Filmlerde, kitaplarda zaman zaman karşımıza şu soru çıkardı: “Bu güç yanlış ellere geçerse neler olur düşünebiliyor musunuz?” Uzun yıllar boyu düşünemedik bunu. Sadece öyle olmadığı için şükredebildik. Öyle ya güç yanlış ellere geçseydi her şey mahvolurdu, hayatlarımız yaşanmaz hale gelirdi. Buna derin ayrıntılarıyla ilk kafa yoruşum, beşinci romanım Zamanda Kuşatma‘nın ilk bölümlerini oluşturduğum döneme denk gelir. Zaman yolculuğu gibi bir imkanın yanlış ellere geçmesi nelere yol açar sorusuna tutarlı bir yanıtımız olmadığını görüyordum. Tamam herhalde korkunç olurdu, ama ayrıntılar neydi? Kimdi bu yanlış eller mesela, sırf kötü insanlar mı? Kötü insan tam olarak kimdi ki? Ayrıca yapabilecekleri en kötü şey, sebep olabilecekleri en berbat sonuç neydi tam olarak?
Onca ıska tanımı ve istisnayı aşıp da tam bir kötü insan tanımı yapabilmek için bile epey veri süzmek gerekti. Sonuç: Kötü insan demek, kendini eğlemek için başka canları harcamaya ihtiyaç duyan insan demekti. Püf noktası şuydu ki, herkesin içinde değişen derecelerde bir miktar “kötü insan” yönü vardı. Bu tarafı çok ağır basanlar kolayca ayrımlanabilen psikopat ve sosyopatlardı. Ortalama insanda ise kötü taraf ancak zaman zaman ağır basıyor, tanımlanması zor oluyordu. Bu yüzden gerçek kahramanların asıl görevi, iyilerin kötülerden korunmasına yardımcı olmak değil, aslında herkesin kendi iyi tarafını kendi kötü tarafından korumasına destek vermekti..
Bu durumda edebiyattaki kötü insan tanımımız da, kendine göre sebeplerle kötü tarafını fazla öne çıkaran ve başkalarını sistematik olarak harcama hareketleri yapan kişiler olarak beliriyordu. İşte bilgiler, teknolojiler veya güç böylelerinin eline geçerse çok fena olurdu, iyi ki de geçmiyordu… Örneğin Zamanda Kuşatma’nın bir sahnesinde Optimizer, zaman yolculuğu teknolojisinin geçmiş zamandaki insanların kullanımına neden bırakılmadığını Nesil’e şöyle açıklıyordu:
***
“Toplumlarınızın psikolojisi bu deneylerin getireceği teknolojiye hazır değil. Böyle bir imkanın ‘harcanabilir insan’ kavramını doğal karşılayan insanların eline geçtiğini bir düşünsene?”
“Nedensellik akışını salt kendi keyiflerine göre yönlendirirler,” diye tahmin yürüttü Nesil. “Yalnızca kendi algılarına tatlı gelecek gerçeklikler oluştururlar. Etki menzillerindeki geri kalan insanlar kim bilir ne hallere düşer… Önemseyeceklerini sanmıyorum. Hele de aralarında olayları nasıl değiştireceklerine dair çekişme başlarsa…”
“İnsanlığın geri kalanı ‘filler tepişirken çimenler ezilir’ konuma düşer,” diye tamamladı Optimizer. “Hatta beceriksizlik edip, insan uygarlığının evrenden tümden silindiği alternatiflere kayanlar çıkabilir… Veya elindeki ‘insan acısı’ malzemesinden, kafasına göre sanat eseri filan yaratmaya kalkışacak hasta tipler türeyebilir… İnsan tabiatının kendini bencilliğe bırakmış tarafını sen de gayet iyi tanıyorsun işte.”
***
Derken başka ipuçları da ağır ağır belirmeye ve bir araya toplanmaya başladı. Hatta belli bir eşik düzeyi hızlıca aşarak ardı ardına birikir hale geldiler. Hem de sırf edebiyat veya senaryo dünyasından değil, bizzat bilim ve teknoloji alanlarından veriler internet ortamında vızır vızır uçuşur duruma geldi. Diyelim doğada en az 650 çeşit bakteriyi, virüsü ve mantarı yok edecek, HIV virüsünü bile vücuttan temizleyecek bir molekül var olsun. Bu bilgi yanlış ellere geçse sonuç ne olurdu?
