19. yy sonlarına kadar fizikçiler arasında eterin varlığına ilişkin hemen hiçbir şüphe yoktu. Öyle ya, ses yayılmak için bir ortama ihtiyaç duyuyordu ve o ortam atmosferdi. Gırtlakta titreşen kaslar çevrelerindeki gaz moleküllerini hareketlendiriyor, enerji bilardo topları gibi birbirine çarpan hava molekülleri ile alıcı kulakların bağlı olduğu beyinde anlamlı sözcüklere dönüşüyordu. Çocukken kalorifer borularını kullanarak üst kattaki arkadaşınıza mors alfabesiyle mesaj iletebilirdiniz. Ortamı bir metal boru sağlıyordu. Oysa atmosfer dışında sesi iletecek ortam olmadığı için uzay bir kilise kadar sessizdi ki bu durum ileride bilimkurgu film yapımcıları için büyük bir sorun oluşturacaktı. En azından bazıları için!
Her enerji biçiminin iletilmesi için bir ortam gerekiyor idiyse Güneş’ten ve diğer yıldızlardan gelen ışık hangi ortamı kullanıyordu? İşte modern anlamda eter böyle doğdu. Eter bir varsayımdı ve var olmaktan başka çaresi yoktu. 20.yy başlarına, Einstein’ın görelilik teorisinin genel kabul görmesine kadar da zihinlerde var olmayı sürdürecekti.
Uzayda insan zihninin evreni algılama kapasitesine uygun bir ortama yalnızca fizikçiler ihtiyaç duymaz. Bilimkurgu yönetmenleri de ortam yoksunluğu sorununu çözmeye çalışırlar. En azından bazıları! Öyle ya sesi iletecek bir ortam yoksa bir kilometre uzunluğunda bir uzay gemisinin beyaz ekrandan geçişi etkileyici bir şekilde nasıl anlatılırdı? Ya da envai çeşit silahın ateşlenmesi, gemilerin, gezegenlerin patlayışı? Gerçekte yıldızlar sessizce patlar. Fırlayan parçalardan etkilenmeyecek bir mesafede, uykusu hassas bir bebek uyanmaz. En güçlü lazer silahları lazer işaretleyiciler kadar gürültü çıkarırlar! Gerçi yönetmenlerin çoğu bu işe kafa yormaz. Görkemli uzay gemileri geçerken sinema salonu kaynağı belli olmayan pes bir sesle titreşir. Gemilerin gezegenlerin patlamaları ortalığı inletir. Ama haksızlık edilmeyecek bir iki yönetmen vardır fiziğe de saygı duyan. Biri Alfonso Cuaron. Gravity’de istasyonların binlerce parçaya ayrılışı, modüllerin birbirine çarpışı hak ettiği sessizlikte gerçekleşir. Ama gerçekçilik ona gösterilen saygıyı seyirciyi ucuz patlamalarından daha fazla etkileyerek ödüllendirir.
Bir diğeri ve bu yazının konusu 2001 A Space Odyssey‘in yönetmeni Stanley Kubrick. Klasik müzik meraklısı olan Kubrick, uzayda atmosfer yokluğundan kaynaklanan boşluğu 2001 A Space Odyssey‘de enteresan bir müzik seçkisiyle doldurur. Film kapkaranlık bir sahneyle açılır. Ses olmasa filmin başlamadığı sanılabilir. Karanlıkta duyulan Gyorgi Ligeti’nin Atmosphere’s adlı eseridir. Ligeti, 1923 Transilvanya doğumlu bir bestecidir. Macar yahudisi olan Ligeti, II.Dünya Savaşı yıllarında zorunlu çalışma kampına gönderilir. Anne ve babası Auschwitz kurbanları arasında yerlerini alırlar. Macaristan’daki 1956 Anti-Sovyet isyanın Sovyet ordusunca bastırılmasından sonra Macaristan’dan Avusturya’ya kaçar. Diziciliğin (serialism) merkezi olan Viyana’da on iki ton müziği ile tanışır. 2001’de duyduğumuz eserleri Viyana ve sonrası döneme aittir.
