Özellikle Mars Üçlemesi ile tanınan sert bilimkurgunun yaşayan efsanesi Kim Stanley Robinson’ı ülkemizde Mars üçlemesi’nin ilk kitabı Kızıl Mars, Yağmurun Kırk İşareti, 2312 ve Lucky Strike kitapları ile okuma şansı bulduk. Hugo, Nebula ve Dünya Fantezi Ödülü sahibi Amerikalı yazarın bir podcast yayınından alınmış bu röportajında bilimkurgu anlayışını, okuma ve yazma alışkanlıklarını, bilimkurgu ve fantezi edebiyatına bakışını, Ursula Le Guin ve Daniel Defoe üzerine görüşlerini okuyabilirsiniz.
***
John Plotz (JP): Bilimkurgunun zamanımızın gerçekçiliği olduğunu söylemiştiniz. İnsanlar bugün bu ifadeyi nasıl anlıyor? COVID kelimesini duyar duymaz otomatik olarak distopyayı düşünmeye mi başlıyorlar?
Kim Stanley Robinson (KSR): İnsanlar bazen bilimkurgunun geleceği öngörmek, önceden bilmek olduğunu düşünüyor ama bu doğru değil. Geleceği önceden görmek imkansız olduğu gibi, bilimkurgunun aşması için çok yüksek bir çıta bu. Her zaman başarısız olurdu. Ve bu anlamda her zaman başarısız oluyor. Bilimkurgu daha çok bir modelleme alıştırması veya bir düşünme biçimidir.
Uzun zamandır söylediğim bir diğer şey ise biraz daha farklı: Şu anda hepimiz, birlikte yazdığımız bir bilimkurgu romanındayız. Ne demek istiyorum? Bilimkurgu tarzından bağımsız olarak hepimiz zihinsel bir alışkanlıktan dolayı bilimkurgu yazarlarıyız. Planlama, karar verme ve insanların yaşam hedefleri hakkında nasıl hissettikleriyle ilgili bu durum. Örneğin, umutlarınız varsa ve bunları yakın zamanda gerçekleştirmeyi planlıyorsanız, bu ütopik düşüncedir. Öte yandan her şeyin parçalanacağına, işe yaramayacağına dair korkularınız varsa, bu distopik düşüncedir.
Yani bilimkurgu düşünüşünde özel bir şey yok. Bu hepimizin her zaman yaptığı bir şey.
Ve şu anda dünya uygarlığı uçurumun eşiğinde: İyi gidebilir, ama aynı zamanda kötü de gidebilir. Bu herkesin hissettiği bir gerçek. Yani bu anlamda da bilimkurgu, çağımızın gerçekçiliğidir. Ütopya da distopya da mümkündür ve ikisi de yüzümüze bakar.
Diyelim ki 2020’de, şu anda olmanın nasıl hissettirdiği hakkında bir roman yazmak istiyorsunuz. Gezegeni romana dahil etmekten kaçınamazsınız. Modernist romanların sıklıkla tasvir ettiği gibi, kendi bilincinde dolaşan bir bireyle ilgili olmayacaktır bu roman. Birey ve toplum var, ayrıca toplum ve gezegen var. Ve bunlar oldukça bilimkurgusal ilişkiler, özellikle de ikincisi.
JP: Bilimkurgusal ilişkiler açısından düşündüğünüzde, fantezi veya korku gibi diğer spekülatif türleri nereye yerleştirirsiniz? Kendi “gerçekçilikleri ” açısından bilimkurgu ile yan yanalar mı, yoksa alt türler mi ?
KSR: Hayır, alt tür değiller, daha çok kümelenmeye benziyorlar. Bilimkurgu Ansiklopedisi’nin ve Fantezi Ansiklopedisi’nin büyük bir bölümünü yazan John Clute’un Lehçe’den aldığı iyi bir terim var: Fantastika. Fantastika, bildiğimiz gerçekçilik olmayan herhangi bir şeydir. Korku, fantezi, bilimkurgu, gizemcilik, alternatif tarih ya da başka bir tür olabilir.
Bunların arasında en çok bilimkurgu ile ilgileniyorum. Ki gelecekte kurulan, şimdiye uzanan tarihsel bir ilişkiye sahiptir.
Fantezinin böyle bir geçmişi yoktur. Konusu gelecekte kurulmaz. Nedensel bir zincirde zamanımıza geri dönmez.
