Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve’ün Türkiye’de Geliş adıyla gösterime giren filmi Arrival, geleneksel olanın dışına çıkarak dilbilimci bir karakter üzerinden dil ve düşünce ilişkisini inceleyen belki de ilk ve tek film.
Filmin başlangıcında baş karakter dilbilimci Dr. Louise Banks aniden dünyanın 12 noktasında beliren dünya dışı gemilerdeki yaratıkların dilini çözmek için göreve çağrılır. Louise’den istenen gemide bulunan ve dünyalıların “yedi ayaklı” anlamına gelen heptapod olarak adlandırdıkları canlıların dilini çözmesidir. Albay Weber başlangıçta Louise’e heptapodların çıkardığı sesleri dinleterek dillerini çözmesini istese de, Louise daha işin başında bu sesleri çözüp anlamlandırarak iletişim kurmanın çıkmaz bir yol olacağını anlar ve bunun yerine yazı yoluyla anlaşmayı denemeye karar verir. Böylece Louis heptapodlara İngilizce yazarken, heptapodlar da kendi dillerinde yazarak cevap verirler.
Heptapodların kullandıkları ve logogram (Yun: logos = sözcük ve gramma = harf) olarak anılan karmaşık yazı sembolleri bizlerin alışık olduğu doğrusal ve zaman belirten cümle yapısının aksine doğrusal değil, dairesel bir zamanı ifade etmektedir. Ayrıntıda farklılık gösteren bu daireler aslında heptapod zihinlerindeki dairesel zaman algısının bir yansımasını oluşturmaktadır. Dillerinde bir zaman belirteci yoktur ve cümlenin başı ile sonu aynı anda var olur. Louise’in de onlarla iletişim kurarken yavaş yavaş anlamaya başladığı gibi, bu uzaylı yaratıklar için geçmiş ve gelecek duygusu iç içe geçmiştir. Bu bize oldukça yabancı bir düşünce olsa da, ünlü bilimkurgu yazarı ve fizikçi Arthur C. Clarke’ın da ifade ettiği gibi, bazı denklemlerde zaman doğrusal değil, dairesel olarak görünmektedir ve doğrusal zaman algısı belki de yalnızca insanların kısa ömürleri boyunca zamanı algılayış biçimidir. Varış/Arrival filminin kurgusu da aslında filmdeki bu dairesel zaman algısını yansıtır biçimde filmin sonunun başlangıcı ile birleştiği dairesel tasarımıyla dikkati çekiyor.
Filmde yer yer dilin insan iletişimindeki rolüne olan değinmeler oldukça başarılı. Filmin başında Albay Weber, Louise’e görevi teklif etmeye geldiğinde bu görev için diğer adayın da Louise’in tanıdığı bir başka dilbilimci olduğundan söz eder. Bunun üzerine Louise, Albay Weber’e diğer meslektaşına Sanskritçe savaş sözcüğünü ve anlamını sorması ister. Albay Weber geri döndüğünde Louise’e meslektaşına göre Sanskritçe savaş sözcüğünün gavisti olduğunu ve “anlaşmazlık” anlamına geldiğini söyleyerek kendi yorumunu sorar. Louise sözcüğü “daha fazla inek elde etme isteği” olarak tercüme eder. Yorumdaki bu farklılık meslektaşının aksine Louise’in dili içinde geliştiği kültüre bağlı olarak kökeniyle birlikte derinlemesine değerlendirdiğinin bir göstergesidir ve bu yaklaşımı filmin ilerleyen bölümlerinde de kendisine yardımcı olacaktır. Nitekim Louise dünya dışı varlıkların dilini öğrendikçe kendisinin de zamanı kavrayış ve yaşamı algılayış biçimi tamamen değişime uğrar.
Filmde heptapodların dünyaya bıraktıkları “silah” aslında bizim zaman algımızın ötesinde geleceğe yönelik bir içgörü sağlayan kendi dilleridir. Bu kavram büyük ölçüde Sapir-Whorf hipotezi olarak bilinen ve dilin düşünce ve algı biçimini etkilediğini öne süre varsayıma dayanmaktadır. 1950’lerde Sapir ve Whorf’un çalışmalarına dayanılarak ortaya konan ve dilbilim dünyasında hala oldukça tartışmalı bu hipotez iki düzeyde incelenebilir: Hipotezin dilbilimsel determinizm olarak anılan daha “sert” yorumu dilin dünyayı görüş ve gerçekliği algılayış biçimimizi şekillendiren belirleyici bir unsur olduğunu öne sürüyor. Yine aynı teorinin dilbilimsel görecelik olarak anılan daha ılımlı yorumu ise kullandığımız dil ile dünya görüşümüz arasında bir bağ olduğunu ve farklı dilleri konuşan toplulukların gerçekliği farklı biçimde algıladıklarını savunuyor.
Peki bu ne anlama geliyor?
