Yaşamın tam olarak nerede başladığı hâlâ tartışma konusu olsa da, edinilen bulgular su altındaki yanardağları işaret ediyor. Dolayısıyla Dünya’daki yaşamın kaynağı suyun altında ve bu da devam edebilmek için yaşamın suya ihtiyaç duyduğu anlamına geliyor. Tabii ki insanların da suya olan ihtiyacı hayati ölçüde. Evet, şu an için gezegenin hâkimi biz olabiliriz ve başka gezegenleri fethetmeyi de düşleyebiliriz, ancak su olmadan tüm bunları yapmamız mümkün değil. Yaşam, su olmazsa büyük bir ıstırap içinde yok olmaya mahkûm. Suyun önemi bu boyuttayken, hatta yaşamın kaynağı bile suyun altındayken, canlıların büyük bir kısmı neden suyun içinde kalmak yerine karaya çıkmayı tercih etmiş olabilir? Dünya’nın neredeyse dörtte üçü su ile kaplı olmasına rağmen canlılar karada yaşamayı tercih ediyor. Şimdiye kadar tespit edilmiş türlerin neredeyse %20’lik bir kısmı sadece suda yaşayan canlılar, geri kalanı ise yüzeyde barınıyor. Bazı bilim insanları, bu durumu suyun altındaki ortamın “çeşitliliğe” çok daha az imkân tanımasına bağlıyor.
Dünya dışı yaşam arayışları kapsamında, canlılığın temel bir prensip üzerinde gelişeceği ve devam edeceği düşünülüyor. Ancak Kepler Teleskopu sayesinde bugüne dek binlerce gezegen keşfedildi ve bu gezegenlerin her biri farklı ortam ve şartlara sahip. Dolayısıyla, ötegezegenlerdeki canlılığın bizim bildiğimiz prensiplere bağlı kalacağını varsaymak çok da makul görünmüyor. Şu ana kadar tanımlanabilen gezegenlere baktığımızda, çoğunlukla “süper-dünya” diye isimlendirilebilecek gökcisimleri karşımıza çıkıyor. Süper-Dünya, Güneş Sistemi’mizde örneği olmayan bir gezegen çeşidi. Dünya’dan kat be kat daha büyük bir kütleye sahipler, hâliyle çok güçlü kütle çekimleri ve buna bağlı olarak da dümdüz bir topolojileri var. Şiddetli kütle çekimleri sayesinde çıkıntılık yapan herhangi bir dağı yerle yeksan edebilecek ya da oluşması muhtemel herhangi bir kanyonu da kolaylıkla doldurabilecek yapıdalar. Aynı zamanda böylesi düz bir coğrafya, bütün gezegeni kaplayan ama oldukça sığ olan bir okyanus için de ideal bir yatak.
Şimdi, karşılaşacağımız gezegenlerden azımsanmayacak bir kısmının süper-dünya olduğunu, bu süper-dünyaların hem yıldızlarının “yaşama olanak sağlayan bölgesinde” döndüğünü hem de yüzeylerini tamamen kaplayan bir okyanusa sahip olduğunu varsayalım. Burada muhtemel bir canlılığın oluşma ihtimali ne kadardır? Ya da hiç uzaklara gitmeden Güneş Sistemi’ne bakalım. Güneş Sistemi’nde şu an yüzeyi buzla kaplı olduğu hâlde derinliklerinde çok büyük okyanuslar barındırdığı bilinen gökcisimleri var. Her ne kadar bildiğimiz tek örnek olan Dünya yaşamı çoğunlukla karayı tercih ediyor olsa da, nihayetinde yaşam suya ihtiyaç duyuyor ve suda başlamış gibi görünüyor. Sıvı hâlde su demek, en azından tek hücreli de olsa bir çeşit yaşam ile karşılaşabiliriz demek. Peki, sözgelimi Enceladus’ta (yüzeyi donmuş hâlde ama yüzeyinin altında çok büyük bir okyanus saklıyor) bir medeniyet kurabilecek kadar gelişmiş bir yaşam oluşabilir mi?
