Öncelikle bizi kırmayıp röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. İlk olarak sizi okur yönünüzle tanımak isteriz. Kitaplarla nasıl tanıştınız acaba?
Ben teşekkür ederim. Kitaplarla tanışmam birden fazla kez oldu. Okula başlamadan önce tabelalarda ne yazdığını deli gibi merak ediyordum. Bu yüzden ablam bana okuma-yazma öğretmeye karar verdi. Bir şeyler öğrenir öğrenmez Tarık Buğra’nın “Bir Köşkünüz Var mı?” adlı romanını okumaya yeltendim, başaramadım tabii… Daha doğrusu okuyordum ama anlamıyordum. İngilizceyi yeni öğrenen birinin Dickens okumaya çalıştığını düşünün, öyle. Ama kitapların içinde büyük olaylar, büyük duygular olduğunu da hissetmiştim.
Kitapla ikinci tanışmamsa okumayı resmen öğrenmemle oldu. Kırmızı kurdeleyi takar takmaz anneme hemen hikâye kitapları aldırdım. İçlerinden biri Sinbad’dı. O zamanlar TV’de çizgi film olarak da oynuyordu. Kitabın içindeki resimler beni benden almıştı. Şimdi bile düşününce o anı tekrar yaşıyorum. Daha sonra çizgi romanlara sardırdık. Çizgi roman inanılmaz bir deneyimdi ama hep suçluluk duygusuyla okuduk onu. O dönemde hoş karşılanmazdı, zararlı şeyler olarak görülürdü. Ama kimin umurundaydı ki! Birçok arkadaşım ders kitaplarının arasına saklayarak dayak yeme pahasına çizgi roman okudu. En büyük zevkimiz onlardı —TV hariç tabii. Sırf Asterix sayıları bulundurduğu için bir mahalle kütüphanesine üye olmuştum beşinci sınıfta. İngilizceyi de Türk-Amerikan Kültür Derneği’nin kütüphanesinden faydalanmak için öğrenmeye başladım. Zaten üniversitedeyken de çoğu derse girmez, kütüphanede Kafka üzerine doktora tezlerini falan okurdum. Bu arada annemin kardeşlerimle bana bir gecede okuduğu “Şahmeran” adlı kitabı da unutmam. Okumaya bensiz devam edecekler korkusuyla tuvalete bile gitmemiştim bütün gece.
Kitapla üçüncü tanışmam –ki bu asıl tanışmadır– Hüseyin Gök adlı Türkçe öğretmenim sayesinde oldu. Kendisi müthiş bir insandı. Tatilden döner dönmez, “Şimdi, söyleyin bakalım kimler tatilde kitap okudu?” diye sorardı. Sırf öğretmen üzülmesin diye tatilde kitap okunur mu? Okunur.
Sizi en çok etkileyen yazarlar kimlerdir?
Çok var. Ama beni asıl benden alan Kafka ve Beckett’tir. Ama özellikle de Kafka… Yine de bu soruya “birçok yazar” diye yanıt vermek gerek. Çünkü hangi birisini sayayım? O büyük dehalar yazı denen eğri büğrü işaretlerle böylesi büyük anıtlar yaratabiliyorsa hepsine teşekkür etmemiz gerekir. En basit çizgi romandan tutun da Savaş ve Barış’a değin, hepsine çok şey borçlu olduğumu(zu) hissediyorum. İnsanlığı olgunlaştıran onlar. İlle de isim ver diyorsanız, aklıma gelenleri sayayım: Isaac Asimov, Antoine de Saint-Exupery, Joseph Heller, George Elliot, Gılgamış Destanı’nın yazarı (her kimse), Shakespeare, Orhan Pamuk… Ama bunu yapmak haksızlık gibi geliyor. Hepsinden etkileniyorum. Ya da şöyle diyeyim, siz bana bir yazar tavsiye edin, onunla tanışmaktan memnun olurum.