Bu hipotezin temeli Amerikan yerlilerinin dilleri üzerindeki çalışmalarda elde edilen gözlemlere dayanıyor. Hipotezin adını aldığı dilbilimcilerden biri olan Whorf, bir Amerikan yerli kabilesi olan Hopi’lerin dilindeki bazı fiillerin İngilizcede isim biçiminde olduğunu gözlemiş. Örneğin İngilizce ve diğer batı dilleri gibi Türkçede de isim olan gök gürültüsü, şimşek, fırtına ve gürültü gibi kavramlar Hopi dilinde fiil olarak anılıyor. Buna göre de bizlerin nesneleştirerek isim haline getirdiğimiz bu olguların Hopi yerlileri için zamansal süreçler olduğunu anlıyoruz. Whorf’a göre bizler Hopi’lerden farklı olarak zamanı nesneleştirerek saatler ve dakikalar halinde sayılan ve harcanan bir kavrama dönüştürüyoruz. Bizler için zaman günler, saatler ve dakikalar gibi geçmişten geleceğe doğru sırayla akan ardışık birimlerden oluşan düz bir çizgi halindeyken, Hopi kabilesi için zaman daha döngüsel ve gün akşam gidip ertesi sabah geri dönen bir olgu. Benzeri farklılıklara örnekler Türkçe dahil pek çok dilde bulunabilir.
Öte yandan, teorinin filmdeki kullanımının dilbilimsel kavramın ötesine taşındığı kesin: Örneğin Ian’ın Louise’e Sapir-Whorf hipotezinden söz ettiği sahnede söylediği “bir dilin içine dalarsan, bu beyninin bağlantılarını değiştirebilir” sözü bu hipotezde ifade edilmeyen ve daha yeni tarihlerde ortaya çıkan kanıtlanmamış bir görüş. Louise’in heptapodların dilini öğrendikçe onların zaman algısını görebilmesi ise ancak filmin bilimkurgusal bir unsuru olarak yorumlanabilir.
Dilin iletişimdeki rolü ile ilgili bir başka örnek de Albay Weber ile Louise arasındaki sahnede ortaya konuyor: Çinli General Shang’ın heptapodlarla Uzakdoğu’ya özgü bir oyun olan Mahjong yardımıyla iletişim kurmaya çalıştığını öğrendiklerinde Louise bundan büyük endişe duyar, çünkü Mahjong öncelikle varlıkları kategorilere ayıran bir düzene sahiptir. Üstelik her oyun gibi Mahjong da rekabet esasına dayalıdır ve oyunun sonunda taraflardan biri kazanırken, diğeri kaybeder. Dünyayı hiyerarşik bir düzende kazananlar ve kaybedenler üzerinden kategorize eden ve galip-mağlup ilişkisi üzerinden ilerleyen rekabetçi bir iletişim dilinin Louise’i endişelendirmesi tam da Whorf’un hipotezine uygun bir görüştür. Aynı düşünce Louise ile Albay Weber’in ortak olarak dile getirdikleri “elinizdeki tek araç bir çekiçse, her şey size çivi gibi görünür” sözünde de bir yansımasını bulur. Ülkeler arasındaki dilsel ve kavramsal ayrımlar ve bunların neden olduğu iletişim sorunları zaten filmde sık sık vurgulanan bir nokta olan dünya üzerindeki ülkeler arasındaki bölünmüşlüğün de bir unsuru olarak görülüyor. Filmin finalinde Louise bu bölünmüşlüğü Çinli General Shang ile kendi dilinde ve kendi dilinin kavramlarını üzerinden iletişim kurarak aşıyor.
Heptapodların kullandığı logogramlar ise sesle bağlantılı olmayan, bunun yerine doğruca anlamı gösteren semboller ve bu açıdan ülkeler arasındaki ayrımların ötesine geçerek birleştirici olabilir. Ian bir sahnede heptapod yazısının “insanların kullandığı tüm alfabelerin aksine” sesleri değil, anlamları ifade ettiğini ve bunun insanın dilsel evriminde ikinci bir iletişim yolu oluşturmak açısından kaçırılmış bir fırsat olabileceğini söyler. Oysa Çin alfabeleri ve aynı kökeni paylaşan Japon Kanji alfabesi de anlam temelli şekilsel (piktografik) yazı biçimleridir ve dilbilimcilerin danışmanlığında hazırlanan bir filmde böyle bir hatanın bulunması gerçekten şaşırtıcıdır. Yine de heptapodlar Leibnitz’in öngördüğü “evrensel dili” bulmuş gibidir. Zaten filmin sonunda Louise’in heptapod dilini açıklayan kitabının adı olan Universal Language/Evrensel Dil de Leibnitz’in bu dile verdiği ad olan Characteristica Universalis terimine doğrudan bir göndermedir.
Tartışmalı kavramlara dayanmasına rağmen, Geliş/Arrival dünya dışı varlıklarla ilk temas konusuna standart aksiyon yaklaşımı yerine iletişim ve algı üzerinden yaklaşmak gibi zor bir yolu seçen ve genellikle gözden kaçan bir dal olan dilbilimi kitlelere tanıtarak saygınlık kazanmasını sağlayan çok başarılı bir bilimkurgu.
Hazırlayan: Gamze Özfırat