Yazmak için eline kalemi alan herkes roman ve öykünün kendine göre sıkıntıları olduğunu bilir. Esasında bu soru “yazarlık ilhamla mı olur yoksa teknikle mi?” şeklinde özetlenebilir. Yazmak için güçlü bir istek duymaya başladığımda içimden gelen bu sese uzun süre kulaklarımı tıkadım. Gelip geçici bir heves sandım, ama sonra anladım ki yazmadan olmuyor. Bir şeyler yazmalıyım, ne hakkında olursa olsun. Yazmanın büyük güçlükleri olduğunu bilsem de bunların daha “havai” şeyler olduğunu sanıyordum. Oysa basit engellere takıldığımı gördükçe şaşırıyordum. Bütün bir yaz tatilimi tek başıma geçirmek yazmak için yeterli olacak sanmıştım. Ama öyle olmadı. Basit bir soruna toslayıverdim.
Yardım alabileceğim kimse yoktu. Ne yazarlık kursları, ne bana tavsiyelerde bulunabilecek bir tek ciddi yazar dost… Tek başımaydım. Problemi kendi başıma çözmek zorundaydım. O esnada Mary Doria Russell adlı yazarın “Serçe” adlı muhteşem eserini okumaktaydım. Kitap büyük bir ustalıkla yazılmıştı. Çok sürükleyiciydi.
Bu kitapla tanışmam da şöyle olmuştu: Ankara’ya her gittiğimde mutlaka uğradığım Dost Kitabevi’nde bilimkurgu bölümünde öylece yatıyor, her defasında bana göz kırpıyordu. Kitabın rafta bir tek örneği kalmıştı ve başka yayınevlerinde de bulunmuyordu. İkinci baskısı falan da yapılmamıştı. Kötü çevrilmiş, bu yüzden de pek ilgi görmemiş bir eser olduğunu düşünmüştüm açıkçası. Ama kitabı okuduğumda oldukça beğendim. Hiç de tahmin ettiğim gibi çıkmamıştı. Üstelik kitap sadece bilimkurgu sevenlere de hitap etmiyordu. Herkes bu kitabı rahatlıkla, sıkılmadan okuyabilirdi.
Böyle yapıtların ülkemizde neden kıyıda köşede kaldığını hiçbir zaman anlamamışımdır. Ama bu ayrıca tartışılması gereken bir konu… Mary Doriya Russell’in hayatını araştırdım Internet’te… 40’ından sonra yazar olmuş bir antropologdu. “Serçe”ye bir kısa öykü olarak başlamış, sonra romana çevirmişti. O an benim de benzer sıkıntılarım vardı. Bu yazara mutlaka ulaşmalıydım. Nihayetinde Facebook aracılığıyla ona ulaştım ve sorularımı sordum. Büyük bir açık yüreklilik ve samimiyetle bütün sorularıma cevap verdi. Belki ben sıkılmasaydım (en büyük korkularımdan biri başkalarını rahatsız etmektir) bu söyleşi daha da uzayabilirdi.
Kısa bir söyleşi oldu, ama özlüydü. Eline kalem alan yazar adaylarına yararlı olacağına inandığım için bu söyleşiyi sizlerle de paylaşmak istedim.
Sinan İpek (Kasım 2012)
Merhaba. Kurgusal yazın hakkında size bir sorum olacak. Kısa bir hikâye yazmaya başladım ve sonradan bunun bir kısa bir roman olabileceğini hissettim. Hikâye olarak iyi gidiyordu, ama kısa bir roman olarak da gelecek vaat ettiğini fark ettim. Sorum şu, bir öyküyü bir romandan ayıran şey nedir? Hangisi olduğuna nasıl karar verebilirim? Siz ‘Serçe’yi yazarken buna nasıl karar vermiştiniz? Esasında “Serçe” bir kısa öykü olarak da yazılabilirdi, ama siz bunu çeşitli karakterler ve ayrıntılarla bezeyip bir romana genişletmeye karar verdiniz. Bence “Serçe”nin gücü bu ayrıntılardan geliyor. (Gerçi, romanın biraz daha kısa olmasını istemedim değil, küçük bir itiraf.) Belli ki ayrıntılı karakterler yazma koşununda büyük bir gücünüz var. Bana ne tavsiye edebilirsiniz? Kısa öykümü nasıl bir kısa romana dönüştürebilirim? Olay örgüsünü yeniden mi ele almalıyım yoksa sadece metni mi genişletmeliyim? Teşekkür ederim.