Yazının bu kadar kalıcı bir şey olması da ilginç geliyor. Aristo’nun çağında çok önemli ve zengin kişiler, tüccarlar, memurlar, devlet büyükleri vardı. Aristo’yu kimse ciddiye almıyor bile olabilir… (Hatta onu yaşlı bir bunak olarak görenler de vardı muhakkak.) Şimdi hiç birinin adını anmazken Aristo’nun her konuda ne düşündüğünü biliyoruz. Sanıyoruz ki tüm Atinalılar onun gibi akıllı filozoflardı. Kesinlikle öyle değildiler. Belki yoldan geçerken zoraki selam verdikleri Aristo’ya şimdi yaşadığı çağın temsilcisi gözüyle bakılıyor.
Gümülcine’de görev yaparken selefim olan öğretmenden şöyle bahsetmişti müdür: “O öğretmen Türkiye’ye döndüğünde bölgemizle ilgili bir kitap yazmış. Çok etkilendik, bizi ne güzel anlatmış. Meğer bizi bizden iyi tanıyormuş ama hiç belli etmiyordu.” Şaşkınlığı görüyor musunuz? İşte yazının gücü böyle sessiz bir güç… Yazarlar sessiz adamlardır ama iyi gözlemcidirler. Hem sanmayın ki yazarlar sadece çok yetenekli, bilgili kişilerdir. Öyle değil. Anlatmayı seven herkesi yazar olarak görüyorum ve böyle biriyle tanıştığımda onu bizzat yazmaya teşvik ediyorum. Anılarını yazdırdığım birkaç kişi oldu. Ablamla da bir şiir projesi yürütüyoruz.
Okur kimliğiniz size hayata dair neler kattı?
Ne kattığını tam olarak bilmiyorum. Belki de bir şeyler götürmüştür. Bunu hiçbir zaman bilemem çünkü kitaplarla iç içe olmadığım bir zaman yok. Onlardan uzak kalsam huzursuz oluyorum, strese girdiğimde onları seyrediyorum. Demek ki benim kişiliğim kitaplardan ayrılamaz. Ama kitaplar bana tam olarak ne kattı? Belki de hayatımı daha yoğun, daha derin yaşamamı sağlamışlardır. Onların sayesinde bin gözüm, bin kulağım oldu ama bu gözlerden bazıları belki görmemeleri gereken şeyleri de gördüler.
Bir öğrencim sürekli kitap okumamın nedenini sormuştu. “Seviyorum,” demiştim. “Hocam, bu yeterli cevap değil, öyle bir şey söyleyin ki okumaya ben de ikna olayım.” Şöyle dedim: “Eğer kitap okumazsan sadece bir hayatın olur, okuduğun her kitapta bir hayat daha yaşarsın. Bir ömür içinde bir sürü hayatın olmasını istemez misin? Üstelik başka çağlarda, başka gezegenlerde, başka iklimlerde süren hayatlar!” Böyle dedim ama sonra okumaya başladı mı bilmiyorum. Belki de metinlere ayırdığımız zamanda daha eğlenceli şeyler yapabiliriz. Buna karar verebilmek için bile insanın okuması gerekir.
Şimdi de müsaadenizle yazar yönünüzü tanıyalım istiyoruz. Yazarlığa başlama sürecinizden biraz bahseder misiniz?
Tabii bu kadar okuyan herkes gibi içimde bir yazar yönüm varmış. Fakat bunu ciddi bir şey olarak görmüyordum. Sonra Türkiye Bilişim Derneği’nin bilim kurgu öykü yarışması düzenlediğinden haberim oldu. Nereden haberim oldu? Bir düşüneyim. Evet. Sanırım bu yarışmada birinci olmuş Mehmet Emin Arı’nın “Bebek” adlı hikâyesinden çok etkilenmiştim. Ben de bir öykü yazdım, ama katılım şartlarını iyi okumamışım. Yarışmaya katılacak hikâyelerde 2000 kelime sınırı varmış. Benim hikâyem 4000 kelimeydi. O sene katılamadım. Zaten öykü de kör topal ilerliyordu. İkinci sene aklıma güzel bir konu geldi. Ama oturup yazmaya kalktığımda korkunç cümleler kurduğumu görüp hayal kırıklığına uğradım. Konsantre olmak için boş olan kayın pederimin evine gittim ve “ben bu hikâyeyi yazacağım” dedim. Gözlerimi yumdum. (On parmak klavye yazabildiğim için yazdığım şeyi görmeme gerek yoktu.) Aklıma gelen ilk cümleyi yazdım. Hiç düşünmeden devam ettim. Parmaklarım adeta kendi başlarına yazdılar öyküyü. Birinci oldum. İşte böyle başladım.