Filmin açılışında yaylı çalgılar, üflemeliler dissonant ses yapıları üretirler. Bu yapılar yavaşça evrilirler. Ritm ya da klasik armoni yoktur. Belki de Kubrick eserin yazarı Arthur C. Clarke’la büyük patlama sonrası maddenin temel güçlerle yoğrulmasını böyle anlatmak istemiştir. “Ol” denmeden önceki karanlık, düzenden önceki kaos…
Derken Ay, Dünya ve Güneş’in bir doğru üzerine dizildiği ünlü sahneye geçilir. Filmin leitmotiflerinden en ünlüsü, Richard Strauss’un Böyle Buyurdu Zerdüşt isimli senfonik şiirinin girişi duyulur. Ünlü melodinin bestecisi Richard Strauss, Münih’te Dünya’ya gelir. Babası Münih operasında korno çalmaktadır. Bunun etkisi olsa gerek Strauss’un bakır üflemelilere büyük ilgisi vardır. Wagner de besteci üzerinde derin etki bırakmıştır. Müzikteki büyük anlatılar bakır nefeslileri gerektirmektedir ve Nietzsche‘nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü bir senfonik şiire konu olacaksa, bakır nefeslilerin rolü kaçınılmazdır. Derinlerden kükreyen kontrbaslar ve org, sonrasında beşli ve oktav aralıklarla Zerdüşt’ün Şafak melodisi böyle yaratılmıştır. Münich’te doğan Richard Strauss’un bir Wagner hayranı olması, Zerdüşt’ü bestelemesi ile Münih kökenli bir hareket olan Nazizm ile Zerdüşt’teki üst insan ilişkisi ve yine Hitler’in bir Wagner hayranı olması enteresan tesadüflerdir.
Nietzsche’nin ünlü eserinin temaları arasında insanın kendi kaderini eline alması ve üst insana dönüşümü (sonraları Nazi ideologlarının eline düşecek übermensch kavramı) ve sürekli yeniden doğuş (eternal recurrence) vardır. Nietzsche’ye göre evrendeki her şey bugün olduğu şekliyle yeniden ve yeniden, sonsuza kadar tekrarlanabilir. Evren kapalı, madde miktarı sınırlıysa mümkün olan her kombinasyon gibi, bildiğimiz evren de tekrar tekrar oluşacak mıdır? Sonsuzdan beri aynı şeyleri yaşıyor olma düşüncesi, sözgelimi bu satırları sonsuz kere yazmış olmak Sisifos’un kaya yuvarlama cezası gibi bir şey. Benim pek hoşuma gitmedi. Bunu cehennemden farklı kılan şey belki de hatırlamamaktan ibarettir!
İnsanın Şafağı adlı, primatların monolith’le karşılaştığı bölümde Ligeti yine karşımıza çıkar. Bu kez Requem adlı eseriyle. Monolit açık bir semboldür. Belki bilinç kazanmakla ilgilidir. Requem’in Ligeti tarafından aynı mikropolifoni tekniğiyle yazılmış pasajları insan sesinin de kullanımıyla nasıl olduğunu hayal edemediğimiz bir primat bilincinden insan bilincine yükselişi, belki acıklı bir basamak tırmanışını anlatır. Requem, daha sonra monolitin göründüğü Ay’daki kazı alanı, Jüpiter yörüngesi gibi sahnelerin de leitmotifi olacaktır. Monolitle karşılaşan primat, bulduğu bir uyluk kemiğini alet olarak kullanmayı başarır. İlk yaptığı iş bir başka primatı öldürmektir. Sonra o kemik fırlatılır ve bir uzay aracına dönüşür.