Öncelikle, canlı bir türün insanlar gibi “zeki” hâle gelebilmesi için birtakım aşamaları kat etmesi gerek. Mesela büyüklük gibi. Dünyaya baktığımız zaman, insanların pekâlâ büyük canlılar olduğunu söyleyebiliriz. Elbette ki besin zincirinin en üstünde değiliz ama ortalamayı teşkil eden canlıların çoğundan daha büyüğüz. En azından bunca zaman boyunca yırtıcılardan kendimizi koruyarak bugünlere gelebilmişiz. Daha küçük boyutlu canlılar ne durumda peki? Örneğin bir fare cinsi, alet geliştirebilecek kadar zekâ kazansa bile bu alet yapma işini ileriye götüremeden çok daha büyük canlılarca yok edilebilir. Yine insanların vücutlarına oranla oldukça büyük bir beyni var. Tabii bu beyni taşıyabilecek kadar büyük bir vücuda sahibiz ve yaşadığımız ortamda da beynimizi besleyebilecek kadar yüksek miktarda oksijen mevcut. Peki su altında durum nasıl? Bir su altı canlısı, suda çözülebilen oksijen ile idare etmek zorundadır ki, bu oran da bizim açık havada sahip olduğumuz oksijenden neredeyse beş yüz kat daha azdır. Yani insan boyutundaki bir balığın, insanınkine benzer güçte çalışan beyinlerini besleyebilmek için kendi vücut boyutlarının iki katı kadar büyük solungaçlara ihtiyacı olacaktır.
Evet, yunuslar gibi şu an denizlerde oldukça büyük beyne sahip canlılar yaşıyor ve zaman zaman hava almak adına denizin üstüne çıktıkları da biliniyor. Fakat unutmayalım ki yunusların ataları karasaldı ve evrimsel süreçte denize uyum sağlayarak deniz canlılarına dönüşmüşlerdi. Belki de yeteri kadar zaman geçerse, yüzeyi okyanuslarla kaplı bir süper-dünya ara sıra suyun üstüne çıkıp hava alan ve sonra tekrar denize dönen “amfibik” canlılara ev sahipliği yapabilir. Peki ya yaşamın ortaya çıktığı yer Enceladus gibi yüzeyi sert bir buz katmanıyla örtülüyse? Oradaki yaratıklar, gelişkin beyinlerini beslemek için gereken enerjiyi, daha doğrusu oksijeni nereden bulacak? Belki de evrensel süreçleri, nefes alıp vermenin alternatifi olarak bio-elektroliz yöntemini geliştirebilir. Su, hidrojen ve oksijenden oluşur. Eğer bir canlı türü doğal yolla kendi vücut enerjilerini kullanarak suyu oksijen ve hidrojene ayırabilirse, bu sayede belki gelişkin beyinlerine yeteri kadar enerji de sağlayabilir. Bizim oksijen alıp karbondioksit vermemiz gibi, onlar da “soluk alıp verdikleri” zaman hidrojen atabilir. Tabii böylesi bir metotla “soluk alıp vermek” hiç de kolay olmayacaktır. İnsan boyutunda bir canlının bu yolla enerji toplamak için her gün fazladan beş öğün tüketmesi gerekecektir…
En az insanlar kadar zeki canlılara dönüşmek için iletişim de gerekli. Belki de insanların dünyaya bu kadar hızlı egemen olmasının sebebi gelişkin iletişim becerileriydi. Bilgi aktarımı yapabilmek, bir aletin üretimi için gerekli yöntemleri sonraki nesle ulaştırabilmek anlamına da gelir. Elbette zekâ geliştirmeye aday canlıların işi veri aktarmakla bitmiyor. Aynı zamanda aktarılan veriyi algılayabilecek ve işleyebilecek yeterliliğe de sahip olması lazım. Biz insanlar yaygın olarak ses yoluyla iletişim kuruyoruz, görseller aracılığıyla iletişim kurduğumuz da oluyor. Muhtemelen zifiri karanlık olan Enceladus yüzey altı okyanusunda görsel metotlarla iletişim kurmak bir hayli “mucizevi” olurdu, ama neyse ki ses suyun içindeyken çok daha uzağa ve çok daha hızlı bir şekilde gidebiliyor. Diyelim ki su altında evrimleşen ve varlığını hep orada sürdüren bir tür, saydığımız tüm bu aşamaları kat etmeyi başarmış ve artık insan benzeri bir zekâya ulaşmış olsun. Böylesi bir durumda, çevrelerini kendi ihtiyaçlarına göre manipüle etmeye de başlayacaklardır. Etraflarındaki çevreyi kendi ihtiyaçlarına göre tanzimleyebilen canlılar dünyada da var, mesela karıncalar. Fakat elbette ki bu canlılar çevrelerine bir müdahalede bulundukları zaman bunu içgüdüsel bir sebepten yapar. Zeki bir tür ise kendi çevresine farkında olarak müdahalede bulunacaktır. Bunun doğal sonucu olarak da elbette ki alet üretimine başlayacaktır. İnsanlar çevrelerine büyük ölçekte etki etmeye başladığında, çok yıkıcı bir güç olan ateşi ehlilleştirmeyi hatta toprağı bile bir ölçüde kontrol altına almayı başardı. Tarım doğdu, bunu daha çok gıda ve daha sağlam barınaklar takip etti. Kısacası, neredeyse ucu bucağı olmayan imkânlar ortaya çıktı…