Bilimkurgu edebiyatı hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Sizce bilimkurgu eserleri veren müelliflerin gündelik yaşamla kurduğu ilişki ana akımda kalem oynatan meslektaşlarına göre farklı mı?
Sanmıyorum. Yazarlık her neyse (ya da edebiyat her neyse) bunun “ana akım” ya da “tür edebiyatı” şeklinde ayrılması yapay ve belki de saçma bir ayrım gibi geliyor bana. Ben eklektik mideli, abur cubur seven bir adamım. Çizgi roman da severim, kitsch de… Arabesk de dinlerim, Schönberg’in atonal bestelerini de… Turta da yerim, bakkal gofreti de… Bende mide yok ki. Böyle bir adam edebiyat türleri arasında ayrım yapar mı? Yapmaz.
Ama bu konuda hiç düşünmediğim anlamına da gelmez. Bilakis, bence asıl sorulması gereken soru: “Hâlâ edebiyat diye bir şey var mı?”
Sizce “iyi yazar”ın tanımı nedir?
Ben matematikçiyim. Matematikte tanımlar çok önemlidir. Hatta tanımlar olmadan matematikte adım atılamaz. Ama sanatta, toplum bilimlerinde o kadar önemli değildir. Neden mi? Çünkü bir şeyi tanımlamak zordur da ondan. Buna karşın matematikte bile tanımsız kavramlar bulunur. Örneğin noktanın, kümenin, doğrunun tanımı yapılmaz. Çünkü yapıldığında bela çıkar. Adamın biri gelir: “Kendi kendini içermeyen tüm kümelerin kümesi, kendi kendini içerir mi?” diye sorar. İşte bu soru paradoksa yol açtığı için kümelerin tanımı yapılmamıştır. (Russell, Frege’ye bu soruyu gerçekten de sormuştur.)
Ben şimdi “iyi yazar şudur” diye bir tanım yapsam, muhakkak hiç de benim tanımıma uymayan bir “iyi yazar” çıkacaktır. Bu nedenle bu işe hiç girişmemeyi tercih ederim.
Son tahlilde “iyi yazar” sevdiğiniz yazardır. Yazarlar arasında bazıları daha maharetli, daha teknik, daha duygusal vs. olabilir. Ama aralarında bir hiyerarşi kurulabilir mi? Dostoyevski’yi yazar olarak kusurlu bulabilirsiniz, ama onun kadar insan ruhuna dokunabilen başka yazar var mıdır? Tolstoy’u sıkıcı bulabilirsiniz, ama Napolyon savaşlarını (ya da herhangi bir savaşı) onun kadar derinlemesine analiz edebilen kim var?
Yalnız şunu söyleyebilirim bu konuda: İyi yazar tekniğin ötesine geçebilen, evrensel insan gerçekliğine dokunabilen yazardır. Bizi ağlatan, güldüren adamdır. Hayatımızın anlamlı olduğunu hissettiren kişidir. Sıradanı yüceye dönüştürendir. Sihirbazdır. İyi yazar budur. Bu tanım yeterlidir.
Yazmakla ilgili herhangi bir metodunuz var mı? (Belirli saatlerde yazma ya da gündelik kelime hedefleri v.b.)
