matrix hacker simulasyon

Ya Gerçek, Sandığın Şey Değilse?

“Düşünceyle gerçek arasına, devinimle eylem arasına düşer o gölge” –T.S. Eliot

The Matrix filminde Morpheus, düşten uyandırdığı Neo’ya “Gerçeğin çölüne hoş geldin,” der. Burada Morpheus’un söylediği söz, T.S. Eliot’ın Çorak Ülke adlı şiirinde gerçekliğe ve gerçeğin insan zihnindeki, bilincindeki yansımalarına işaret etmektedir. Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda anlatıldığı gibi, sıradan hayatını sürdürmekte olan kahraman için her şey yolunda giderken ansızın biri çıkagelir. Eşiği geçmesi için davette bulunur ve yaşamı bir anda bütünüyle değişir. Bildiği ne varsa bilinmezliğe karışır. Tanıdık geliyor, değil mi?

Morpheus, Yunan mitolojisinde önemli bir figürdür; görevi gereği uyku tanrısı babası Hypnos’un boşluğa bıraktığı ruhları alır, tatsız gerçeklerden kaçırarak düşler arasında gezdirir. Oysa filmde Morpheus’un tam tersini yaptığını görürüz. İnsanları gerçeğin “acı” suretiyle yüzleştirir ve bu değişim birçok insanda gerçeğin yıkımına yol açar.  Üstelik gerçeğin yıkımı, gerçekliğin yıkımına sebep olur. Zira gerçek dediğimiz şey, yalnızca çepeçevre saran yapılardan, solunan havadan ya da algılanan maddeden ibaret değildir. Bilincin konumlanmasına dek pek çok başka ayrıntıyı da içerir.

Buna en iyi örneği yine Matrix evreninde buluruz. Animatrix’in bir bölümünde, “The Kid” olarak bildiğimiz karakterin gerçekliğin sanıldığı kadar “gerçek” olmadığı kuşkusuyla yaşamakta olduğunu görürüz. Sorguları neticesinde Neo’ya ulaşır, sınırları zorlar ve özgürleşmenin anahtarı olarak intiharı seçer. Gözlerini Zion’da açtığında ilk gördüğü kişiyse onu karşılayan kurtarıcısı olur. İkinci filmin başlarında heyecanla etrafında koşturan çocuğu anımsarsanız, hâliyle sebebini de anlamışsınızdır.

matrix

Karl Popper ismine aşina mısınızdır? Bilim felsefesinin en önemli ilkelerinden kabul edilen Yanlışlanabilirlik İlkesi‘ni ortaya atan Popper, bir disiplinin bilim sayılabilmesi için uygulanması gerekenin doğrulamak değil, yanlışlamak olduğunu öne sürer. Yani, haklılığını aramak yerine yanlışlığı var mı diye yoklamak, sorgulamak gerekir. Böyle düşününce, Çocuk olarak bildiğimiz kişinin mezar taşında Karl Popper yazması anlamlı hâle geliyor, öyle değil mi?

Gelelim yeniden Morpheus’a. Şık kıyafetleri, karizmatik sesi ve yetkin hitabetiyle pek çok insanı hapsolduğu rüyadan kurtardığını biliyoruz. Kendisi âdeta Kung-Fu bilen bir Cicero; hâliyle felsefi sözler etme konusunda çoğu ismi ekarte edebileceği aşikar. Ancak idealist bir çizgide hareket ederken atladığı nokta, “Gerçeğin Yıkımı” diyerek tabir ettiğimiz şuur değişiminin aslında kişiye alan bırakmaması. Ünlü misalde belirtildiği gibi yumurta, yaşamı yalnızca içeriden kırılarak meydana getirebilir. Bu durum algıyı yıkarken de aynı prensibe bağlı biçimde işler. Çocuk kurtuldu evet, ancak onun kurtuluşu aidiyetle ilgiliydi. Ait hissetmediği gerçekliği gerçek olarak benimseyemedi ve adımını attı. Ya böyle olmasaydı?