Mary Doria Russell
Sinan, bu ilginç bir soru ve iPod’da tek parmak ile yanıtlanamayacak kadar da güç! Eve vardığımda soruna daha iyi düşünülmüş bir yanıt vereceğim, hem de gerçek bir klavyede on parmakla yazabileceğim.
Sinan İpek
Teşekkür ederim! Şimdiden yanıtı dört gözle bekliyorum.
Mary Doria Russell
Sinan, karakterlerimin birçok ayrıntısı ve derinliği onların çocukluk öykülerinden geliyor. İnanıyorum ki hayatımızın ilk 14 yılı geri kalanı üzerinde büyük bir etkiye sahip oluyor. Bu anılarımız olumluysa iyi bir temel üzerinde gelişiyoruz. Eğer çeşitli güçlüklerle karşılaşmışsak, yetişkinlik enerjimizin büyük bir bölümünü çocuklukta aldığımız hasarı tamir etmek için harcıyoruz. Eğer bu anılarımız adamakıllı berbatsa, devraldığımız bu enkazın içinde on yıllar boyunca oradan oraya huzursuz bir şekilde dolaşıp duruyoruz.
Bu yüzden her bir karakter hakkında düşünürken, zihnimde olan şey çoğunlukla o karakterin çocukluğu oluyor. Kahramanların çocuklukları ile ilgili bu ayrıntıları romana yansıtmayabilirim: Örneğin ‘Serçe’de, Anne ve George’nin ikisinin de iyi bir çocuklukları olduğunu biliyordum. Böylece sağlam zemin üzerinde üretken bir hayatları olabilmişti. Ama Sofia Mendes ve Emilio Sandoz’u anlamak için onların çocukluklarını mahveden şeyin ne olduğunu bilmemiz gerekiyordu.
Karakterlerin bu şekilde yazılması bana daha ilginç geliyor. Yazar olmanın bir bölümü benim için şu: Ben, bana benzemeyen insanların hayatlarını anlamaya çalışan bir insanım. Sürekli biyografi ve otobiyografi okuyorum. Psikoloji ve sosyoloji çalışıyorum. Her bir kurgusal karakterin durumu nasıl görebileceğini, her birinin olanlara nasıl tepki vereceğini hayal etmeye çalışıyorum, ya da hayattan ne istediklerini, neden korktuklarını, neyi sevdiklerini… “Serçe”yi bir romana dönüştüren şey buydu, oysa yazmaya başladığımda ben sadece bir kısa öykü yazdığımı düşünüyordum.
Sinan İpek
Yanıt için teşekkürler. Buradan karakterlerin öyküye kıyasla roman için daha önemli olduğunu anlıyorum. Demek ki ben de karakterlerimi inandırıcı bir arka plan üzerinde geliştirebilirsem, benim kısa öyküm de seve seve bir romana dönüşebilir. Teşekkürler, yeniden.
Sinan İpek (Ocak 2013)
Yeniden Merhaba. Roman yazma konusunda bir başka soruya daha yanıt vermek ister misiniz? Romanınızın son haline kıyasla taslağın uzunluğu ne idi? Yani, taslak nedir demek istiyorum? Romanın kısa bir versiyonu mu (%10’u mesela), yoksa hemen hemen romanın tamamı, ama düzeltilmemiş hali mi? Bir bilimkurguya başladım. Taslak şu an yazılmış durumda. 6000 kelimelik bir taslak bu. (Galiba İngilizce olarak 7000-8000 kelimeye karşılık geliyor.)
Sanırım, romanım 30,000 ila 40,000 kelime uzunlukta olacak. Yani bir kısa roman ya da novella. Taslağa ekleyecek birçok detay var zihnimde. Bu iyi bir yazma yöntemi mi? Bu benim ilk romanım olacak. (Daha önce öykü yazıyordum.) Yani, taslağıma ayrıntı ekleyerek romanı yazabilir miyim sizce? Teşekkürler…
Mary Doria Russell (Şubat 2013)
Sinan, bu soruya verilebilecek iki yanıt var.
İlk olarak kayadan bir heykelin yontuluşunu düşün—başlangıçta, sonuna kıyasla daha çok materyal vardır. Benim yaklaşımım bu—ilk taslağım bazen yayınlanmış kitabın iki katı uzunlukta olur. Fazla yazarım, sonra keserim, keserim, keserim.