Yazmayla ilgili rutinlerim yok maalesef. Edebiyat dışı metinler yazmak benim için kolay iş. Hemen yazabilirim. Ama iş öykü ve roman yazmaya gelince, bilinçaltıma güvenirim. Hatta geçenlerde bir bilim insanı bilinçaltımızın birçok işi bizim yerimize yaptığını, bilincin ise sonradan yapılan bu işlere sahip çıktığını bulguladı. (Link de verebilirdim ama şu an erişemiyorum.) Tabii bu tür şeyler her zaman tartışmalıdır. Yine de bilinçaltını çok hafife aldığımızı düşünüyorum. Bilinçaltı derken de Freud, Jung falan anlaşılıyor genelde. Onların da cılkı çıktığı için, insan böyle şeyleri pek ciddiye alamıyor. Olsun. Ben yine de bilinçaltı denen şeyin (bir şey olup olmadığı da şüpheli) sanılandan çok daha büyük bir güce sahip olduğuna inanıyorum. Kendinizi bilinçaltınıza teslim ederseniz, iyi yazarsınız. Ama çok da abartmayın, o zaman da yazdıklarınız deli saçmasına döner. Rüyalarınıza şaşırmıyor musunuz? Benim kafam bu saçma, grotesk görüntüleri, olayları ne ara üretti, ne ara “renderledi,” senaryolarını ne ara yazıp, yönetti diye sormuyor musunuz? Evet, işte bilinçaltında böyle büyük bir potansiyel güç var. Uykuda ortaya çıkıyor genellikle. Ama siz onu uyanıkken de devreye sokabilirsiniz. Düş kuran, yalan uyduran örümcek hissimizdir bilinçaltı. İyi bir yazar olmak için onu kullanmayı öğrenmek gerekir.
Bilimkurgu yazarı olarak, bilimkurgu edebiyatı hakkında düşünceleriniz nelerdir? Sizce “İyi bilimkurgu iyi edebiyattır” sözü ne anlam ifade ediyor?
Yukarıda da belirttiğim gibi, bence asıl sorulması gereken soru: “Hâlâ edebiyat diye bir şey var mı?”
Bence edebiyat 1950’lere kadar vardı. Sonrası şüpheli. Tabii ki metinler var, güçlü eserler var, çok satanlar var, yaratıcılık var… tiyatro, bale de var… Ama insan hayatı üzerinde 18. ya da 19. Yüzyıldaki kadar etkili olabiliyorlar mı? Sanmıyorum. Her şey gibi edebiyat da pazarda bir tüketim malına dönüşmüş durumda. Yazarlar ulu varlıklar olmaktan çıktı. İnsan bile ulu bir varlık olmaktan çıktı. Hümanizma yerini tüketici çağına bıraktı. İnsan artık kendini yüce bir varlık olarak görmüyor. Kim bir genç kızın kiminle evleneceğine sayfalar boyunca kafa yorar? Cinsellik öylesine kolay ki artık destanı bile yazılamıyor.
Gümbür gümbür gelen yapay zekâ karşısında bir şansımız olabilir mi? Gerçi bir süre daha dünyada bizim borumuz ötecek ama sonrası şüpheli.
Şöyle diyebilirim. Edebiyat esasında “soylu” sınıfın, daha doğrusu “soylu” adamın anlatısıdır. Ancak o soylu adam yok oldu, öldü. Proust onun yozlaşmasını yazdı. Hamsun açlıktan ölmesini, Kafka gülünç duruma düşmesini yazdı. Beckett hafızasıyla birlikte saygınlığını yitirmesini yazdı. Şimdi sokaklarda gezen berduş, evsiz biri. Soylu adamın yazılmaya değer son biçimi Vladimir ve Estragon’du. Ondan sonra bir daha edebiyatta boy göstermedi. Onun yerini İngilizcede “dummy” denen tipler aldı. “Dummy”lerin gerçek bir derdi yok. Azıcık toplumdan dışlansalar ağıt yakıyorlar. Her neyse. Bence edebiyat geri plana itildi. Belki de hâlâ edebiyatı yaşattığı için bilim kurguya minnet duymalıyız.
Çok güçlü ve haklı bir tespit. Ancak şövalye geleneğinin parodisi olan Don Kişot bu süreçte nerede konumlanıyor sizce?