Matrix’in İncil’den esinle ortaya çıktığını söylemeye gerek yok. Filmin her köşesinde bunu rahatlıkla görmek mümkün. Şu halde, Yahuda misali, “seçilmiş olan” ve arkadaşlarına ihanet eden Cypher’ı yalnızca basit bir kötü olarak değerlendirmek ne denli makul? En başta karakterin, kendine biçilmiş olan karakteri yaşadığını kabul etmek gerek. Fakat bu kabul başka bir soruyu gündeme getirmekte. Bu “kaderci” senaryo yalnızca onu mu kapsıyor?

Cypher’a kırmızı hap ile mavi hap arasında seçim şansı tanıyan Morpheus’un bunu diğerlerine de yaptığını biliyoruz. Neo’nun hikâyesini zaten izledik. Ancak özgür irade ve seçim bahsi en başından beri ustaca hazırlanmış bir yalandı. Morpheus, idealleri uğruna seçim yapmak üzere olan herkesi manipüle ediyor, karar senin dese de telkinle istediği noktaya ulaştırıyordu. Böylece kırmızı hap tek seçenek hâline geliyordu. Amacı ve motivasyonu Kahin’in ona bahşettiği roldü. Olması gerektiği kişiye varabilmek için oyunlar oynuyor, insanları yönlendiriyordu. Tıpkı Kâhin’in onu yönlendirdiği gibi. Lakin aradaki fark; Morpheus’un inanması, Kâhin’in inandırmasıydı.

Kâhin, sistemin içerisinde birbirini tetikleyen bazı açıklar yaratmıştı. Neo’nun varlığı yapının devamlılığı için gerekli bir anomaliydi ve bu vesileyle sistem vakti geldiğinde kendini sıfırlayacak biçimde tasarlanmıştı. Bunu gerçekliğin içinde kader, dışında program sayacı olarak düşünebiliriz. Kâhin bilindiği üzere Matrix’i yöneten Mimar’ın sisteme sonradan eklediği bir programdı. Görevi de insan ruhunu, bilincini anlamak ve böylece işleyişi sağlamaktı. Her döngüde – ki Neo altıncı döngüye denk gelir- insanlara, insanlık tarihi boyunca medeniyeti kurmalarını sağlayan formülü taklit ederek bir ideal sunar, bahsi geçen ideal de seçilmiş olanı bulmaktı. Eğer onu bulurlarsa kehanetin vaadi, seçilmiş olanın onları yıkımdan kurtarması ve özgürlüğü müjdelemesiydi. Yani, sistemin planı, oyun içinde oyunla işliyordu. Bu durumda bütün olayların haddizatında planın parçası olduğunu ve her karakterin birbirine temasını bu odakta irdelemek gerektiğini söylemek elzem.

Cypher, İngilizcede “şifre” anlamına gelir. Buna geçiş için gereken veri de diyebiliriz. İdeali uğruna ömrü boyunca çaba sarf eden Morpheus, arka kapılardan ustaca yararlanıyordu. Sistemin unsurları da devamlılığı sağlamak gayesiyle ona aynı şekilde hamle yapıyor ve aralarındaki akıl oyunu giderek kızışıyordu. Cypher, bu bağlamda bir karşı hamleydi. Morpheus’un ona kırmızı hapı verirken yalan söylediğini düşünüyordu, bu da sistemin ona oynamasını sağlıyordu; şayet Morpheus doğruyu söyleseydi, kimse tercihini bu yönde yapmayacak ve sistemde mutlu mesut yaşamaya devam edecekti. Böyle ele alındığında Cypher’ın talep etmediği bir şeyi yaşıyor olmanın pişmanlığıyla hareket ettiği söylenebilir. Morpheus idealleri uğruna kandırmış, aldatmıştı. Iskalanan nokta ise haklı olup olmadığı meselesine takılıp yanıta ulaşmaya çalışmak.

