90’lı yıllarda bir arkadaşın evinde Ghengis Khan adlı Koei yapımı bir oyun oynadım. Dünya’yı ele geçirme hedefli bir strateji oyunuydu. O döneme göre çok iyi düşünülmüş bir oyundu. Örneğin komşu bölgeleri savaş açma tehdidiyle vergiye bağlayabiliyordunuz. Liderlik yeteneğiniz için puanlar dağıtıyordunuz ve yaşlandıkça bunlar azalıyordu. Evlenerek çocuk sahibi oluyordunuz. İşgal ettiğiniz bölgeler ise zamanla isyan ettiği için amca, çocuk veya kardeşlerinizi yönetici atamak önemliydi.
Sadece oyunu bitirmek için amiga aldım. Fakat bir sorun vardı. Belki de aldığım disketten dolayı kayıt (save) edemiyordum. Bu nedenle iki gün uykusuz kalarak sürekli oynadım. Oyuna başladığım karakterin torunu veya torunun çocuğuna kadar gelmiş olmalıyım ki nihayet Dünya’yı ele geçirdim. (Dünya dediysem Eski Dünya.) Dünya’yı ele geçirince bir tören oldu ve oyun bitti. Ama ben de bitmiştim. İki gün uykusuzluk, migren, mide bulanması… Bir gün boyunca komada gibi uyudum. Bu oyun Dünya’yı ele geçirme hayallerimin sonu oldu. Evimde, sırt üstü yatarak, bir oyunda dahi bu denli zor oluyorsa gerçeğini hiç hayal etmemek gerektiğini anladım.
O oyunu oynadığım dönemlerde, böyle oyunlarla çocuklara yönetme, liderlik ve politikanın öğretilebileceğini düşündüm. Haldun Aydıngün ise o dönem bunu düşünmekle kalmamış, güzel bir bilimkurgu roman haline getirmişti: Başkan Oyunu… Türk bilimkurgu kitaplarının çıkmadığı ve bazı yayınevlerinin Türk yazar basmıyoruz dediği bir dönemde yayınlanan bu kitap elbette ilgimi çekti ve okudum. Anlatımda sorunu olmayan, güzel bir eserdi. Hatırladığım kadarıyla liderlerin “Başkan Oyunu” ile seçildiği bir gelecek anlatılıyordu. Kitabın kahramanı olan çocuk kendine özgü stratejisiyle en başarılı oyuncu oluyordu. Oyunu bir kere oynuyordunuz ve başarısızsanız karakterinizin sonu idam, suikast veya bir hücrede ömür geçirmek olabiliyordu.
The Matrix’teki gibi eğitimlerin ve deneyimlerin (helikopter kullanma, dövüş eğitimi gibi) birkaç saniyede programla aktarıldığı bir gelecek düşünmek zor değil. Ama işin oyun kısmında kalalım. Oyunlar giderek daha çok hayatımıza giriyor. Filmler bizi oyunların geleceğine hazırlıyor. Sadece sanal kalmıyorlar; bir yandan çipler üzerindeki sanal boyutları gelişiyor, bir yandan gerçekliğimize sızıyorlar. Belki gelecekte tüm günlük hayatımız oyun haline gelecek. Çalışarak, spor yaparak, birine yardım ederek puanlar toplayacağız. Yanlış eylemlerimizde de ceza puanı alacağız. Örneğin evde otururken birden görev gelecek: “Bir bara git ve sarışın bir kıza içki ısmarlamayı başar. Ödül 200 puan.” Tamam, oyunların gelecekte hayatımızı kontrol edeceğini söylemek zor değil. Bunu herkes görebilir. Ama ya zaten bir oyun içindeysek?
“Yoksa içinde bulunduğumuz evren bir oyun mu?”
The Matrix ve The Thirteenth Floor gibi filmler bir simülasyon içinde yaşadığımız ihtimalini sorgularken, Tron gibi filmler de oyun evrenler yaratabileceğimiz gerçeğini ortaya koyuyor. 2009 yapımı Gerard Butler‘li Gamer ve 2016 yapımı Emme Roberts’in oynadığı Nerve gibi filmlerse oyunların gerçek hayata müdahale edeceği bir kurguyu sunuyor. Tek oyunculu veya milyarlarca ruhun katıldığı bir MMORPG bir oyunda yaşıyor olabiliriz. Hayal edelim… Tanrı başka bir evrendeki küçük bir çocuktur. Bir gün evren adlı bir oyun hediye ederler. Oyunu kurar. İlk insana kadar geçen zaman hızla geçer. Başlangıçta insanların sayısı azdır. Neredeyse hepsiyle konuşur. Ama yaratıkları hızlı çoğalmakta ve onun hayal ettiğinden farklı davranmaktadır. Canı sıkılır.
Baştan başlamak ister. İlk başta yaptığı yanlışlardan ders almıştır. Bir tufan işini görür. Dinlere ve peygamberlerine bakarsak evren adlı oyunu oynayan çocuğun karakterindeki değişimleri de fark ederiz. Hz. İbrahim kurucudur, Hz. Musa kızgın ve kıskanç, Hz. İsa sevgiyle iş görmeye çalışır, Hz. Muhammed hesapçı, tüccardır. Sanki sevap ve günah puanlarından oluşan ticari bir denklem vardır. Ama sizin de başınıza gelmiştir; zamanla oyunda sıkılırız, çok emek harcadığımız için silmek veya hesabımızı kapatmak da istemeyiz. Bir süre kendi haline bırakırız.