Çok önemli bir noktaya değindiniz. Roman türünün başlangıcı aynen bu şekilde oldu, yani bir fars olarak başladı ve sonunda başladığı yere geri döndü: delilik ve sefalete. Ama bu Don Kişot’un soylu olduğu gerçeğini değiştirmez. Gerek tereke yönünden, gerekse de ruh yönünden. Tabii o sadece romanın başlangıcını imler, esasında edebiyat tanrıların öyküsüyle, yani mitlerle başladı, sonra destanlara, yani tanrıların ve yarı tanrıların hikâyelerine dönüştü. Tragedya yarı tanrıların tanrılar karşısındaki durumunu anlatır. Soylu sınıf edebiyata romanla girmiştir. Ondan önce kral ve şövalye hikâyeleri, tanrı ve yarı tanrıların hikâyeleri kadar yüce edebiyatın konusu edilmezdi. Don Kişot tam da bu dönüşümü gösteriyor bize. Bu konuda bir yazım da var. Şuradan okuyabilirsiniz.
Lyotard’ın Büyük Anlatılar (Grand Narrative) bitti deyişi aklıma geliyor.
Nihayetinde dediğiniz gibi büyük anlatılar sona eriyor, yerini daha küçükleri alıyor. Sonunda ufalanıp bitecektir. Destanın yerini tragedya, onun yerini roman, onun yerini postmodern roman aldı. Sonrasında belki de hiç bilmediğimiz başka şeyler gelecektir.
Muhtelif bilimkurgu öykü seçkilerinde yer aldınız. Ayrıca yine yerli bilimkurgu edebiyatına Beyin Kırıcı isimli kıymetli bir eser kazandırdınız. Eserinizin ilham kaynakları ile konu edindiği meselelerden söz eder misiniz?
Beyin Kırıcı’nın konusunu lise çağlarında düşünmeye başlamıştım. O sıralar telepatinin mümkün olup olmadığına kafayı takmıştım. Elektrikle çalışan her cisim etrafına elektromanyetik dalgalar yayar, beyin de elektrikle çalıştığına göre elektromanyetik bir verici olarak düşünülebilir. Ancak yaydığı dalgalar çok zayıftır. Yani beyinler zayıf vericilerdir. Peki ya bir beynin elektromanyetik alıcı gibi davranması mümkün müdür? İşte bu soruya yanıt arıyordum. Üniversite yıllarında zaman zaman kütüphanede ders çalışmamız gerekiyordu. Ben bu çalışma gruplarında çok sıkılıyordum. Her bahaneyle kaytarıyordum. Biraz uyumsuz davranıyordum yani. Her neyse… Sonra zaman zaman insanların düşüncelerini sezer gibi olduğumu hissediyordum. Kendi çapımda küçük deneyler yapıyordum. Şimdi şu adam şöyle düşünüyor, şimdi şunu yapacak vs. Tabii bazen tutturuyor, bazen tutturamıyordum ama bu tür şeyler benim için eğlenceydi. Sonra bunları yazmaya karar verdim. Yazarken de okuyucuya birkaç tane sürpriz koydum. Bunlar kırılma noktalarıydı. Roman böyle ortaya çıktı.
Yeni çalışmalar var mı? Varsa bahsetmek ister misiniz?
Yeni çalışmalarım var. Evet. Yazmaya başlayıp da vakit bulamadığım için yarım bıraktığım üç romanım var. Dört beş tane yazılmış ama son rötuşları atılmamış uzun öyküm (ya da kısa romanım) var. Ben sadece ve sadece edebiyatla uğraşabileceğim bir zaman dilimi yaratmaya çalışıyorum kendime. Öyle ki araya hiçbir şey girmesin, bir yaban kazı kadar özgür olabileyim, anlattığım dünyanın kahramanlarıyla baş başa kalabileyim. Beynimden çıkarayım onları. Diyorlar ki bana: “Bizi ne zaman yazacaksın? Bu ortam çok sıkışık, burası bir ada gibi… bizi özgür bırak, yaşamamıza izin ver.” Aynen böyle diyorlar. Ben de onlara: “Sabredin, ilk fırsatta yazacağım,” diyorum. Umarım ki en yakın zamanda bu fırsatı bulup, yarım kalmış eserlerimi tamamlarım.