Bunu söylediğim anda, Coleridge’in hayaletlerle karşılaştığı fanteziler veya zamanda yolculuk ya da her neyse, gündeme getirebilirsiniz. Yine de, ilk bakışta faydalı bir tanımdır. Ancak tanımlar her zaman biraz sorunludur.
JP: Öyleyse alternatif bir evrende geçtiği için bilimkurgu denen bir hikaye, bilimkurgu olmaz mı? Daha çok fantezi midir? Yıldız Savaşları akla geliyor. Bir şeyin bilimkurgu olup olmadığı konusunda sizin için önemli olan, kendi şimdimizden hareket etmemiz midir?
KSR: Evet, ama buna değindiğinizde, tanımladığım şey sadece tek bir tür bilimkurgu, daha geniş bir tür içinde bir alt tür. Uzay operası, galakside vınladığınız ve fizik kanunlarının çok gevşek olduğu bir tür bilimkurgu. Geleceğimizde belirlendiğini iddia ediyor, ama çok uzak geleceğimizde.
Bu alt tür için eskiden, Jack Vance veya Gene Wolfe gibi yazarların yazdığı, çok uzak gelecekte -beş milyon ya da bir milyar yıl sonra gibi- her şeyin olabileceğine dair hikayeleri tanımlayan bir “bilim fantezisi” terimi vardı. Yani hikaye, görünüşte bilimkurgu hikayesi içeren bir fantezi hikayesi gibi hissettiriyor. Tarihimizin bir parçası ama çok uzak.
JP: Ursula Le Guin, 60’ların sonu ve 70’lerin başında bir tür olan ve uzay gezginlerinin fantastik dünyalara ulaştığı “Kılıçlar ve Uzay Gemisi” türünden bahsetmişti. Aslında, Le Guin’in çalışmalarının çoğu buna benziyor. Hain Döngüsü’nde, bir uzay teknolojisi dünyası olan (teorik olarak kendi gerçek Dünyamızla kesişen) Ekumen adında bir yıldızlararası federasyon var. Ama sonra uzay gezginlerinin ulaştıkları yerlerin aslında fantezi uzayı olduğu görülüyor.
KSR: Evet, Le Guin başladığında, bilimkurguda gezegensel romantizm dediğim bir şey oluyordu. Yeni bir gezegene ulaşırsınız ve oradaki şeyler vahşi ve farklıdır. David Lindsay’in 20’lerde Arcturus’a Bir Yolculuk’u, sonra 50’lerde Jack Vance ve Cordwainer Smith ve daha pek çok benzerleri. Ursula bilimkurgu okumaya başladığında bu olay devam ediyordu. Le Guin bunu sevdi ve kullanmaya başladı.
Bilimkurguda gezegen kelimesini görürsünüz, fantezide ise dünya kelimesini, ama fantezide gezegen kelimesi hiç görülmez. Bu küçük işaretçiler hangi oyunu oynadığınızı gösterir.
JP: Bu çılgın pandemi ortamından hiç etkilenmeyen bir okuma tarzınız varmış gibi görünüyor. Bunun nasıl olabildiğine dair herhangi bir fikriniz var mı? Bu durum mizacınızla ilgili bir şeyler söylüyor mu?
KSR: Evet. Okuma alışkanlıklarım, uzun süredir öğrenci olmaktan, edebiyat doktorası yapmaktan ve o zamandan beri çeşitli öğretim işlerinde, seçim komitelerinde veya ödül komitelerinde yer almaktan kaynaklanıyor. Bunların hepsi çok fazlaydı ve artık insanların okumamı söylediği hiçbir şeyi okumayı sevmiyorum. Kendi okuma programımı yapıyorum. Bugünlerde, yerel kütüphanedeki kullanılmış kitap satışlarına gidiyorum, kitapları rastgele seçiyorum, sonra rastgele okuyorum ve bu rastgelelik hissinden keyif alıyorum. Bu dağınık keşif içinde benim de özellikle beğendiklerim var ve bu yazarları kapsamlı bir şekilde okudum. Çünkü hoşuma gidiyor. O yazarları tanımaktan zevk alıyorum.
Kendi romanlarımı araştırmak için pek çok kurgusal olmayan kitap okumam gerekiyor. Çoğunlukla ilginç bir uğraş, ancak genellikle metinlerden bilgi madenciliği yapıyorum ve hızlı ilerliyorum. Bir kitabın omurgasına dokunabilmeyi ve içindeki her şeyi hemen bilmeyi isterim.
