“İnsanoğlu korkutucu bir hızla aptallaşıyordu. Bazıları, evrimdeki bu gidişatı genetik mühendisliğin çözebileceğine dair büyük umutlar besliyordu. Ancak ne yazık ki, en büyük akıllar ve kaynaklar, saç dökülmesini önlemeye ve ereksiyon halini uzatmaya harcanıyordu.”
Sistem içinde kendini en iyi yere konumlandırmaya çalışan günümüz bireyi, farkında olarak ya da olmayarak mevcut şartlara ayak uydurmaya zorlanıyor. Daha çok para kazanmak ve daha lüks bir hayat sürmek için koşuşturan yığınlar, sistemin çemberinden geçerken sayısız manipülasyona da maruz kalıyor. Tüketim çılgınlığı, şaşalı reklamlar, marka fetişizmi, içi boş TV yayınları derken, kendimizi sistem tarafından çepeçevre kuşatılmış olarak buluyoruz. Öyle ki, sistemin bizler için yarattığı yapay gereksinimleri karşılayabilmek uğruna koca bir ömrü feda ettiğimizi bile göremez hale geliyoruz. Çalışıyoruz, para kazanıyoruz, ihtiyaçlarımızı gideriyoruz, para harcıyoruz ve sonra tekrar çalışıyoruz. Bunun bir kısır döngü olduğunu ve sistemin dişlileri tarafından öğütüldüğümüzü anladığımızdaysa iş işten çoktan geçmiş oluyor…
Mike Judge‘ın yazıp yönettiği ve dilimize “Ahmaklar” olarak çevrilen Idiocracy, işte bu bakış açısından hareketle insanlığın geleceğini gözler önüne seren başarılı bir kara mizah örneği. Kadrosunda Luke Wilson, Maya Rudolph, Dax Shepard ve Terry Crews gibi oyuncuları barındıran film, gişede umduğunu bulamasa da mesajını tatmin edici bir berraklıkla vermeyi başardı. Azınlığı oluşturan zeki insanların üreme konusundaki çekincelerine karşın, geriye kalan çoğunluğun hızla üremesini merkezine oturtan yapım, bu manzaranın ileride ortaya çıkarabileceği distopik bir geleceğe odaklanıyor. Bunu yaparken de, sistemi besleyen kan damarlarına mizahi bir neşter atmayı ihmal etmiyor.
Kahramanımız Joe Bowers, her konuda ortalama vasıflara sahip sıradan bir Amerikalıdır. Askeri bir kütüphanede çalışan ve birinci dereceden hiçbir akrabası olmayan Bowers, yaşamını fahişelik yaparak sürdüren Rita adlı bir kadınla birlikte askeri bir deneye seçilir. Deney, ordudaki başarılı askerlerin dondurulup ihtiyaç anında yeniden uyandırılmasını amaçlamaktadır. Bir yıl sürmesi gereken çok gizli bu deney, yaşanan bazı talihsizliklerden dolayı unutulur ve denekler tam 500 sene uykuda kalır. Gözlerini 2505 yılında açan Bowers ve Rita, kendilerini gelişmiş, ilerlemiş bir dünyanın aksine; aptallığın hüküm sürdüğü yıkık dökük bir gelecekte bulurlar.
Akıllı insanların planlı yaşama, kariyer ve psikolojik nedenlerden dolayı üreyememesi ve aptalların sürekli çocuk yapması sonucunda, dünyada ortalama IQ’ya bile sahip insan kalmamıştır. Saçma şekilde hapse düşen ve yapılan bir testin ardından yaşayan en zeki insan olduğu anlaşılan Bowers’ın, dikkatleri üzerine çekmesi gecikmez elbette. Beyaz Saray‘a çağrılan ve öteden beri süregelen sorunlara çözüm bulması istenen Bowers, başta gönülsüz davranıp sorumluluk almaya yanaşmaz. Ancak çok geçmeden başka seçeneği olmadığını fark edecek ve yaşadığı çağın Einstein’lığını üstlenerek zekasını kullanmaya karar verecektir. Suyun bir çeşit enerji içeceğiyle ikame edildiği, yıkılmasınlar diye gökdelenlerin birbirine halatla bağlandığı, tarımın, ekonominin durma noktasına geldiği, Starbucks’ın bir genelev zincirine dönüştüğü, 90 dakika boyunca sadece bir poponun gözüktüğü filme 8 dalda Oscar verildiği bir gelecekte Bowers’ın işi hiç de kolay olmayacaktır…
“Idiot” (geri zekalı) ve “cratie” (erk) sözcüklerinden meydana gelen idiokrasi, aptalların egemen olduğu yönetim şeklini ve toplum modelini ifade etmek için kullanılan politik bir terim. Adıyla içeriğini belli eden yapım, negatif selaksiyondan korporatizme kadar pek çok olguya gönderme ve taşlamalar barındırıyor. Mike Judge, insanlığı ilkelden gelişmişe doğru seyreden bir evrimsel süreçle ele almak yerine, kurguladığı ters denklemin öznesi haline getirmiş. Tersine evrimin bir parodisi gibi duran film, sunduğu devlet, toplum ve ekonomi modeliyle bir yandan eğlendirirken, bir yandan da huzurumuzu kaçırıyor. Eserin en büyük eksisi ise, bunu ince göndermelerle değil, kör göze parmak sokarcasına yapması. İşleyişindeki bu aksama, yapımın derinliğini baltalayan olumsuz bir özellik olarak karşımıza çıkıyor. Oysa filmin, kurgusu ve atmosferi itibariyle çok daha derinlemesine mesajlar verebilecek potansiyele sahip olduğu su götürmez bir gerçek. Yönetmen Mike Judge için, kült bir film ortaya koyabilme şansını kıl payı kaçırmış demek yanlış olmayacaktır.
Filmde işlenen distopik geleceğin bize çok da yabancı olmaması, akla ister istemez tersine evrim olgusunu getiriyor. Evrimsel bir değişiklik geçirildikten sonra atasal duruma geri dönülemeyeceğini ileri süren, ancak günümüzde herhangi bir bilimsel ağırlığı kalmayan Dollo Hipotezi‘nin aksine, dikenlibalıklarda görüldüğü gibi; evrimin bazı durumda farklı yollarla da olsa geriye gidebildiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Dolayısıyla tersine evrim ya da geri evrim, biyolojik bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Elbette bu durum, insan türünün zaman içinde aptallaşacağı anlamına gelmiyor. Dahası söz konusu geri evrimin, sadece bilişsel yetenekler bazında kendini göstereceğini ileri sürmek de hayli ekstrem bir sav olacaktır. Tüm bunlara rağmen, uçuk kaçık bir kurgulamayla bile olsa filmin bilimsel bir gerçeklikten kara mizah yontmayı başardığını kabul etmek lazım.
Sonuç olarak Idiocracy, aptallığın hüküm sürdüğü bir dünyada karşılaşmayı umacağınız her şeyi bünyesinde barındırıyor. Politik, ekonomik ve sosyolojik eleştirileriyle film, aptallık içinde kıvranan bir toplum portresi çizerken, geleceğin ve bugünün medyası arasındaki benzerliğe de dikkat çekiyor. Filmin gözümüze soktuğu gelecek ile şimdiki zamanı yan yana koyup aradaki yedi farkı bulmaksa, her zaman olduğu gibi yine bize düşüyor…
Not: Eğer filmin sonundaki jenerik yazısını sabırla izlerseniz küçük bir sürprizle karşılaşacaksınız…