Transistorpunk

Uyuşturucular ve Soğuk Savaş: Transistorpunk

İkinci Dünya Savaşı‘nın ardından, özellikle 1950li yıllardan itibaren Amerika artık gerçek bir süper güce dönüşmüştü. Üstelik izolasyoncu politikasını terketmiş, Woodrow Wilson‘un fikir mirasını devralarak, dünyanın polisliğini üstlenmeye başlamıştı. Tabii Alaska’nın batı yakasında da bir başka süper güç olan Sovyetler vardı. Bu iki devlet birbirinden hiç haz etmiyordu. İkisi de kendince haklıydı. Sovyetler “güneşli günler göreceğiz çocuklar” diyordu, Amerika ise “Rusya’da güneş ne arar ahaha” falan diye dalga geçiyordu. Sonra bir gün komünistler çok sinirlenip Tsar Bomba’yı patlattı. Ortalık “Aman Allah!” falan oldu. Amerikalılar işin şakaya gelmediğini anlamıştı.

O devirde Amerika hem ekonomik hem de sosyal yönden şekerli, tek düze ve oldukça göstermelik bir refaha bürünmüştü. Sinema vardı, o efsane klasik arabalar vardı, müzik vardı, banliyöleşme vardı. Çocuk doğurmaya teşvik vardı. Babyboomer jenerasyonunun çağıydı. Eskiden beri özgürlükler ve fırsatlar ülkesi olarak bilinen Amerika’da banliyö diyarlarında çocuklar gizli gizli çizgi roman okuyor, orada bir yerlerde rock’n roll çocukları satanizme davet ediyordu. Jack Kerouac yoldaydı, kafayı zenle, darmayla falan bozmuştu. Burroughs eroin krizi geçiriyordu. Charles Manson sürünüyordu. Amerika Sovyet ajanlarıyla doluydu.

Soğuk Savaş, dönemin toplum yapısı, karşıt-kültür ve uyuşturucular, kısacası 1955-1975 arası dönem bilimkurgu literatüründe bir isme sahip: Transistorpunk. Hayatım boyunca terimler ve kalıplardan kaçınmışımdır. Fakat insan aklının çalışma mantığı bu yönde. Her şeyi illa isimlendirip kategorize ediyor. Nitekim bu bilimkurgu için de geçerli. Transistorpunk çok da popüler bir tür değil. Kimi zaman Atompunk Transistorpunk‘ın yerine geçiyor. Zaten Transistorpunk, Decopunk’ın o ışıl ışıl krom yüzeyini ödünç almış, Atompunk‘ın komünist-kapitalist gerilimini de öyle. Fakat teknoloji tamamen transistörler üzerine kurulu. Biliyorum, tüm bu punklar kafa karıştırıcı ve sinir bozucu görünüyor belki. Fakat bilimkurguda yeni kapılar aralıyor.

Atompunk daha çok atomun gücünü merkezine alır. Raygun Gothic, Populuxe estetiği, banliyöler ve şekerli refahın merkezinde kocaman, korkutucu bir atom gücü vardır. Transistorpunk ise isminden de anlayacağınız gibi entegre devreleri esas alır. Fakat bu punk, sadece devreler ve 1960lı yılların teknolojisiyle sınırlı değildir. İçinde bol miktarda uyuşturucu ve alt kültür de barındırır. Yani kenevir sayesinde çalışan teknolojiler de mevcut olabilir. Ekolojik ve yeşil teknolojiler. Tam hippi işi. Transistorpunk özellikle de Soğuk Savaş yıllarına ait toplumu göz alıcı hale getirir. Transistorpunk yazarken alt-kültür, uyuşturucular ve de Soğuk Savaş paranoyalarından bolca yararlanacaksınız. Transistorpunk kitaplara örnek olarak Philip Kindred Dick‘in külliyatını örnek gösterebilirim. Hatta Burroughs‘un Çıplak Şöleni tam anlamıyla bir Transistorpunk‘tır. George Martin‘in editörlüğünü yaptığı Vahşi Kartlar serisi de son derece Transistorpunk temalara sahiptir. Özellikle serinin ilk kitabı beni derinden etkilemişti.

Transistorpunk yazmak diğer punklara nazaran daha keyifli olacaktır diye düşünüyorum. Elimizdeki malzemeleri bir gözden geçirelim ve hepsini bir makineye atıp karıştırılaım: hi-fi, analog bilgisayarlar, antenler, FORTRAN, DTMF, çekirdek bellek, ARPAnet, mavi kutular, Soğuk Savaş, Sovyetler, ajanlar, Johnny Cash, Captain Crunch, LSD, uzay yarışı, marijuana, martini kokteylleri, hippiler, Kodachrome, Che Guevara, bilimum tüm devrimciler, uydular, Stereo 8, Vietnam Savaşı, alt-kültür, New Age ve 1955’ten 1975’e kadar olan herhangi bir şey.