JP: Bilgisayarınıza da indiriyorsunuz.
KSR: Evet. Ama sadece kurgusal olmayanlar söz konusu olduğunda. Ayrıca başta “Science News” (Bilim Haberleri) ve “London Review of Books (Londra Kitap Yorumları) olmak üzere bir süreli yayın akışına da sahibim, bu sayede oldukça yararlı çağdaş okumalar yapıyorum. Ve sonra derinlemesine okumak için takip ettiğim kendi edebiyat yolum var.
JP: Önceliğinizin roman olduğunu biliyorum, ama diğer, daha yavaş türleri merak ediyorum: diyelim ki şiir, felsefe, ya da başka türler?
KSR: Evet, uyumadan hemen önce, tek şairli koleksiyonlar halinde, genellikle bir veya iki şiir olmak üzere şiirleri büyük bir zevkle okurum. Genellikle bir şairin bir yılı kapsayan kariyerini içeren kitapları gözden geçiririm. Bunu severim. Ayrıca birkaç kısa öykü de okurum ve daha da sıklıkla tiyatro metinleri okurum. Çünkü yaşadığım yerde pek çok oyuna ulaşmak zor ve tiyatroyu seviyorum. Ve eğlence olsun diye epeyce edebi eleştiri okurum. Ancak roman, okuyucu olarak hedefimin merkezinde yer alıyor.
JP: Okumalarınız son haftalarda sizi farklı bir şekilde etkiledi mi? Hızlıca okuma yaptığımı şöyle anladım: Hilary Mantel’in Kurt Salonu’nu okuyordum ve birden kendimi yavaşlarken buldum. Hızla okuyup bitirmektense, kitapta bulduğum teselliyi tercih ettiğimi fark ettim.
KSR: Hilary Mantel yaşayan en büyük romancılardan biridir. Ama ben her zaman aynı hızda okurum. Acele edemem, yavaşlayamam. Çok hızlı değil, kendi tempomda. Ve bir hipnozcunun sizi etki altına alması gibi, sizi etkileyecek şekilde okumayı seviyorum. Bu, inançsızlığın gönüllü olarak askıya alınmasıdır. Eleştirel okumam. Bunu nasıl yaptıklarını anlamaya çalışan bir yazar olarak okumam. Bu daha sonra olabilir, ama esas olarak kitabın etkisi altında kalırım. Ve bu anlamda bilinçli kontrolden çıkarım. Ben sadece o hızda okurum, en azından kurgu ve şiirde. Kurgusal olmayan okumalar için farklı olur tabii.
JP: Hiç çocukluk okumalarınıza geri dönüp dönmediğinizi sorsam?
KSR: Evet bazen. Eski favorilerimin çoğunu, küçüklerken oğullarıma okudum. Ebeveynim beni Okul Kitap Kulübü’ne kaydetmişti: Üç ayda bir kitap gelirdi. Bu kitapların çoğuna hayran oldum. 40 yıl sonra kullanılmış kitapçılarda bunlardan çoğunu basılı halde bulabiliyordum. Eski Posta Kutusunun Sırrı veya Fransız Alplerinde Takip gibi kitaplar; ayrıca, o kulüpte okuduklarım değil ama favorilerim, Joan Aiken’ın kitapları ya da Walter Brooks’un Domuz Freddy’si.
Şimdi Robinson Crusoe’yu incelemeye hazırlanıyorum. Genellikle bir çocuk kitabı olarak okunur, ancak bundan çok daha fazlasıdır. Defoe’den Fırtına’yı okuyordum, harika bir yazar.
JP: Fırtına’yı bilmiyorum.
KSR: 1703 Kasım’ında İngiltere’de büyük bir kasırga patladı. Yaklaşık dört gün sürdü; hasar muazzamdı. Sonrasında Defoe bu konuda insanlarla röportaj yaptı. İnsanlardan görgü tanıklığı ifadelerini göndermelerini isteyen reklamlar bile çıkardı. Son zamanlarda görgü tanıklarının ifadelerine ilgi duydum, bu yüzden gözüme çarptı. Defoe’ya gelince, bazılarını uydurmuş olabilir. Konu kendisine atıfta bulunmaya geldiğinde zorlu biriydi. Sık sık bir şeyler yazar ve sonra yazdığı şeyleri başka birinin yazdığını iddia ederdi.