Yanıt: Bu molekülü yalnızca kendileri kullanır, insanlığın geri kalanına bu bilgiyi unutturur, onları sadece sınırlı tedavi sunan ve kendi sattıkları ürünlere mahkum bırakırlardı. Çünkü kötü insanlar mutlak kontrol sever ve başkalarının hayat enerjisini her şekilde harcayarak beslenir. Hmm… Bugünlerde Türkçe yazılı internet kaynakları arasında en az iki ayrı web sayfasında, kolloid gümüş hakkında şu bilgiye rastladım:
“Doktorların temelde gümüş suyunu tanımama sebebi yine kapitalist dünya düzenine dayanır. 1906 senesinde bütün büyük ilaç şirketlerini satın alan John D. Rockefeller koloidal gümüşün ilaç satışlarının önünde engel oluşturacağının farkındaydı. Bu sebeple Jude Abraham Felxner yardımı ile Amerika’daki tüm tıp fakültelerinde gümüş suyu konusunun işlenmeyeceği ve bu talimata uymayan tüm profesörlerin lisanslarının elinden alınacağını belirtmişti. İşin ilginç tarafı Rockefeller, ailesinin hiçbir zaman ilaç kullanmasına izin vermemişti.”
Bir tıp fakültesi mezunu olarak eklemeliyim ki, altı senelik eğitimim boyunca kolloid gümüş konusuna ders olarak hiç rastlamadım. Üstüne yirmi senelik hekimliğim boyunca, insanlar enfeksiyonlardan sapır sapır dökülür ve türlü acılar-yıkımlar yaşarken, dünya çapındaki tıp dünyasının bunların bir bölümünü çaresizce seyredişini ve etkisiz kalışını gördüm. MRSA gibi, HIV gibi temizlemesi zor ve korkunç enfeksiyonlar hastaları kıvrandırırken, gümüş iyonlarının muazzam tedavi edici özelliğine tek izin verilen alan yanık merhemleri ve antiseptik bandajlar olarak tezahür etti. Neden? Çünkü gümüşün gücü yanlış ellere çoktan geçmiş bile… Ve bizlerin bundan ancak yeni yeni haberimiz olabildi.
Diyelim ki ta 19. yüzyılda bir bilim insanı çıktı ve dedi ki, enerjinin nakli için kablolara gerek yok. Hatta enerjinin nakline gerek yok. Herkes için bulundukları mecrada havadaki molekül salınımlarından enerji elde edilmesi ve kullanılması mümkündür. Hikaye bu ya, diyelim ki bu bilgi kötü niyetli birilerinin eline geçti. Ne olurdu? Bir kere bu kötü insanların, kendilerine bedel ödenip izinleri alınmadan, isteyen herkesin özgür bir şekilde enerji kullanması fikrinden dolayı tüyleri diken diken olurdu. Hemen bilgiyi ve teknolojiyi kontrol altına almak için harekete geçer, kimsenin farklısını öğrenmesine ve yaygınlaştırmasına izin vermemek için herkesin hayatını gözlem altına alır, bilenleri susturur veya ortadan teker teker temizlerlerdi.
Onun yerine enerjinin ancak kendi kontrolleri altında üretilip bedel karşılığı dağıtılmasını makul gösterecek mantık dizgeleri kurar, gerekirse yapay bilgiler üretip insan kitlelerine bunları telkin ederlerdi. Aksini toplumlara hatırlatabilecek bilgi sahibi kişiler kazalara kurban götürülür ve susturulurdu. Yeni nesillere okullarda ancak sınırlandırdıkları mantık dizgesinin bilgi diye verilmesi için müfretadlara müdahale ederlerdi. Üniversitelerde kafa çalıştıran genç insanlar bağımsızlaştırıcı bilgilere ulaşamasın diye tüm araştırmaları ödenek ablukası altında incelemeye alır, gerçeğe fazla yaklaşanların ödeneğini ve ilerlemesini keserlerdi. Yeterince uzun süre şiddetle ısrar ettiklerinde, zamanla insan kitleleri hayati bilgileri duyduklarını bile unutur, veya mitlerde kalmış addeder, önlerine konan sınırları gerçekmiş gibi algılayıp ona göre yaşamaya başlarlardı…
Durun bir dakika, bu öykü fazlasıyla tanıdık geliyor mu size de? Sahi, Tesla ve Edison sadece birer roman kahramanı veya senaryo karakteri değil, gerçekten yaşamış bilim insanlarıydı. Biri özgürlükçü, diğeri kontrolcüydü. Ve maalesef kontrol saplantılı kötü adam, özgürlükçü iyi adamın önünü kesmeyi başarmış ve güç yanlış ellerde kalmıştı. Yine. Buna benzer diğer örnekler bilgi ortamlarında araştırma yaptıkça karşımıza dizilmeye devam ediyor. İnsanlar kontrol saplantılılara sürekli para ödemek zorunda kalmamak için ihtiyaçlarını azalttıkça, onlar bu kez daha temel ihtiyaçları ablukaya almak üzere depara kalkıyor. Örneğin tüccarın teki çıkıp su insan hakkı değildir, su benimdir ve herkese ben satarım, bana para ödemeyene su yok demeye getiriyor. Bulunulan atmosferden su elde edilebileceği bilgisinin pratik kullanımının fazla yaygınlaşmaması için baskı devam ederken, bir yandan dünyanın akarsuları enerji üretimi bahanesiyle künklere alınarak ablukalanıyor, yeraltı sularının yönleri değiştiriliyor.
