Bilimkurgu sineması, Georges Meiles (Le Voyage Dans La Lune – 1902) ve Fristz Lang (Metropolis – 1927) gibi ustalarından sonra günümüze kadar hayli gelişti. Bilimkurgu sineması için gelişim yalnızca teknik anlamda değil, 2001: A Space Odyssey (1968), Solaris (1972) ve yakın zamanda izlediğimiz Arrival (2016) ile sanatsal ve felsefi anlamda da olmuştur. Bilimkurgu halen burun kıvrılan bir tür. Aksiyon sineması ile aynı kefede tutulması son derece yanlış bir tespittir. Öncelikli amacı geleceğe yönelik öngörüler olan bu türde işin aksiyon kısmı ikici plandadır.
Bilimkurgu sinemasında sıra dışı ve orijinal örneklerle de karşılaşabiliyoruz. Orijinal, tabulara cesaretle yaklaşan ve benzer örneği olan konulara farklı açılardan yaklaşabilen eserlerin daha fazla üretilmesi türün gelişmesi açısından önemlidir; fakat yapım mükemmel olmasa da bazen içeriğindeki özgün bir fikir kimi eserleri izlenebilir kılabiliyor. Sinema tarihinde farklılık arz etmiş yapımları tek bir yazıda konuk etmek mümkün olmasa da geçmiş ve yakın tarihli popüler yapımlardan birkaçını ele alalım.
Plan 9 From Outer Space (Uzaylıların 9 numaralı Planı / 1959 )
Edward D. Wood Jr. sinema tarihinin belki de en iyi “kötü” yönetmeni. Bu eseri ise onun en bilinen ve kimi festivallere defalarca konuk olan iyi bir kötü film örneği. Bir nevi “Dünyayı Kurtaran Adam” sendromu. Gerçekleştirdiği birbirinden absürt filmlerle adını duyuran Wood Jr., aynı zamanda yapımlarında sergilemeye çalıştığı ciddi olma çabası da ayrı bir absürtlüktür. Özel yaşamında kadın elbiseleriyle dolaşmaktan hoşlanan bu ilginç kişilik, popülerliğini öldükten yıllar sonra sinefiller sayesinde yakalandı.
Plan 9 From Outher Space, kötü oyunculukları, ucuz efektleri ve saçma konusuyla ilginç bir çekiciliğe sahip. Kötü uzaylılar, dâhiyane bir fikirle, Dünya’yı ele geçirmek için dirilttikleri ölüleri kullanmak isterler. Birbirinden kopuk gözüken kurgusu ve planlarıyla takip edilmesi zor bir seyirlik. Kurbanların, üzerlerine doğru yavaşça gelen yaşayan ölülerden kaçmayıp adeta donup kalmaları ayrı bir eğlence vaat ediyor. Oltanın ucuna takılmış gibi durup sallandırılan UFO’ları izlerken ne düşüneceğimizi bilemiyoruz. Yapımın, açılış ve kapanış sahnesinde yer alan, tuhaf bir saç sekline ve kibirli bir ses tonuna sahip anlatıcı görülmeye değer. Yapım, sinema tarihinin en iyi kötü filmlerinden biri olarak keşfedilmesi gerekenlerden. Tim Burton, bu tuhaf yönetmenin hikâyesini anlattığı Ed Wood (1994) ile onun daha da geniş kitlelerce tanınmasını sağlamıştı. John Deep başarılı bir Ed Wood performansı ortaya koymuştu.
Planet Of The Apes (Maymunlar Cehennemi / 1968)
Bilimkurgu filmlerinin içinde Planet Of The Apes gerçek bir mihenk taşı. Tim Burton yönetimindeki 2001 tarihli yeniden çevrim başarı gösteremese de 2011 tarihli Rise Of The Planet Of The Apes belli bir başarıya ulaşmayı başardı. Eserin en büyük başarısı, varoluşsal ve felsefi soruları öyküde çok fazla ön plana çıkarmadan, karakter odaklı bir yol izlemesi. Yapım, ünlü unutulmaz final sahnesiyle zaten gerekli olan felsefi mesajını vermeyi başarıyor.