Son olarak okurlarımıza söylemek yahut eklemek istediğiniz şey var mı?
Aristo’nun bir ifadesini onlarla paylaşmak istiyorum:
“Canlı varlıkların ve cisimlerin de nasıl bütünlüklü bir şekilde görülebilecek büyüklükte olması gerekiyorsa, öyküler de öyle bütünlüklü bir şekilde hatırlanabilecek uzunlukta olmalıdır. Yarışmalara ya da izleyicilerin algılama yetisine göre uzunluk biçmek sanatın işi değildir. Çünkü yüz tragedyanın yarışması gerekseydi su saatine karşı yarışılırdı, başka zamanlarda böyle yapıldığını söyleyenler vardır. Ama olay için doğal bir sınırlama yapmak gerekirse, olayın bütünlüğü açık olduğu sürece, ne kadar uzun olursa o kadar iyi. Basitçe şöyle bir sınır çekilebilir: Olasılık ya da zorunluluk esasına göre birbirini izleyen olaylar boyunca bedbahtlıktan bahtiyarlığa ya da bahtiyarlıktan bedbahtlığa dönüş yapılmasına imkân veren süre yeterli süredir.”
İfadelerin sadeliğine ve gücüne bakar mısınız? Öykülerin hangi uzunlukta olması gerektiğine dair kıstas koyuyor, ama bunu nasıl bir ikna gücüyle yapıyor. Kısaca şunu demek istiyor: Bir öykü tam bitmesi gerektiği yerde biter, onu uzatmak ya da kısaltmak iyi değildir. Ama şaşırtıcı olan Aristo’nun bunları söylemesinden çok, bunları iki bin beş yüz yıl önce söylemesidir.
Şimdi de George Elliot’un Middlemarch adlı romanından bir alıntı paylaşmak istiyorum:
“Yücelik duygusuna ulaşmanın daha kolay ve kısa bir yolu var gibi geliyor bana ve bu da, benim şimdiye kadar aşağı tabakadan kişiler hakkında anlattıklarımda ve ileride anlatacaklarımda olduğu gibi, olaylara alegorik anlamlar yüklemeye çalışmaktır; çünkü hiçbir gerçekçi öykü yoktur ki, içinde bir prensin maymun olarak gösterildiği ya da bunun tersinin yapıldığı bir alegori şeklinde anlatılmasın. Bu yöntemle yazılan bir romanda bazı kötü alışkanlıklar ve çirkin durumlar ortaya çıkarsa, okuyucu bunların uygunsuzluklarının ve kabalıklarının sırf mecazi anlamda olduğunu düşünerek rahatlayacak ve kendini gerçekten kibar insanlar arasındaymış gibi hissedecektir. İşte ben saçma sapan kimseler hakkındaki gerçekleri anlatırken, okurumun hayal gücünü soylu kişilerden tümüyle mahrum etmemiş oluyorum; ayrıca bu yöntem sayesinde, yüksek tabakadan yoksul düşmüş bir kimsenin ancak kıt kanaat geçinmesine yetecek ufak miktardaki paralar da, sonlarına masrafsızca eklenecek sıfırlar yoluyla büyük ticari işlemler düzeyine çıkartılabiliyor.”
George Elliot bu belagatli metinde romanının o bölümünde soylu kişileri anlatmayı bırakıp sıradan insanları (görgüsüz köylüleri) ele alacağı için okuyucudan peşinen özür diliyor ve bazı gerekçeler gösteriyor. “Onları anlatacağım çünkü daha yüce bir amaca hizmet edecekler,” demek istiyor.
Yukarıda edebiyatın temelde soylu kişilerin (kibarlar, aristokratlar, yüce ruhlular vs.) öykülenmesi olduğunu söylerken, bunu kastediyordum. George Elliot da benimle aynı fikirdeymiş gibi görünüyor. Tüm okuyucuların edebiyata ve sanata ayırabileceği bolca mutlu zamanlara sahip olması dileğiyle, herkese teşekkür ediyorum.