Veya örneğin kanser tedavisini başaran hekimlerin artık kaza süsü bile verilmeye vakit kalmadan, aleni cinayetlerle ardı ardına ölüm haberleri geliyor. Aşılar artık şifa değil hastalık sokuyor vücutlara ve bu halleriyle kanunen zorunlu ilan edilmeye uğraşılıyor. Çünkü kontrol saplantılılar, dünyada nüfusu azaltıp rahat kontrol edilir düzeylerde tutma hayallerine ve planlarına girişmiş ve bunu röportajlarında açıkça belirtiyorlar. İyileşme sağlayacak en önemli bitkiler, tutarsız dayanaklarla bile olsa yasak ilan ediliyor. Yani temel sağlık ihtiyacı zorla bozuluyor ve düzeltilmesi parasal taksitlere bağlanıyor. Bir yandan tepemizde her gün kilometrelerce uzunlukta çizgiler çekerek uçan jetlerin, aslında dünyanın her tarafındaki topraklara sistematik olarak neler yağdırdığının bilgileri geliyor… Yiyecek sunan ağaçların toplum yaşamında yaygınlaşmasının önü zaten kesilmiş… Yiyeceğini kendin yetiştirmek her türlü bahaneyle imkansız hale sokuluyor, sürekli insanları bağımlı tutacak yönetmelikler hazırlanıp yürürlüğe konuyor… Küçük pratik evlere çekilerek faturaya bağlanmaksızın doğadan geçinmek kanun dışı ilan edilmeye uğraşılıyor, yağmur suyu toplayanlara ceza kesiliyor, arazisinde su kütlesi bulunanlara bunları kurutma talimatı veriliyor, yoksa ceza ödetme tehdidi geliyor…
Bu arada kontrol saplantılılar, her yıl doğan yüz binlerce çocuğun taze zihinlerinin artık bilindik beşeri reflekslerin ötesinde tepkiler vermeye başladığını fark ediyor. Bunlar büyüdüğünde oluşacak genç nüfusun ve dekatlar ilerledikçe yaratacakları toplumların eski yöntemlerle kontrol altında tutulamayacağı hesaplanıyor. Sıra dışı çıkarımlarda bulunabilecek, toplumlarda örnek oluşturacak başarılar kazanabilecek, hayatı rahatlatıp özgürleştirecek buluşları açığa çıkarıp ele verebilecek gittikçe daha fazla insanın belirmesi söz konusu. Hemen önlemler düzenleniyor: İşlek beyinleri uyuşturup düşünemez hale getirecek ilaçları onlarca ülkenin çocuklarına daha yolun başında yüklemek üzere hastalık teşhisleri icat ediliyor.
Çakma rahatsızlık belirtileri “dikkat bozukluğu” gibi isimler altında toplumlarda pompalanarak yaygınlaştırılıyor. Aileleri çocuklarının bu durumda olduğuna inandırıp tedavi ve ilaç parası toplayacak sektör hemen hızla oluşturuluyor, baraj gibi toplumlara diziliyor. Birileri çıkıp “arkadaş hasta dediğin beş olur on olur, binlerce çocuğun hepsi mi aynı anda dikkat bozukluğuna yakalanmış, yoksa bizim dikkatlerini üzerinde tutmalarını talep ettiğimiz konularda mı bir sakatlık var,” diye sorgulamaya başlayana dek koca bir kuşağın beyinleri bu darboğazdan geçiyor. (Ve evet, okullarda öğretilen konularda sakatlık var, çünkü onlar kontrol saplantılıların işine geldiği şekilde rafine edilip saptırılmış, bilimsel temellerinde tutarlılık kalmamış data yığınları sadece.)