Elbette, şu an dünya okyanuslarını bile tam anlamıyla haritalayamamışken başka bir gezegenin okyanusları hakkında konuşmak, hatta oradaki muhtemel “tarım” üzerine düşünmek kolay değil. Neyse ki kainatımızda geçerli olan gerçeklik, karmaşıklıktan haz etmiyor ve bir noktada kendi dünyamız üzerinden başka bir dünya hayal etmemize imkân tanıyor. Okyanuslarla kaplı bu sözgelimi dünyada, akıllı varlıkların icat edeceği su altı tarımı, bizim dünyamızdaki su altı bitkilerinin ya da su altı canlılarının bir benzerini içerebilir… Zaten zeki su altı canlılarını bekleyen esas sorun tarım değil, yazının icadı olacaktır. Bilgiyi nesiller boyu aktarmak için daha etkili yollara başvurmaları gerekecek. İnsanlar yazıyı buldu, binlerce yıldır sert cisimlerin ya da papirüs gibi yüzeylerin üzerine icra etti. Fakat su altındaki bir canlı bunu nasıl başarabilir? Su altında kâğıt kullanmanın zorluğunu söylemeye bile gerek yok. Belki de İnkalar’ın gizemli düğümleri gibi, bize son derece karmaşık ve gerçek anlamda uzaylı icadı gibi görünecek bir “yazı”, daha doğrusu bilgi depolama sistemi geliştireceklerdir…
İnsanların bir diğer önemli buluşu olan tekerlek, bir su altı medeniyeti için herhangi bir anlam ifade etmez. Tekerlek sayesinde, büyük mesafeler arasında daha çok ürün daha kolay bir şekilde taşınmaya başlandı. Hatta tekerlek sayesinde insanların da coğrafya değiştirmesi hızlandı fakat su altındaki bir canlı zaten suyla hemen hemen aynı yoğunluğa sahip olacağı için kütle çekiminden çok az etkilenecektir. Bu nedenle tekerlek gibi bir şey icat etmeye ihtiyaç duymayacaklardır. Zaten anatomileri de su altında rahat hareket etmeye yönelik evrimleşeceğinden, tekerlek gibi bir icada bağlı kalmak onları yavaşlatacaktır. Belki de tekerlek yerine, bir çeşit ağ icat edip diğer canlıları buna bağlar ve eşyalarını oradan oraya taşıtabilirler. Tekerlek, insanlık tarihinde çok hayati bir öneme sahip fakat ateşin kontrol altına alınması belki de tekerleğin icadından bile daha büyük bir olaydır. Fakat var olduğu andan itibaren hep su altında gelişen bir medeniyet ateşi nasıl bulabilir? Ateşin gücünden yoksun kaldıkları takdirde su altındaki madenlerde saklı metallere nasıl ulaşabilirler? Belki de su altı volkanlarının gücünü kullanarak. Nihayetinde bu su altı volkanları metali eritebilecek kadar büyük bir ısı salgılıyor olabilir. Hatta Enceladus gibi yüzeyi donmuş bir gezegende yaşayan su altı canlıları, su altı volkanlarının gücünü kullanarak donuk gökyüzünü delebilir ve kendi uzay çağlarını başlatabilirler…
Medeniyetini giderek ilerleten zeki bir su altı türü için bizimkine benzer bir modern çağa geçiş, aşılması zor bir engel olabilir. Bunun için öncelikle güçlü ve güvenilir bir enerji kaynağına ihtiyaç duyacaklardır. Su altında bol miktarda bulunduğundan petrol geçerli bir çözüm olabilir. Bu tür, petrolü topladıktan sonra ya yüzeyden hava çekmek için bir dizi pompa ve boru kullanarak su altı “yakma tankları” inşa etmenin bir yolunu bulabilir ya da enerji santrallerini deniz tabanından deniz seviyesinin üstüne inşa edebilir. Hatta alternatif olarak, bir okyanus türü aslında bizim bildiğimiz anlamda petrol kullanmak yerine, direkt fisyon gücü geliştirmeye kalkışabilir. Çünkü nükleer enerjiyi çıkarmak için hava gerekmez ve okyanus suyunun kendisi bir nükleer yalıtkan görevi görür. Ne kadar üretilirse üretilsin, bu santrallerden gelen elektriğin iyi yalıtılması gerekir. Herhangi bir kişisel elektronik cihaz da stratejik yalıtım gerektirecektir. Bu yalıtım, petrol tüketen bir canlı türü kullanılarak biyo-mühendislikle elde edilebilir.