Sonraki sahnelerden birinde bir uzay mekiği uzay istasyonuna doğru yaklaşmaktadır. İstasyon yapay yerçekimi sağlamak için dönmektedir. Elbette uzay boştur ve ses iletilmez. Kubrick bu koca istasyonun dönüşünü derinlerden gelen bir homurtuyla anlatamazsa neyle anlatacaktır? İstasyonun dönmekte olan çeperleri Kubrick’in aklına Viyana’da bir balo salonunda dans eden bir kadının kabarık eteğini getirmiş olabilir mi? Kubrick, 2001 gibi ciddi bir filme Johann Strauss’u da dahil etme fikrine buradan varmış olmalıdır. Ünlü Mavi Tuna Valsi‘nin anlaşılır ve tahmin edilebilir melodisi, neşeli majör akorlar, Strauss’un valsi bu sahne için yazdığı izlenimi yaratır. Johann Strauss’un şekerli melodileri ve dans müziklerinin işe yaradığı, dinlenebildiği tek ortam da 2001’deki bu sahnedir kanımca. Burada bir noktayı hatırlatmakta fayda var. Filmde eserleri kullanılan iki Strauss’un birbiriyle bir ilgisi yok. Yaşadıkları çağ anlamında kesiştikleri kısa bir süre var, ama biri Avusturyalı biri Alman iki besteciden söz ediyoruz. Üstelik Richard Strauss ciddi bir bestecidir!
Filmin eşsiz atmosferine katkıda bulunan, uzayın sessizliğini uygunca dolduran bir diğer besteci Aram Khachaturian. Sovyetler Ermenistan’ından bir besteci. Kendisi Tiflis, babası Nahçivan-Azerbaycan doğumlu. Eğitim için Moskova’ya gidene kadar Kafkasların kültürel başkenti Tiflis’te çok kültürlü bir ortamda yetişir Khachaturian. Kendisi de Moskova konservatuvarındaki formal eğitime rağmen ilk gençliğinin içinde geçtiği Gürcü, Azeri ve Ermeni folklörünün etkisinin bütün eserlerine sindiğini söyleyecektir söyleşilerinde. Khachaturian’ın bir başka esin kaynağı Gomidas’tır. Bir söyleşisinde Gomidas’ın en büyük öğretmeni olduğunu ifade eder. Kütahya doğumlu bir Osmanlı ermenisi olan Gomidas önemli bir müzikologtur. Anadolu ve Ermenistan folklörüne ait binlerce melodiyi arşivlemiştir. Ne yazık ki 24 Nisan 1915’te Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın sıradan bir olay olduğunu söylediği bir operasyonun minik bir uzantısı olarak yüzlerce ermeni asıllı entellektüelle birlikte İstanbul’da tutuklanır ve Çankırı’ya gönderilir. Mehmet Emin Yurdakul ve Halide Edip Adıvar aracılığı ile Talat Paşa’dan alınan özel izinle kurtarılır. Ancak yaşadığı travmaların da etkisiyle hayatı Paris’te bir akıl hastanesinde son bulacaktır.
Aram Khachaturian eserlerinin melodik gelişimleri, onların büyük epik filmler için özel olarak bestelendikleri izlenimi yaratır. Filmde Discovery uzay aracı Jüpiter yakınlarındadır. Ekip Dünya’dan o kadar uzaktadır ki bir radyo mesajı Dünya’ya yirmi beş dakikada gidebilmektedir. Bu yalnızlık Khachaturian’ın Gayane Bale müziğinin Halı Dokuyan Kadınlar (Adagio) bölümüyle anlatılır. Khachaturian’ın kafkas ve Anadolu folklöründen etkilenmiş melodik dizileri kulaklarımıza tanıdık gelecektir.
Filmin sonlarına doğru Discovery personeli Dave Bowman monolitle karşılaştığında Requem yeniden uzay boşluğunu doldurur. Bowman’ın monolit aracılığı ile çıktığı yolculukta yaşadıkları, yaşlığı ve monolitle son karşılaşmada bir fetuse dönüşümü Nietzsche’nin sonsuz dönüş argümanına atıf olarak okunabilir. Nitekim bu sahnede Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün Şafak melodisi son kez duyulur.
Hazırlayan: Selim Erdoğan