Transistorpunk bir ajan hikayesi yazabilirsiniz. Soğuk Savaş, entegre devreler, kapalı ve bayatlayan ülkeler, nükleer kıyamet hezeyanı, uyuşturucu ve skandallarla dolu. Ya da Transistorpunk bir savaş hikayesi yazabilirsiniz. Malum Transistorpunk‘ın ele aldığı o efsanevi yıllarda Amerikan gençleri Vietnam‘ın ormanlarında kıçına kurşun yiyordu. Hepsi öldürmeye ve savaşmaya programlanmıştı. B-50 bombardıman uçakları gökyüzünde belirip ortalığı cehenneme çeviriyordu. Viet Kong gerillalarıyla dolu kabuslar Amerikalıları delirtiyordu. Tropikal iklim, zehirli bir doğa, nem, sıcak, hastalık, vahşet. Amerikalılar tüm zorlamalarına rağmen hem Saygon’u, hem de bir nesli kaybettiler.

Siyahiler ve latinolar kendi gettolarını korumak için örgütlenmişlerdi. Bu 1960larda, belki daha öncesinde dahi görülebilir. Amerika’daki siyahi hareketlerini ve Civil Rights Movement olayını incelerseniz o devre dair bir panaroma yakalayabilirsiniz. Bunlar ilk başlarda son derece barışçıldı. Fakat Vietnam Savaşı’ndan dönen bir güruh işleri karıştırmaya başladı. Silah kullanmayı ve vahşeti seviyorlardı.  Uyuşturucu kullanıyorlardı. Üstelik siyahilerin sivil hareketini dizginleyecek bir lider de kalmamıştı. Siyah panterler artık polislere petrol bombaları ile saldırabilecek cüreti dahi gösterebiliyordu. Sonrası malum. Vahşi çete savaşları.

Transistorpunk bir cinayet hikayesi de yazılabilir pekâlâ. Manson Ailesi gibi abuk subuk bir tarikatın işlediği cinayetlerden tutmuş gizli kapaklı entrikaları konu edinebilir bu hikaye. Manson Ailesi karanlık bir hippi örgütüydü. Charles Manson kıyametvari bir beyaz-siyah savaşı çıkacağını düşünüyordu. Bu genel olarak Helter Skelter olarak bilinir. Adam bir Beatles şarkısıyla kafayı bozmuştu. Zaten daha sonra siyahlara karşı beyazlar Armageddonu’nu başlatmak için bir dizi cinayet işlediler. Sharon Tate ve Roman Polanski çiftinin evine baskın verdiler. O gece evde bulunan diğer kişilerle birlikte altı kişiyi canice öldürdüler. Bu altı kişiden biri Sharon Tate’in karnındaki bebeğiydi. Bu cinayetler hippilerin imajını genel olarak epey sarstı.

1960lı yıllar boyunca tüm dünyada bir öğrenci hareketi ve karşıt-kültür dalgalanması söz konusuydu. San Fransisco’da ve dünyadaki diğer tüm bilimum romantik şehirlerde yaşayan yumuşak çocuklar, pardon çiçek çocuklar, savaşlardan dolayı üzgündü. Kıçlarına kurşun yemek istemiyorlardı. Ne yapmak istiyorlardı? Orası tam olarak belli değil. Sanırım dünyayı çiçeklerle dolu bir bonobo habitatına dönüştürmek istiyorlardı. 1960 alt-kültürü Oryantal dünyayla epey ilgileniyordu. Bilhassa Hindistan ile. Bu ilginin başlıca sebepleri uyuşturucu, Hindistan’ın vaat ettiği egzotik doğa, yola duyulan coşku ve yerleşik düzene baş kaldırıydı.

1950lerin ortalarından başlayarak genel olarak Hindistan’daki Goa’da biten bir göç hareketi başlattılar. Bu yol 1970lerin sonuna dek son derece aktifti. Öyle ki hippiler bir zamanlar sık sık İstanbul’dan da geçerdi. Seyahat metodları çok basitti. Yolu evleri olarak düşünüyorlardı. Yani arkadaşlar otel, rezervasyon, para ya da barınak gibi terimleri pek umursamıyordu. Buna yıkanmak da dahildi büyük ihtimalle. Otostop çekiyorlardı ya da konfordan son derece yoksun camperların içinde seyahat ediyorlardı. Bu bilim-kurguya yansıtılabilir. Uzak gelecekte geçen retrofütüristik bir hikaye hippilerin Goa yolculuğunun bir benzeri, bir uzay operasına dönüştürebilir. Astral yolculuklar, kozmos takıntısı, uyuşturucular ve uçsuz bucaksız karanlığın ardındaki egzotik ve ezoterik bir dünya.