Diyelim ki Cypher haklı; bahsettiği üzere gerçeklik dediğimiz şey yanılsamalardan ibaret ve hangisinin gerçek olduğu tamamen neyi benimsediğimizle ilgili. O hâlde sözünü ettiği noktada tutarlı görünse de haklı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Mevlana’nın Mesnevi’de anlattığı bir hikâye bu hadiseyi özetler mahiyettedir:

Bir bey, atıyla ormanda rahvan adım ilerlerken adamın birinin ağacın dibinde uyukladığını görmüş. Bu esnada adamı ağzına bir yılan girmekte, usulca içeri doğru süzülmekteymiş. Hâliyle müdahale etmek istemiş ama ne fayda, başaramamış. İhtiyatı elden bırakmayan bey o an bir çare düşünmüş. Elindeki topuzla adama birkaç tane vurarak uyandırmış ve ardından mahmur hâlde yakınlarda bulunan elma ağaçlarının altına kadar kovalamış. Ağaçların altında dallardan dökülen çürük elmalar varmış. Bey, adamı dürterek,

“Ey dertli kişi, bunları ye!” demiş.

Çürük elmaları zoraki yiyen adam da bir yandan koşmaya devam ederken diğer yandan;

“Beyim, ben sana ne yaptım, bana ne kastın var? Eğer bana gerçekten bir kastın varsa, vur kılıcı, birden kanımı dök! Sana çattığım saat ne uğursuz saatmiş. Ne mutlu senin yüzünü görmeyene!” diye söyleniyormuş, fakat korkusundan karşı çıkamıyormuş. Bu böyle bir süre devam etmiş. Nihayetinde yakıcı güneşin altında takadi kesilen adamın midesi bulanmış ve safrası kabararak kusmaya başlamış. Bütün yediklerini çıkardığında bir de ne görsün, kocaman bir yılan! Beyin kendisine niçin böyle davrandığını anlayınca yaptığı beddualardan pişman olmuş, beyden özür dilemiş. Bilgisizliğini bağışlamasını istemiş.

“Ne kutlu saatmiş ki başıma geleni sen gördün. Niçin yaptığını söyleseydin sana hakaret etmezdim,” demiş.

Bunun üzerine bey, “Midene yılan girdiğini söyleseydim, ne elma yemeye ne koşmaya ne de kusmaya gücün kalırdı. Korkudan ölürdün,” demiş.

Bu da göstermektedir ki, kimi zaman kişinin iyiliği için ona yalan söylemek dahi gerekebilir. Morpheus’un yaptığı da tam olarak budur. Öte yandan Matrix’ten çıkış Morpheus’un olduğu kadar Cypher’ın da seçimidir. Yani, kendi seçiminin sonuçlarını yaşamıştır. Nitekim Morpheus, “Sana yalnızca gerçeği vaat ediyorum, fazlasını değil,” diyerek haz peşinde bir yola çıkmadığını da anlatmıştır.

Bu bağlamda William Irvine’in derlediği Matrix ve Felsefe kitabı önemli bir kaynaktır. Gerald J. Erion ile Barry Smith’in kaleme aldığı ikinci bölümünde yer alan Şüphecilik, Ahlak ve Matrix başlıklı makalede bahsi geçen ikilem şöyle özetlenir:

“Cypher’ın seçimi (ekibine ihanet etmesi, öldürmesi), gerçekte, ahlakdışıdır. Oysa Neo’nun hakikat çölüyle yüzleşme kararı, ona, hayatına anlam ve bu sayede ahlaki bir değer katacak gerçek deneyimler ve gerçek eylemler yaşama fırsatını veriyor.”

Ve ardından John Stuart Mill’den şu söz eklenerek noktalanır:

“Karnı aç bir insan olmak, karnı tok bir domuz olmaya; kendinden hoşnutsuz Sokrates olmak, kendinden hoşnut bir aptal olmaya yeğdir.”