Bütün bu hengamede de bir yandan, geçen dekatlar içinde insanların hayatlarını toplu olarak rahatlatabilecek ve özgürleştirebilecek çeşitli gelişmeleri mümkün kılan 5000’den fazla patentin saklandığını, bilgilerin ablukaya alındığını öğreniyoruz… Yani teknik bilgi ve güç eksik değil, ama bunu hayata geçirebilecek mekanizmalardan insanlık olarak yoksunuz. Değme distopyanın evren tasarımını yaratmaya kalkışmış olsam bu kadarını herhalde konuya dahil edemezdim… Etsem de herhalde okuyucum takip ederken kendini tuhaf hisseder, Brezilya dizisine çevirmişim ve melodramın dozunu patlatmışım diye bana için için kızardı… Ve eğer bütün bunlar ince örülmüş birer distopyanın ayrıntıları değilse… Veya uçuk zihinlerin ortaya koyduğu birer komplo teorisinden ibaret değillerse…
O zaman bizler, güç yanlış ellere geçse neler olurdu sorusunun canlı yanıtlarının zaten ta içinde yaşıyoruz demektir. Güç Zaten Yanlış Ellerde. Meğer zaten distopyanın ortasındaymışız ve buna rağmen insanlık olarak yine iyi hayatta kalmışız.
Bu gidişatın sonunun nereye çıkacağını önümüzdeki dönemlerde hep beraber yaşayıp göreceğiz. Belli ki kontrol saplantılıların rahat edeceği türden hayat düzeni, aslında onlar dahil hepimiz için çok sınırlı ve sürdürülebilirliği olmayan bir dünya anlamına geliyor. Bu ablukayı kırıp varoluşu devam ettirebilecek miyiz, evet ise bu nasıl olur, gibi soruların yanıtları ise yine zihin ürünlerimizin satır aralarında gizli. Şimdiye dek distopyanın dikalası gibi bir dünyada yaşadığımızın bu kadar berrak biçimde ayırdında değildim. Yani herşeye rağmen yine de biraz aydınlık ve umut filan var gibi görünüyordu… Ama yine de seziyor olsam gerek ki, romanlarımın arka planında ne zaman bir evren tasarımı ve toplum düzeneği oluştursam, gücü “kendi adına ve başkaları pahasına kullanan bilindik yıkıcı ezber”in ötesine uzanmaya, alternatif aramaya, bulamasam da yaratmaya gayret etmişimdir.
Örneğin zamanda yolculuk teknolojisini kendi bindiği dalı kesmeden, kendi geçmiş algısını baltalamadan ve canlı ekosistemini kaybetmeden kullanmayı başaracak bir toplumun, “harcanabilir insan” kavramını çoktan geride bırakmış olması gerekiyor gibi görünüyor. Yoksa o düzeye gelemeden kendilerini bir şekilde yok etmeleri kaçınılmaz. İlla ki belli sınırlara riayet ettiler, varoluş haklarına belli bir saygıyı duydular, eşik düzeyin üzerinde işbirliği ve ekip ruhu tesis edebildiler ki halen hayattalar. İşte böyle bir toplumun üyeleri nasıl düşünür, konuşur ve hareket ederdi sorusunun yanıtını içgüdüsel olarak tüm öykülerimin arka planında aramış ve örmüşümdür:
***
Gözünde canlananlar yüzünden Nesil’in içinden hafif bir titreme gelip geçti. “Ama siz öyle hareket etmiyorsunuz…” dedi sonra. “Değil mi?”
“Doğru.”
“Neden?”
Büyük sınav sorusu, diye düşündü Optimizer. Haydi bakalım. “Çünkü biz umursamayı tercih ediyoruz,” dedi açık ve berrak bir tavırla.
“Neden?” dedi Nesil yine. Umutla soruyordu aslında. Geri gönüp kendi insanlarına laf anlatırken, onları ikna edebileceği kadar sağlam bir sebep duymayı umarak soruyordu.
“Çünkü umursanılmayınca hep beraber ölünüyor,” dedi Optimizer.
“Nasıl yani? Çevresel felaket filan mı?”
“Bazen. Veya toplumsal felaket. Veya kişisel felaket. Umursamayı başaramayanlar kendi kendini kuantum çorbasından er geç şutlatıp düşürüyor… Uzun, acılı, kasvetli, üzücü şekillerde… Onlar için geriye varoluş adına iç açıcı hiçbir şey kalmamacasına…..”
Nesil onun üçboyuta sığmayacak derinlikte bir veri sunduğunu fark ederek bakakaldı.
“Bunun da tercih edilecek hiçbir tarafı yok,” diyerek yumuşak bir sesle sözlerini bitirdi Optimizer. “Bu kadar basit.”
***
Aslına bakarsanız distopyanın en çukur bataklıklarından yükselip, zihin ürünlerimizle ışığı arayıp bulanlar olarak yine fena değil performansımız: Kayık halen yüzüyor, alabora yok. Geleceğimizi de hep beraber kendimiz yazacağız, tıpkı edebi ve sinemasal ürünlerimiz gibi.
Hazırlayan: Özlem Kurdoğlu