Yani Fırtına’daki insanların ne kadarının gerçek insanlar olduğu ve onlardan ne kadarının görgü tanıklığını kullandığı belli değil. Olaydan yaklaşık 50 yıl sonra yazdığı Veba Yılı Günlüğü’nde, görgü tanıklarının ifadelerini kesinlikle uydurdu. İlk tarihi romanlardan biri ve harika bir eser.
Fırtına hiç de iyi değil. Defoe şaşırtıcı miktarda yazı yazdı ve bunların çoğu ünlü romanlarıyla aynı seviyede değil. Ama yine de ilginç.
JP: Onu romanın mucidi olarak görüyor musunuz? O sizin büyük büyükbabanızmış gibi uzak bir akrabalık duygusu hissediyor musunuz?
KSR: Elbette. Romanın Yükselişi’nde Ian Watt bu hikayeyi iyi anlatıyor. Romanı icat eden, ünlüler kadar hatırlanmayan bir grup insan vardı. Yani Defoe malzemeden yeni bir şey icat etmiş değil. Cervantes var; Antik Yunanlılara kadar roman gibi görünen daha eski şeylere sahibiz. Ancak Defoe’nun Robinson Crusoe, Moll Flanders ve Roxana’da yaptığı şey, bir hayatın ya da hayattaki bir dönemin hikayesini anlatan birinci şahıs anlatılarıdır. Bunlar bizim onları tanıdığımız romanlar ve Richardson ve Fielding’den daha iyi. (Laurence Sterne farklı bir hikaye, kendi başına harika bir örnek.) Ama benim için, 18. yüzyıl romanına baktığınızda Defoe, çoğundan daha erken olmasına rağmen, daha ilginç.
JP: O halde sizin anlayışınıza göre bilimkurgu gerçekçi geleneğin dışında değil. Yaptığınız bilimkurguyu, en azından Defoe’ya kadar uzanan gerçekçiliğin bir devamı olarak mı düşünüyorsunuz?
KSR Bilimkurgunun geleceği sezen bir gerçekçilik olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle, gerçekçiliği geleceğe taşımaya çalışıyorsunuz, ki bu denenmesi garip bir şey. Diyelim ki 3000 yılında Jüpiter’in uydularında olanları düşünmeniz istendi. Akla hemen fantezi ya da romantizm gibi gelir bu. Rüya gibi bir şey. Ama romanları seviyorsanız, bu roman anlayışının hayatın kendisi gibi olmasını istersiniz.
Yaptığım bilimkurguda, temel kavramın tuhaflığını ona daha gerçekçi ayrıntılar ekleyerek fazlasıyla telafi etmem gerekiyor. Bu şekilde kartondan bir TV sahnesi gibi değil de, gerçekten inanabileceğiniz bir şey gibi görünüyor. Ya da en azından inançsızlığın gönüllü olarak askıya alınmasına yardımcı oluyor, ki böylece bilimkurgu okuyan insanlar olağan şekilde içine girebilsinler. Ve sonra şöyle düşünebilirler: “Sanırım Mars gerçekten böyle olmalı. Mars’ta ilk sığınağı gerçekten böyle inşa edersiniz.” Çünkü anlatıda çok fazla ayrıntı var.
Dolayısıyla kitaplarımın onlar için bir karmaşıklığı var; alınacak bazı riskler var. Ancak yöntem benim amacıma hizmet ediyor; kendi yarattığım sorunları çözüyor gibi görünüyor.
JP: Mars’ın dünyalaştırılması hakkındaki şu Frederick Turner epik şiiri hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunu, kendi Mars Üçlemeniz ile hedeflediğinize benzeyen bir başarı olarak mı düşünüyorsunuz? Yoksa sizce bunlar farklı alanlar mı?
KSR: Frederick Turner’ın tüm destansı şiirlerini seviyorum. Benim bilimkurgumdan farklı olduğu kesin; o daha çok Le Guin’e benziyor. Le Guin’de ve Frederick Turner’da hayranlık duyduğum şey, birkaç sözcükle anlatma ve güzel ifadeyi bulma becerisidir. Bunu isterdim, ama özellikle bunda iyi olduklarını görüyorum. Duru bir çizgileri var. Daha hakiki hissettirecek, yoğun gerçekçi ayrıntılara ihtiyaçları yoktur, bunu istemezler de. Sadece şiirin gücüyle ifade etmeye istekliler. İlham verici ve efsanevidirler. Turner gerçek bir şairdir; onun destanları mısralardan oluşmuş romanlar değildir. Onlar da şiirdir. Kendine has bir tarzı var.