Şimdi de bir portrenin yapılışını düşün—boş bir tuval vardır ve ressam oval bir yüz, silindirik bir boyun taslağı çizer ve sonra boya eklemeye başlar; ekler, ekler, ekler… Bu da senin yaklaşımın. Ayrıntıları ekliyorsun, her bir karakter ve her bir olay hakkında daha fazla düşünüyorsun, yazdıkça yeni renkler, sesler ve nüanslar aklına geliyor.
Bu yüzden sanırım senin yaklaşımın da olabilir, gerçi benimkinden farklı, ama olsun, iyi şanslar!
Sinan İpek
Size ve Facebook tanrısına—eğer varsa tabi—teşekkürler! Çok rahatladım. Bu benim gerçekten uzun bir şeyler yazma konusunda ilk deneyimim olacak, bu yüzden biraz gergindim. Ayrıca, matematik öğretmeniyim ve yazmak için fazla vaktim de yok. Romanınız “Serçe”nin Türkçesi yaklaşık 120,000 kelime uzunluğunda. Yani, bu demek oluyor ki 240,000 kelimelik bir taslak yazmışsınız! Vay be! Çok üretkensiniz, yine de yazım stiliniz ne kadar da zorlayıcı. (Not: Burada yanlış kelime kullanarak ‘compelling’ demişim. Umarım ayıp olmamıştır, çünkü ‘kendini okutan, kolay okunan’ demeye çalışıyordum aslında.) Yeniden teşekkürler.
Mary Doria Russell
Bu yaptığın çok cesurca! Yazar olmadan önce ben de bir antropologdum. Ancak üç roman yayınladıktan sonra yüksek sesle “ben bir romancıyım” diyebildim. Utanıyordum, yazmak için doğduğumu kabul edene kadar uzun bir süre geçti. İşte sana düşünmen için bir şey: kurgu yazabilmek için, ‘miş gibi yapma’ konusunda kendine izin vermelisin.
Yazmaya başladığımda kırk yaşındaydım, ‘miş gibi yaptığımda’ kendimi çocuk gibi hissediyordum. Şimdi, biliyorum ki en önemli şey bu: kendini bir başkası yerine koymak, bir başkasıymış gibi davranabilmek, bir başkasıymış gibi düşünebilmek, dünyayı bir başkasının gözlerinden görebilmek… Bu yüzden ‘miş gibi yapma’ konusunda kendine izin ver Sinan ve hiç korkma.
Sinan İpek
Yeniden teşekkürler! Aslında, ‘miş gibi yapma’yı güç buluyorum! Ama roman yazmanın en önemli boyutu bu olmalı. “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı son kitabında Orhan Pamuk da aynı şeyi söylüyor.
Mary Doria Russell
Orhan Pamuk akıllı bir yazar! Romanına inanma konusunda kendine izin vermede güçlük yaşadığında, o güne kadar okuyup da beğendiğin yazarlara ilk romanlarını yazma konusunda cesur davrandıkları için uzun bir teşekkür mektubu yazdığını düşün. “Serçe”nin ilk taslağını böyle yazabilmiştim. Şöyle düşündüm, bu yayınlanmasa bile en azından daha iyi ve daha anlayışlı bir okuyucuya dönüşeceğim.
Sinan İpek (Ekim 2013)
Merhaba. İngilizce öykülerde –di’li geçmiş zaman kullanmak zorunlu mudur, yoksa geniş zaman da kullanabilir miyiz? Sizin görüşünüz nedir? Yanıt için şimdiden teşekkürler. (Ya da şimdiki zaman?)
Mary Doria Russell
1944-45 yıllarında İtalya’da geçen bir savaş korkusu (thriller) yazarken geniş zaman kullanmıştım. (Adı, A Thread of Grace). Okuyucunun olası sonuçları ya da stratejileri düşünecek zamanı olmadan, karar vermenin gerilimini yaşamasını istemiştim. Savaşta her şey çarçabuk yapılmalıdır, eldeki bilgiler eksiktir, düşünecek zaman yoktur. Yani hep ŞİMDİ ŞİMDİ ŞİMDİ. Bu yüzden geniş zaman bu kitap için doğru seçimmiş gibi görünmüştü.
Sinan İpek
Yanıt için teşekkürler.