Çok oyunculu versiyonunu da düşünelim… Dini mitolojiye göre her şeyden, evrenin başlangıcından da önce insan ruhları bir alemdedir. (Bu ruhların nasıl yaratıldığına veya tanrı ile bağlantısına ilişkin net bir açıklama yok. Belki Tanrı’nın nurunun parçasıdır.) Tanrı ile ruhlar bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaya göre ruhlar bu evrende içine girdikleri bedende bazı kurallara uyacaktır. Uymazlarsa cezalandırılacaklardır. İşte “niye öldüğümüzde Tanrı bizi yargılıyor, ne hakkı var buna?” sorusunun yanıtı bu anlaşmadır. Tanrı insan bedenine şekil verir ve ruhu içine üfler. Daha basit açıklayayım… Gelecekte bir avm’ye gittiniz, kask takıp içine girdiğiniz sanal dünya oyunları var. Dükkan sahibi yaşlı adam size oyuna girmeden önce bir kural kağıdı veya devletin istediği yasal veya sağlık sorunlarıyla ilgili bir sözleşme imzalatıyor. Kaskınızı takıp istediğiniz oyuna giriyor belki bir saatte yıllarca sürmüş gibi hissettiğiniz bir oyun yaşıyorsunuz.
Başka bir oyun tanrıların neden tapınılmaya veya inanılmaya ihtiyaç duyduğuyla ilgilidir. Black & White adlı eski oyunda tanrılar, yaratıkların onlara tapınması kadar güçlüdür. Belki de tanrılar, bu evrendeki inanan sayısı kadar güçlenir veya unutulur. Tapınma ile yaşam enerjisi elde ederler. Michale Ende’nin “Bitmeyecek Öyküsü” adlı klasik eserinde Fantazya dünyası insanlar artık masallara inanmadığı için yok olmaktadır. Ya tanrılar da böyleyse, bu evrendeki inanma veya ibadet başka bir boyuttaki varlıkları etkiliyorsa?
Kader konusunu da oyunlarla açıklamak mümkün… Yıllardır Buzzerbeater adlı bir sitede basketbol takımım var. Sadece menajerlik yapıyorum. Yani oyuncu transfer ediyor, yetiştiriyorum. Haftanın belli gün ve saatleri de başka bir takımla maç taktiği veriyorum. Maça müdahale edemiyorum. Saati gelince oyun motoru maçı oynuyor, o sorada online ise maçı 12 dakikalık dört devrede izliyorum. Maç toplamda 48 dakikadan fazla sürüyor ama esasında maç saati geldiğinde birkaç saniyede hesaplanmış oluyor. Tıpkı animasyonlardaki render aşaması gibi 48 dakikada gerçekleşiyor. Yani kader dediğimizde oyun motoru, her şey hesaplandı bitti ama biz bunun gerçekleşme aşamasını yaşıyoruz.
Kader ve oyun motoru dediğimiz zaman ortaya başka bir sorun daha çıkıyor: Dua kavramı evren içinde bir tanrı yazılımı gerekliliğini de ortaya koyuyor. Biliyorum ne dediğimi çoğunuz anlamadı. Basitçe anlatacağım… Diyelim ki ben karakterlerin romanın yazarıyla konuşabildiği bir roman yazdım. Karakterler romanın yazarıyla konuştuğu zaman benimle konuşmaz. Yazdığım ve kurguya kattığım “roman yazarı” karakteriyle konuşur. Bu evren de yaratıldığı zaman kader programına göre her şey oldu ve bitti. Dua edildiği, tapınıldığı zaman ulaşılan tanrı da sadece gerçek yaratıcının (ki varsa) yazdığı tanrı yazılımı olabilir. Tanrı kendi yarattığı evrenin “online” müdahil bir parçası olamaz –kader kavramına göre-, bu mantığa göre de peygamberlerle konuşan, kitap gönderen, dua edilen varlık, gerçek tanrının, kendisini temsilen programa eklediği bir tanrı yazılımı olabilir. Tıpkı benim romana karakterler konuşsun diye yazdığım roman yazarı karakteri gibi.
Henüz evrenimizin simülasyon olduğu kanıtlanmadı ama gelecekte günün bir saati simülasyon evreni veya kabinlerinde bir ömürlük maceralar yaşayacağız. Belki de fantastik bir evrende savaşçı, sihirli bir kelime söyleyip görünmez olacak büyücü olacağız. İşten çıktığımızda bir saatimizi ayırıp, sanal bir macerada 60-70 yıllık bir ömür sürdürebileceğiz.
Bütün bu hayaller, belkiler, kurgular ötesinde ne düşünüyorum biliyor musunuz? Bence bu evrenin gerçeğini bir kişi tam isabetli bildi: Platon. Mağara alegorisi evrenin gerçeği. Yüzlerce yıl önce bunun düşünülmüş olması da çok garip.
Hazırlayan: Orkun Uçar