JP: Darko Suvin’in “bilişsel yabancılaşma” ifadesinin, sizin gerçekçi bilimkurgu tanımınıza ne kadar uyduğunu sorabilir miyim?
KSR: Evet. Teorik olarak Suvin çok önemli. Onun bilişsel yabancılaşması, Brecht’in yabancılaşma etkisinden kaynaklanıyor. Her ikisi de Rus yapısalcıların fikirlerini kullanıyor.
Bu etki şöyle çalışır: Okuyucuya çarpık bir görünüm sunarsınız. İlk başta şunu düşünürler: “Bu benim dünyamdan çok, çok farklı, ama yine de bir bakalım.”
Sonra işleri daha da kötüleştiren şey gelir: Ama biz baştan beri sizin gerçekliğinizi anlatıyorduk! Sonra okuyucu, “Vay canına, gerçekliğim aslında sandığımdan çok daha tuhafmış” diye düşünür.
Bu, hafife alınmamalıdır. Tarihseldir, inşa edilmiştir. Bunu farklı şekilde yapabiliriz.
Öyleyse yabancılaşma etkisinde çok fazla ütopyacılık var. Son birkaç yıldır anlattığım yol, bilimkurgunun ikili bir eylemle çalıştığıdır. Bu belki de yabancılaşma etkisinden bahsetmenin başka bir yolu. 3 boyutlu bir filmde taktığınız gözlükleri düşünün. Bu özel gözlüklerin bir merceği size bir şeyi gösterirken size biraz farklı bir şey gösteren diğer merceği vardır. Ve beyniniz bunlardan 3 boyutlu bir görüntü oluşturur..
Yani bilimkurgunun lenslerinden biri, olası bir geleceği hayal etmeye yönelik gerçek bir girişimdir. Diğer mercek, olayların şu andaki durumu için bir benzetmedir. İkisi birleştiğinde elde ettiğiniz şey, geleceğe yönelik tarihsel bir zaman görünümüdür. Milyon yıllık bir yörünge gibi.
JP: Bu inanılmaz bir benzetme.
Benzer şekilde, yıllar içinde kendi romanlarınıza dönüp baktığınızda, ne yaptığınıza dair anlayışınızın değiştiğini görüyor musunuz? İlk kitaplarınıza bakıp şunu söyleyebilir misiniz, “Ah, o zamanlar şimdikinden çok farklı düşünüyormuşum?
KSR: Çoğunlukla hayır, çünkü romanlarımı pek iyi göremiyorum. Ama Kızıl Mars (1992) ile gelen bir kırılma görüyorum.
Kızıl Mars’tan önceki tüm romanlarım bir üslup şablonu içinde işliyordu, buna bilimkurgunun nasıl yazılması gerektiğine dair mutabık kalınan bir anlayış diyebilirsiniz. Heinlein’dan “genişleyen kapı” alıntısı ile ilgisi vardı: bazı şeyleri açıklamazsınız; sergilemekten kaçınır ve eylemin dünyayı tanımlamasına izin verirsiniz. Bunu herkes yaptı ve bu norm haline geldi. Daha önceki üslupta bu kullanışsız görülüyordu.
Yine de, Viking misyonlarından Mars hakkında edindiğimiz bir yığın yeni bilgiyi Kızıl Mars’la iletmeye karar verdim. Ve ben de bu gerçeklik etkisini vurgulamak istedim. Bu yüzden üslup şablonundan vazgeçtim ve kayaları anlatacağım dedim. İnsanlar 20 sayfa boyunca kayalardan bahsettiğimi söylüyor, ama gerçekten sadece iki paragraf. Bu farklı.
Sonuçta Kızıl Mars’ta farklı bir tarz oluşturdum, kısmen eski bir tarz, kısmen kendi tarzım. Bu onu tartışmalı bir kitap haline getirdi, ama bu konuda yapabileceğim hiçbir şey yok. Herkesi memnun edebileceğiniz fikir hızla kaybolur. Sadece istediğinizi yazmalısınız.
Çeviren: Gökhan Karagül | Kaynak