Gelgelelim hippilerin Doğu’ya giden rotasındaki hareketlilik 1970lerin sonuna doğru azalarak tükendi. Çünkü gerçeklik ve hippilerin düşleri birbiriyle iğrenç bir tezat halindeydi. O senelerde Orta Doğu coğrafyası alevlenmişti. Hippilerin güle oynaya geçtiği yollarda artık Azrail vardı. 1975’de, benim nazarımda dünyanın en güzel şehri olan Beyrut’u harabeye çeviren Lübnan İç Savaşı patlak verdi. 1979’da İran Devrimi ve Sovyetler’in Afganistan İşgali ve aynı dönemlerde Yom Kippur Savaşı…  karanlık günler başlamıştı. Üstelik bölge halklarında, özellikle Afganistan’da, kendine hippi diyen bu batılı gezginlere karşı büyük bir korku ve antipati oluşmuştu. Çünkü çok yabancı ve aykırı olmaları bir yana, büyük oranda esrar ve afyon merağı içinde bu bölgelere akın ediyorlardı. Batı dünyasında da hippi hareketi 1969’dan sonra durma noktasına gelmişti.

1970ler Amerika ve diğer Batı ülkelerinde New Age’in revaçta olduğu yıllardı. İnsanlar birbirine burcunu soruyor, ametist gibi sihirli taşlarla kafayı bozuyordu. New Age nedir peki?

Tanrı ve din imajının binlerce yıl boyunca geçirdiği evrimin bir durağıdır diyebiliriz. Semavi Dinlerde bahsedilen Tanrı çok mu zalim? Çok mu bağnaz? Çok mu korkutucu? Ona iman etmek sana çok mu zor geliyor? Çözüm inançsızlık mı? Kessinlike hayır! En azından henüz değil. İnsanlar günümüzde olduğu gibi büyük bir ihtimalle yakın bir gelecekte de maneviyata yoğun bir şekilde ihtiyaç duyacaklar. Böylece 1970lerin Batı dünyasında sıkılmış bir grup insan feminist, ekolojik ve de modern tanrılara inanmaya başladı. Mistik kent dinleri böylece ortaya çıktı. İnandıkları tanrının sınırları belli değildi. Peygamberleri ya yoktu ya da karanlık kişilerdi.

Bunun bilim-kurguya yansıması da pekâlâ mümkündür.  Bir Transistorpunk eserinde tanrı, din ve kozmoloji kavramlarının evrimi incelenebilir. Manson Ailesi gibi sapkın bir tarikatın ya da adı sanı anılmayan çiftliklerde yaşayan dini komünlerin hayatı anlatılabilir. Böyle eserler uzaylılarla, kozmik güçlerle ve de bilim-kurgunun kurgusal yönlerine epey bir imkan sağlıyor.

Nitekim New Age bir terminoloji çorbasıdır zaten. Hinduizm, Budizm, astroloji, Şamanizm ve eski Semavi dinlerin bir araya gelip yeni çağda bıkkın insanlar için yeni bir din yaratmasıdır. New Age kimi zaman çok batılı, kimi zaman çok bilimsel, kimi zaman ise “hadi ordan” diyeceğiniz kadar uçuktur. UFO dinlerini de New Age içerisine alabiliriz. Zira hayatımda beni en çok etkileyen olaylardan biri Heaven’s Gate kültünün toplu intiharı da son derece New Age bir olaydır. Fakat esas konumuz ne New Age, ne hippiler, ne de bu kültün intiharı. Bunların hepsi ve bilimkurgu ile kurabilecekleri muhtemel bağlar ayrı ayrı yazılar halinde ele alınabilir.

Transistorpunk yazara kullanması için son derece zengin bir içerik sunuyor. Fakat arkaplan ağırlıklı olarak 1955-1975 arası dönem olmalı. Biraz çarpıtılmış, karikatürleştirilmiş bir Soğuk Savaş toplumundan bahsediyoruz. Zaten bütün yazı bunun üzerineydi resmen. Uydular, kapatılmış ülkeler, paranoyalar, antenler, uzay, casusluk, gizem-gerilim, medya, distopya ve karşıt-kültür temalarını bolca kullanabilirsiniz. Üstelik Transistorpunk ile sadece Batı dünyasını anlatmak zorunda değilsiniz. Demir Perde’nin öteki yakasındaki Sovyetler de Transistorpunk için güzel bir seçenek olabilir. Uzay yarışı heyecanı, Sovyetler‘in Afganistan İşgali, dünyanın dört bir tarafında patlak veren komünist devrimler ve Olimpiyatlar Transistorpunk‘a konu olabilir.

Önceki Sonraki

Yazar: Tuğrul Sultanzade

2000 yılında Bakü'de doğdu. Uzun bir süredir Kuzey Kıbrıs'ta yaşıyor.

İlginizi Çekebilir

modern sanat

Modern Sanat, Sanatı Nasıl Öldürdü?

Şüphesiz Soğuk Savaş oldukça büyük değişimler getirdi. Kutuplara ayrılan dünya pek çok çekişmeye, çatışmaya sahne …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et