Asıl soru ise şu: Peki biz Cypher’ın yerinde olsak, sanal kimliklerimizi ve üzerine inşa ettiğimiz yaşamı köşeye koysak, geriye ne kalır?

Sanal gerçeklik yalnızca sosyal medyada inşa ettiğimiz alternatif benlikten, personadan ibaret değildir. Metaverse üzerinden arazi satın alan, toplantılar, konserler düzenleyen insanlar için “gerçek” ile “gerçeklik” arasındaki fark, yalnızca tercihe kalmıştır. İster Descartes’ın hepimizi kandıran cini tarafından efsunlanmış; ister makinelerin inşa ettiği bir programda pile dönüşmüş olalım, ne fark eder? Neticede tercihte bulunuyor, gün boyu durmadan üzerimize boca edilen verileri depoluyor, çalışarak kazandığımız parayı daha fazla tüketmek için harcıyor ve harcadıkça döngü, bizi hamster misali koşturmaya devam ediyor. Düşünmemek için düşün peşine takılıyor, sürmesi için kendimizi paralıyor ve yavaş yavaş tükeniyoruz.

Pil olmak için illaki makinelere bağlanmak gerekmiyor. Tüketerek tükenmeye mâhkum edildiğimiz sistem de bizi birer pil yapıyor. Hem de bunu biz seçiyoruz: Tuttuğumuz takımlar, oynadığımız oyunlar, gittiğimiz mekânlar, yediğimiz yemekler, benimsediğimiz, uğruna savaşlar çıkardığımız ideolojilerimiz ya da hayata dair kendimizi tanımladığımız her ne varsa. Seçimlerimizi, aidiyetlerimizi, bağlılıklarımızı kendimize özgü sanıyor, özgürlüğü bunlarla tanımlıyoruz. Oysa Neo ya da Cypher’ın seçimleri nasıl ki Kâhin ile Mimar’ın arasındaki oyunda yer almakla sınırlıysa, bizim rolümüz de ipimizi saldıkları ölçüde hareket etmekten ibaret. Ne eksik ne fazla.

Baudrillard’ın Simulakrlar ve Simülasyon’da işaret ettiği gibi, artık gerçeğin hiçbir önemi kalmamış durumda, sunulan her şey bir tüketim aracı ve kendiliğinden önem arz eden yalnızca bireyin koşullanmış istenci. Yine Baudrillard, bunu mealen şöyle bir örnekle açıklar: Birey, televizyonda Sudan iç savaşını, herhangi bir tuvalet kâğıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Nazarında her şey görüntülerden ibaret, değersizdir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan’daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir. Gerçek olmasını isterse gerçek olur; istemezse yok olur gider. Simülasyon evrenini bu umarsızlıkla nitelendirir. Yani kişinin gerçeği neyse, gerçekliği odur. Kabullenmesi, benimsemesi yeterlidir.

O vakit soralım: Morpheus sizi çağırsa ve yaşadığınız gerçekliğin sahte, her şeyin bir simülasyon olduğunu söylese, vaat ettiği gerçeği seçer miydiniz? Yoksa Cypher misali hazlarla örülü yalanlara mı sarılırdınız?

Ne demiş Rousseau:

“Ey yüce gönüllü yalan! Gerçek hiç sana tercih edilebilecek kadar güzel olmuş mudur?”

İşte insanın hakikati budur!

Yazar: Emre Bozkuş

ben bir şarkıyım/atlas denizlerinden geldim/önümde dalgalar vardı/arkamda dalgalar/dalgalar bitince/ben de biterim

İlginizi Çekebilir

serseri gezegen kapak

Evrenin Serserileri: Başıboş Gezegenler

Onlara çarpıcı bir isim arıyorsanız, “haydut/serseri gezegen” (rouge planet), daha dramatik bir isim peşindeyseniz, “yıldızsız …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin