Tek Çaremiz Yıldızlararası Işınlanma

Bilimkurgunun ve bilimsel romanların kurucu yazarlarından Jules Verne’in “80 Günde Devri Âlem” romanını çocukluğunda okumayan yoktur diye tahmin ediyorum. Yazıldığı dönemde gezegenimizin etrafını 80 günde kat edebilmek, teknolojinin geldiği noktaya dair bir hayranlık ve iddia gösterisiydi. Nereden nereye… Bugün değil 80 gün, birkaç saat içinde dünyanın bir ucundan öbür ucuna gidebilecek seviyeye sahibiz – bilet fiyatlarını ve rötarları saymazsak elbette!- . Sadece dünya üzerinde mesafeleri kat etmedik, milyonlarca yıldır bize eşlik eden doğal uydumuz Ay’a 1969 yılında ilk kez ayak basabildik.  Gündemde Mars’a nasıl insanlı yolculuk yapılabileceği var, Güneş Sistemimizde sayısız noktaya ise robotlarımız aracılığıyla bedenlerimizle olmasa bile gözlerimizle ulaşabildik. Artık hiçbirisi, eski zamanların mitolojik tanrıları veya tanrıçaları değiller. 1977’de fırlatılan Voyager 1 ve 2 uzay sondaları ise, Güneş Sistemimizin ötesine yollanan iki araç olarak yolculuklarına devam ediyor. Voyager 1, 2012’de Güneş Sistemini geçerek yıldızlararası bölgeye ulaşan ilk insan yapımı nesne oldu. Tıpkı denize bırakılan bir şişe gibi, uzaylıların bir gün içlerinde medeniyetimize dair bilgilerin yer aldığı altın plakadan mektubu bulmalarını bekliyorlar.

Hiç şüphe yok ki, eğer bir gün insanlık medeniyeti nükleer savaşlar, politik iç çatışmalar, ölümcül bir virüs salgını, insanın yol açtığı iklim felaketleri veya gezegenimize çarpacak serseri bir göktaşı yüzünden –tıpkı dinozorların başına geldiği gibi- yok olmazsa uzayın diğer bölgelerine de ayak basacağız. Belki de oralarda kendimize yeni evler kuracağız. Hatta bunu yapmanın –eğer soyumuzu devam ettirmek istiyorsak- bir zorunluluk olduğunu bile söyleyebiliriz. Stephen Hawking gibi büyük beyinlere göre, 100 yıl içinde bu gezegene bağımlılıktan kurtulmalı ve “akıllı hayatı” yedeklemeliyiz.

Dünya dışına doğru yapacağımız bir yolculukta, uzayın muazzam büyüklüğünü düşündüğümüzde bizi en çok kısıtlayan şey ise hız. Bir an için bütün teknolojik engelleri aştığımızı düşünelim. Başka gezegenlerde o gezegenlerdeki fiziksel şartlar ne olursa olsun koloni kurabilecek ekonomik kapasiteye ve bilimsel bilgiye erişmiş olalım. Bineceğimiz uzay gemilerinin enerji sorunu olmasın, hayat destek üniteleri içlerinde yaşamı sürdürmek için gereken her şeyi sağlıyor olsun. Uzay gemilerimiz Güneşin ve diğer yıldızların püskürttüğü plazma fırtınalarından bizleri koruyacak yalıtım malzemelerine sahip olsun. Araçların motorları da son derece güçlü olsun, hatta evrende şu ana dek bilinen en yüksek hız olan ışık hızına, yani 300.000 km/sn sürate ulaşabildiği kadar ulaşsın insanlı uzay araçlarımız. (Işık hızına yaklaştıkça enerji madde dönüşümü görecelik etkilerinden ötürü gerekecek enerjinin sonsuza ıraksayan miktarı, bu hıza ve o hıza erişme ivmelenmesine dayanabilmek için bedenlerimizin ve uzay gemilerimizin malzemelerinin sağlam ve korunaklı olması gerektiği sorunsalı da hadi bir şekilde aşılmış olsun.)

Bütün bu engeller bertaraf edilmiş olsa bile, bizi sınırlayacak tek şey olan ışık hızı yüzünden, mesela Plüton’a varmamız –Güneşin etrafında iki gezegenin konum değişimleri hesaba katılacak olursa- ortalama 6 saat sürecektir. Aslında hiç de fena bir süre değil. Fakat yukarıda ihmal ettiğimiz fiziksel koşulları hesaba katacak olursak Güneş sistemi boyunca bir yolculuk yakın vadede en iyi ihtimalle birkaç haftaya ihtiyaç duyacak. (Bütün bunları düşünürken zaman göreceliğini de hesaba katıp, ışık hızına yakın yolculuk eden biri için geçen zamandan çok daha fazlasının Dünya’da geçeceğini de unutmayalım.) Aslında bir ihtimal daha var. Dünya’dan Güneş Sistemindeki diğer gezegen ve uydu kolonilerine fiziksel gemilerle insan bedenlerini taşımak yerine, tıpkı “Değiştirilmiş Karbon”da olduğu gibi dijital olarak bilinci aktarmak. Fakat bunun da gerçekleşebileceği maksimum teorik limit ışık hızı olabilecektir. Kısacası, sabah Dünya’da uyanıp Plüton madenlerinde çalışan mekanik bedeninizde ancak ortalama 6 saatlik bir yolculuğun ardından ayağa kalkabilirsiniz.

Bütün bu anlattıklarımın da teknolojik ve bilimsel olarak aşıldığını, tekilliğin yani insan bilincinin bir veri ağında farklı mekanik veya organik –veya sibernetik- bedenlere aktarılabildiğini farz ederek fikir jimnastiğine devam edelim. Bu noktada bile insan soyu ancak Güneş Sistemine yayılabilecek. Peki ya daha fazlası? Diğer yıldız sistemleri, galaksiler ve evrenin geri kalanı? Mesela bize en yakın yıldız sistemlerinden olan ve karşımıza bilimkurgu edebiyatında ve sinemasında da sıklıkla çıkan Alpha Centauri’den yaklaşık 4,2 ışık yılı uzaklıktayız. Tekillik kullanarak oradaki bir konuma varmak 4 yıldan fazla sürecektir. Dünya’da gökyüzüne bakıldığında en parlak yıldız olan Sirius sisteminden ise 8,6 ışık yılı uzaklıktayız. Bu şekilde, Güneş Sisteminin dışındaki yıldızlara ulaşabilmek –ışık hızıyla bile- yıllar, hatta kimilerine binlerce ve milyonlarca yıl alacaktır.

Böyle bir teknolojik seviyenin mümkün olduğu bir gelecekte ise, zaman göreceliği ve iletişimin ışık hızı sınırı yüzünden medeniyetin normal işleyişinde pek çok aksaklıkların ortaya çıkacağı açık. Mesela, Dünya’daki bir bankaya vadeli yatırdığınız parayı, onlarca ışık yılı ötedeki bir kolonideki banka şubesinden ne miktarda çekeceksiniz? Geleceğin finansının zamanda göreceliği de hesaba katacak şekilde yeni enstrümanlar geliştirmek zorunda kalacağı kesin. Dünya’daki yakınlarınıza göndereceğiniz bir elektronik postanın onlara ulaşması yıllar alacak, hakeza onların cevabının sizlere ulaşması da. Yolculuk esnasındaki zaman göreceliği farklarından ötürü Dünya’da bildiğiniz herkesin doğal ömürlerini tamamlayıp ölmüş olması da ayrı bir sorunsal olarak karşımızda duruyor. Gerçi, uzaydaki farklı kütle dağılımları yüzünden gerçekleşecek genel görecelik etkileri her zaman başımızın belası olmaya devam edecek. Mesela paranızı bir kara deliğin yakınındaki bir gezegendeki banka şubesine yatırmanızı tavsiye edebilirim!

Kısacası, kullandığımız seyahat araçlarının ışık hızına yakın hızları kaldırabilecek seviyeye erişmesi veya bilinci bilgisayar ağlarıyla yıldızlararası internette karşı tarafa aktarabilme teknolojik becerisine sahip olmamız bile medeniyetimizi kararlı bir şekilde uzaya yaymamıza yetmeyecek. En iyi ihtimalle farklı galaksilerde birbirinden ayrık ve özerk, aralarındaki haberleşme ise elektromanyetik iletişimin ışık hızı sınırına takılmasından ötürü son derece yavaş ve bağları zayıf birkaç farklı insanlık medeniyeti ortaya çıkacak. Şöyle konuşmaların yaşanması şüphesiz kaçınılmaz olacak: “Seninle evlenmemiz imkânsız Ekrem, biz farklı galaksilerin insanlarıyız. Düğüne yetişmem bile birkaç yıl sürecek!” Ya da, yıldızlararası bir sohbet kanalında karşı tarafa sorduğunuz “asl” ve profil sorusu ona gidinceye dek potansiyel partneriniz çoktan ölmüş olacak! Demokratik seçimleri ise unutun, oyların sayılması yıllar alacak! Andromeda Üniversitesinde acil paraya ihtiyacınız olduğunda ailenizin yollayacağı EFT veya havale size ulaşıncaya dek çoktan mezun olmuş olacaksınız!

Peki, çare ne o halde? İnsanlığın Güneş Sistemi’ne ve uzaya yayılması, bunu yaparken de bütünlüklü bir uygarlığı sürdürebilmesi nasıl olacak? Yazımın başlığında söylediğim üzere, tek çaremiz yıldızlararası ışınlanma. “Olanaksızın Fiziği” kitabının yazarı ve daha önce “Bilimkurguda Olanaksız Var mıdır?” yazımda da öngörülerinden bahsetmiş olduğum Michio Kaku’ya göre, yıldızlararası yolculuğun yegane pratik yolu da bu. (1) Yukarıda saydığım nedenlerden dolayı bu hükmün doğru olduğuna ben de katılıyorum.

Kaku’nun da isabetle hatırlattığı üzere, 500 metre gibi kısa mesafelerde atom seviyesinde molekülleri ve ışık fotonlarını birkaç yıldır ışınlayabiliyoruz. (2) Kaku, 2020 yılından itibaren Ay ile Dünya arasında atom mertebesinde ışınlanma deneylerinin yapılacağını ekleyerek, kuantum fiziğindeki “dolanıklık” özelliği sayesinde gerçekleşebilen ışınlanma teknolojisinin, bu yüzyıl bitmeden bütün fiziksel nesneler ve hatta canlılar için de mümkün olacağı öngörüsünde bulunuyor. Kısacası, Uzay Yolu dizisinin meşhur repliği “Işınla beni Scotty”nin bilimkurgudan çıkıp gündelik hayata girdiğini torunlarımızın torunları çok büyük ihtimalle görebilecek. İşte o zaman insanlık tarihinde çok büyük bir yeni sayfa açılacak.

Elektriğin, telgrafın, radyonun, televizyonun ve internetin icadından çok çok daha muhteşem bir devrimsel sıçramayı yaşayacağız. Artık bu gezegene ve Güneş Sistemi’ne hapsolmaktan kurtularak, yıldızlararası uzayda fink atabileceğiz. Anlık olarak evrenin her tarafıyla haberleşebilmek de mümkün olduğundan, medeniyetimizin kültürel ve ekonomik kurumlarının galaksiler arasında parçalanması riski de söz konusu olmayacak. (Yeri gelmişken, yakın bir zamanda ebediyete uğurladığımız Ursula K. Le Guin’in bilimkurgu romanlarındaki “Ekümen Birliği”nin kullandığı ve uzayda anlık haberleşmeyi sağlayan “Yanıtlayıcı” cihazının çalışmasını mümkün kılan eşzamanlılık denklemlerini bulan Anarres’li fizikçi Shevek’e bir selam yollayalım.)

Elbette her nimetin bir külfeti de var. İnsanları uzak mesafelere taşıyacak ışınlanmayı icat ettiğimizde karşımıza başka sorunlar çıkıyor. Her şeyden önce, ışınlanmanın doğası gereği, karşı tarafta ışınlanan orijinal nesnenin kendisi değil, bir kopyası cisimleniyor. Bu yüzden, canlı bir varlığın başarıyla ışınlanması onun bir bakıma ölüp dirilmesi demek. Dolayısıyla bir ışınlanma cihazı aslında pekâlâ da bir ölüm makinesi. Sonuç olarak, insanlığın yıldızlararası bir uygarlık haline gelebilmesinin kefareti, ölmesi ve yeniden doğması olacak, hem de tekrar ve tekrar, uzaya her adım attığında. Ama biz bu Mezopotamya öyküsüne zaten binlerce yıldır aşinayız. Ölüp dirilmeden tanrı olunmuyor.

Fakat siz yine de komşu galaksideki sevgilinizle buluşmak için yıldızlararası ışınlanma kabinine girdiğinizde, etrafı iyice kontrol edin. Ufak bir “Sinek” de o kabine sizinle beraber girmiş olmasın!

Dipnotlar:

  1. The Science News Reporter
  2. Express

Yazar: İsmail Yiğit

1982 Ankara doğumlu. Türkiye Bilişim Derneği’nin 2016 yılında düzenlediği bilimkurgu öykü yarışmasında “İhlal” adlı öyküsü üçüncülüğe seçildi. Fabisad'ın düzenlediği 2017 GİO yarışmasında “Satır Arasındaki Hayalet” adlı öyküsüyle öykü dalında başarı ödülü kazandı. İlgilendiği ana konular: Teknolojinin toplumsal inşası, sosyoteknik tasavvurlar, siber savaşlar, otonom silahlar, transhümanizm, post-hümanizm, asteroid madenciliği, dünyalaştırma... Ursula K. Le Guin, Philip K. Dick, Michael Crichton ve Kim Stanley Robinson, kalemlerini örnek aldığı yazarlar arasında. Parolası: “Daha iyi bir dünya pekâlâ mümkün!”

İlginizi Çekebilir

Kara Deliklerin Ucu Nereye Açılıyor?

Hayal edelim ki bir kara deliğe zıplamak üzeresiniz. Çok düşük bir ihtimalle bile olsa, eğer …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin