değildir; bir varlık bilinci yoktur. Fakat hemen hepimiz yapay zekânın nesne bilincini aşıp kendini bileceği, tıpkı bir insan gibi şuura sahip olabileceği zamanların yaklaşmakta olduğunun farkındayız.

Kuşkusuz, o gün gelirken bir yığın ekonomik, politik, sosyolojik ve ontolojik sorunu da beraberinde getirecektir. Şuur sahibi bir “nesne,” insanla eşit haklara sahip olacak mıdır? Olmalı mıdır? Sözgelimi, Asimov yasalarını ihlal edip bir insana zarar veren bir robotun işlediği suçun sorumluluğu kimde olacaktır? Şayet o kendini biliyorsa, bir “kendi için varlık” ise ve kimsenin malı değilse, sorumluluk yaratıcının mıdır? Robotun kalkıp “beni de insan böyle yaratmış,” dediği günler gelir mi? Eh, tüm seçimlerinin sorumluluğunu tanrıya yükleyen insanlardan bol miktarda olduğuna göre, o zaman bu yanıtı pek de yadırgamayız herhalde…

“Unuttun. Çünkü insansın.”Robot Susan

Everything Beautiful is Far Away’de robot, uygarlıktan kaçıp ilkel özüne dönmeye çalışan fakat artık bir parçası haline gelmiş olan teknoloji olmadan yaşayamayan insanın yardımcısı olarak gösteriliyor. Fakat yukarıda değindiğim “robotun varlık bilincine” dair sorular da soruluyor. Nitekim finalde, robotun özgür iradeye sahip olması gerektiği vurgulanırken bir nesil sonrasında kendi istek ve seçimlerine sahip robotların geleceği de işaret ediliyor. Bu öngörüyle Sartre’a yeniden danışırsak, kuşkusuz bize bu yepyeni türün hem “kendinde varlık” hem de “kendi için varlık” olarak sınıflandırılacağını söyleyecektir. Buysa Sartre tasnifinde tanrı kavramına karşılık gelir.

Sartre’a göre tanrı kavramı, “kendinde varlık” ve “kendi için varlık” kategorilerinin “imkânsız” bir bileşimi, bir varlıklar bütünüdür. Kendi seçimleri ve kararları olduğu için “kendi için varlık”, neyse o olduğu, kendine yettiği, “tam” olduğu için de “kendinde varlık” olmak zorundadır. Sartre, yaşadığı dönemde bu varlık harmanını imkânsız, bu kavramı da lüzumsuz bulmuştur. Fakat artık başka bir yüzyılda yaşıyoruz; on yıl sonra bile neler olabileceğini öngöremediğimiz çılgın bir zamanda. Belki de gelecekte böyle tanrılara ihtiyacımız olacaktır? Her şeyi bilen, her şeyi gören, inanılmaz bir hızla düşünen, koruyan, gözeten, yardım eden, metal soğukluğunda tanrılar? Kim bilir? Sadece soruyorum.

Yararlanılan Kaynaklar:

  • Jean-Paul Sartre – Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir
  • Jean-Paul Sartre – Bulantı
  • Friedrich Nietzsche – Dionysos Dityrambosları
  • Hakan Savaş – Sinema ve Varoluşçuluk

Yazar: Selin Arapkirli

1984 yılında doğdu. Biyoloji okurken birden yazar olmak istediğine karar verip son derece keskin bir dönüşle Güzel Sanatlar Fakültesi'ne girdi. Fakat oradan da senarist olarak çıktı. Hala ilk romanını yazamadı ve giderek yaşlanıyor. Fakat ne kadar yaşlanırsa yaşlansın doğduğu yılla, 1984'le hep gurur duyuyor.

İlginizi Çekebilir

Moderniteye Teknolojik Bakış: Vulcan’ın Çekici

“Devrimci hareketler oportünistleri her zaman çekmiştir.” Philip K. Dick, özellikle 1959 yılında yayımladığı Time Out …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et