Evrim konusunu farklı bir bakış açısıyda ele alan yapım, hikâyesini post apokaliptik bir dünyada sunuyor. Yaşanan bir felaket sonucunda zamanla zekileşen maymunlar, gelecekte kendi medeniyetlerini kurar. İnsanlar, medeni anlamda hayvanlarla yer değiştirir bir konuma gelmiştir. Doğanın bir nevi intikamı diyebileceğimiz bu durumda, çevreci mesajlar fark ediliyor. Yaşadığı gezegenin tüm kaynaklarını tüketmiş olan insan, gerçekten yaşadığı gezegeni hak etmekte midir? Astronot George Taylor (Charlton Heston) final sahnesinde, kumsala adeta saplanmış halde duran, özgürlük heykelini gördüğünde dehşete düşer; gördüğü manzara karşısında da Tanrı’ya lanet okur . Tanrı’ya, insanı yarattığı için lanet okumuştur adeta. Final sahnesi yüzünden yapım muhafazakar kesim tarafından epey tepki çekmişti. Başarılı makyaj çalışması, yönetimi ve öngörüleriyle Planet Of The Apes gerçek bir başyapıt. Sinemada geçmişten geleceğe kalacak en büyük miraslardan.
Eraserhead (Silgi Kafa / 1977)
Eraserhead, David Lynch’in ilk uzun metrajlı yapımı olmasının yanında aynı zamanda “David Lynch” sinemasının tüm karakteristiklerinin oluştuğu karanlık bir eserdir. Sahne perdesi, kapalı kutu, imgeler gibi. takıntılarını bu ilk yapımında bulabiliriz. daha ilk filmi ile Lynch’in iç dünyasına çıkmamacasına giren bizler, The Elephant Man (1980), Blue Velvet (1986) ve Lost Highway (1997) ile bu karanlık yolculuğumuzu sürdürdük.
David Lynch, yapımın başında ana karakterini göğe yükselir vaziyette ve arka planda gezegenimsi bir cismi gösterir. Karakterin, gezegenin içine spermlerin rahme girişi gibi bir yol izlemesine şahit olurken, başka bir planda sıra dışı bir doğum anını görürüz. Doğumun gerçekleşmesi sahnesi ile birlikte ana karakter, rahmin ağzından çıkar gibi, gezegenin içinden ışığa doğru çıkar. Bu esnada gezegenin içinde oturur vaziyette olan ve önünde tüfek biçimli kolları çekmeye hazır durumdaa birini görürüz. Gösterileni gezegen, karakterin iç dünyasını ve oturur vaziyetteki kişi onun kontrolcü bilinçaltını simgeler. Yapımdaki her bir karakter, ana karakter olan Henry’in karanlık tarafının vücut bulmuş halidir. Lynch’in karakteri adeta kendi bilinçaltının kuklası olmuştur. Zaman ve mekânla ilgili en ufak detay vermeyen yapım, izlemesi kimi zaman zorlu ama David Lynch sinemasını en temelden tanıma açısından eşsiz bir eser. Eraserhead sinemanın sınırlarını zorlayan ender yapımlardan birisi.
Flatliners (Çizgi Ötesi / 1990)
İnişli çıkışlı bir kariyere sahip olan Joel Schumacher, Flatliners ile sansasyonel bir işe imza atmıştı. Ölüm anında ne görüldüğünü konu alan yapım hayli muhafazakâr bir tablo da çizmekteydi. O dönemdeki tüm popüler olmuş genç oyuncuları bünyesinde taşıyan yapım halen ilgi çekiciliğini koruyor. Yapımın en büyük mesajı ise “yaptığınız kötülükler bir gün mutlaka size geri döner” sözüdür.
Bir gurup hevesli tıp öğrencisinin ölümden sonra ne olduğunu çözmek için kendilerini kobay olarak kullandıkları yapımda, geçmişte yaptıkları kötülüklerin deney sonrası peşlerini bırakmayışını görüyoruz. Ölüm anındaki görüntüleri stilize bir anlatımla sunan Schumacher, gerilim yaratmada da başarılı. Yapımda en dikkat çekici isimi başarılı oyunculuğuyla Kiefer Sutherland oluşturuyor. Yönetmen, dinsel açılımlara pek fazla bulaşmadan işin yalnızca ahlak tarafıyla ilgileniyor. 90’lar sinemasının ilk örneklerinden olan yapım akıcı anlatımı, görselliği ve genç kadrosuyla ilgiyi hak ediyor. Şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş yapımlardan biri olan bu eser, 90’lar sinemasının şekillenmesindeki payı bakımından önemli. Kendi türünün iyi örneklerinden.
I Am Legend (Ben Efsaneyim / 2007)
Richard matheson’un 50’li yıllarda yazmış olduğu romanı I Am Legend, kıyamet sonrası bir dünyada hayatta kalan son insanın dramını insani bir bakış açısıyla anlatmasıyla kısa sürede türün klasikleri arasına girdi. Yönetmen Francis Lawrence, romanın sinemadaki bu son uyarlamasında özel efektlerin hikâyeye hizmet etmesi için uğraşıyor ve kitaptaki gibi aynı insani bakışın peşine düşüyor. Will Smith’in canlandırdığı bilim adamı Robert Neville karakteri, kontrol altına alınamayan ölümcül ve bulaşıcı bir virüs sonucu belki de dünyada hayatta kalan tek insandır. Nedenini bilemediği bağışıklığı yüzünden kendisi bu virüsten etkilenmez. Virüsün etkisine girip, değişim geçirmiş olan insanlık, vampir davranışları sergileyip, gündüz dışarı çıkamamakta ve yalnızca geceleri bastırılamayan açlık duygusuyla dışarı çıkmaktadır.
Umudunu yitirmemiş, gündüzleri dışarı çıkıp normal yaşantısını sürdürmeye çalışan ve her gün tekrar ettirdiği radyo anonslarıyla başkalarını bulma arayışına devam eden Robert Neville karakteriyle Will Smith adeta döktürmüş. Tek dostu köpeği olan bu bilim adamının her geçen gün bozulan psikolojisini yansıtmakta Smith olukça başarılı. Yapıma kendi damgasını vurmayı başaran Francis Lawrence, birden çok unutulmaz anlara sahip eseriyle hem izleyiciyi yüreğinden vuruyor hem de dünyanın geleceği hakkında kendi kendimizi sorgulatmayı başarıyor. Serbest bir uyarlaması olan eserin eksi noktalarından bahsedersek, vampir-zombi benzeri varlıkların dijital modellemelerinde sıkıntılar söz konusu. Anna (Alice Braga) karakterinin ortaya çıkışıyla birlikte hikaye bocalamaya başlıyor. Gösterime girdiğinde beğeni anlamında izleyicileri ikiye bölmesi, eserin belki de en dikkat çekici özelliği.
Sunshine (Gün Işığı / 2007)
İngiliz sinemasını marjinal yönetmenlerinden Danny Boyle, Sunshine ile başarılı sayılabilecek bir iş ortaya koydu. Başarısına rağmen tipik Boyle sinemasının izlerini en az yansıtan film, 2057 yılında yok olmak üzere olan güneşe gönderilen sekiz kişilik ekibin öyküsü anlatılıyor. Güneşin tekrar eski enerjisini kazandırmak üzere yapılan bu yolculukta beklenileceği üzere türlü aksilikler ile karşılaşılır. Farklı ırklardan oluşan ekipte zaman içinde çıkan anlaşmazlıklar da kaçınılmaz olacaktır.
Danny Boyle, Dünya’nın kurtarılmasını konu alan öyküsüyle klasik olabilecek bir işe imza atmasa da özenli yönetimi ve görselliği ile dikkat çekiyor. Önceki ve şimdiki yapımlarında kullandığı hızlı kurgu ve zamanla oynadığı anlara bu eserinde yer vermiyor. Event Horizon (1997) ve Mission to Mars (2000) gibi örneklerde gördüğümüz kimi benzer anları içermesi açısından Sunshine, bu yapımlardan tek bir noktada farklı olmayı başarabiliyor. Dünya’yı kurtarmak için ekibin, güneşin içine patlamalara neden olacak materyalleri bırakmaları gerekmektedir. Bu tür kurtarma ve kurtarılma öykülerinde, deliren personel, gemide çıkan teknik arıza ve keşfedilen şey neticesinde onlara musallat olan varlık, sıkı bilimkurgu izleyicilerinin daha öne defalarca gördüğü olaylar. Fakat güneşin içine olan yolculuğu konu alması esere belli bir orijinallik katmayı başarıyor.
Blindness (Körlük / 2008)
Belleklere City Of God (2002) ile kalıcı bir yer etmiş olan Fernando Meirelles, bu yapımında türler arasında gidip geliyor. Birden sebepsiz yere küresel anlamda körlük yaşayan insanlığın dramının anlatıldığı hikâyede, hapishane filmlerinde görmeye alışık olduğumuz anlatım ve görsellik hâkim. Dostluk ilişkisi, kaçış ve hayatta kalma durumu yapımın omurgasını oluşturmuş.
Meirelles, büyük oranda insanlığın karanlık tarafına vurgu yapıyor. Çoğunluğu kör olan insanların tutulduğu hapishane benzeri bir ortamda geçen öyküde, günümüz dünyasında yaşanan kimi politik ve finans benzeri ilişkilerde yaşanan durumları bu ortama indirgiyor. Yaşanan kitlesel körlükle birlikte çöken siyasi otorite, yerini anarşiye bırakıyor. Beyaz renk paletlerinin hâkim olduğu yapımda beyaz, karanlığı simgeliyor.28 Days Later’ın kaotik ortamını referans alan yapımda, koşulların insanı canavarlaştırıp kimi zaman da nasıl duyarsızlaştırdığını görüyoruz. Meirelles, hikâyesinde felsefi ve siyasi okumalara fazla değinmeden, olayları kör olmayan tek karakterin gözünden bize aktarıyor. Bilimkurgu türü adına çok kalıcı bir iş olmasa da orjinal bir konuya sahip olması ile ilgiyle izlenebilen bir yapım.
Monsters (İstila / 2010)
Monsters, benzer örneklerini gördüğümüz düşük bütçeli bir uzaylı istilası filmi. Fakat düşük bütçesini avantaja çevirmeyi başarmış bir “Indie” film. Yönetmen Gareth Edwards, doğru bir tercihle belgesel anlatım dilini tercih ederek, bizleri olayların içine çekebilmiş. Basit öyküsünü yol hikâyesine dönüştürerek alt metinlerini de art arda sıralamış.
NASA’nın uzay aracının Meksika’ya düşmesiyle birlikte bölge, dünya dışı bir virüsün etkisi altına girer. Edwards, asıl canavarın Amerika ya da gelişmiş toplumların kendisi olduğunu söylüyor. Güçlü devletlerin, kendilerinden daha fakir devletleri adeta birer tehdit ve canavar olarak görüp onları kontrol etmeye çalışmaları sonucunda, kendilerine nasıl düşman kazandıklarına değiniyor.Hikayenin sonlarında uzaylıların çok da kötü niyetli olmadıkları, yalnızca kendilerini korumaya çalışan varlıklar olduğu anlaşılacaktır. District 9’da olduğu gibi yapımda, uzaylılar da bir soykırıma karşı bir savaş halindedir. The War Of The Worlds gibi yapımlardan daha alternatif bir noktada duran yapım, canavarları (alt sınıf) yüceltip, modern toplumu eleştiriyor. Edwars, devletinin çıkarları uğruna Meksikalıların fakirleştirilmesine vurgu yapıyor. Yapım, düşük bütçesine rağmen, birçok benzer büyük yapımdan çok daha oturaklı bir duruş sergiliyor.