Zeki bir deniz türü, muhtemelen malların ve vatandaşların verimli bir şekilde taşınması için denizaltılar da geliştirecektir. Ancak havaya kıyasla suyun yüksek yoğunluğu, kısa sürede bu yöntemin kendi modern çağları için çok yavaş olduğunu anlamalarıyla sonuçlanabilir. Bunun yerine, suyla dolu ve pompaların çalıştırdığı tüplerden oluşan otobanlarla bir ulaşım ağı kurabilirler. Bu tür bir altyapının henüz inşa edilmediği yerlerde ise havanın neden olduğu daha düşük sürtünme seviyelerinden yararlanmak için suyla dolu tekneler ve hatta uçaklar tasarlanabilir. Zeki bir tür, su altında da olsa bir gün suyun üstüne çıkmayı deneyecektir, tıpkı bizim Dünya’nın dışına çıkmaya çalıştığımız gibi. Bu iş için de elbette suyla doldurulmuş araçlar kullanacaklardır. Eğer tıpkı insanlar gibi belirli bir düzeyi geçtikten sonra durdurulamaz bir teknoloji patlaması yaşarlarsa, bu su altı yaratıkları bile er ya da geç yıldızları ele geçirecekleri günü düşlemeye başlayacaktır. “Oralarda da hayat var mıdır?” diye merak edecekler ve suyun akışına göre oluşmuş tahayyüllerinde karasal bir yaşamı hayal etmekte zorlanacaklardır. Bu soruları cevaplandırma isteği ağır basacak ve uzay programları başlatacaklardır. Muhtemelen uzay görevleri, nefes almaları için tonlarca su taşımanın aşırı ağırlığı nedeniyle büyük ölçüde kısıtlanacaktır. Ancak hiçbir şey, yüzen platformlardan yörüngeye ve yıldız sistemlerinin etrafına uzay sondaları fırlatmalarını engelleyemeyecektir. Ne kadar sürerse sürsün, akıllı deniz yaşamının da evreni keşfetme konusunda insanlar kadar meraklı olacağını varsayabiliriz.
Her şeye rağmen akıllı bir deniz türünün ortaya çıkması, bir kara türünün ortaya çıkmasından birkaç milyar yıl daha uzun sürebilir. Güneş benzeri yıldızlar, böyle bir türün ortaya çıkmasına yetecek kadar uzun yaşayamayabilir, ancak kırmızı cüce yıldızlar evrende bol miktarda bulunur ve yüz milyarlarca yıl dayanabilir. Bu zaman, bir kırmızı cüce yıldızın yaşanabilir bölgesinde dönen okyanus dünyalarındaki canlılar için yeterlidir. Trappist-1 Sistemi’ndeki gezegenler gibi yıldızlarından gelen radyasyona maruz kalan dünyalar, kara yaşamının hayatta kalması için pek de elverişli değil. Öte yandan, yoğun bir yalıtıcı okyanus tabakasının altında yaşayan deniz canlıları bu durumdan olumsuz etkilenmeyebilir. Sonuç olarak, “okyanus altında asla gelişmiş bir medeniyet ortaya çıkamaz,” diyemeyiz.
Okyanus tabanlı zekânın gelişimi bazı önemli engellerle karşılaşacak olsa da, kainatımıza hâkim olan gerçeği keşfetmeye başlamaları pekâlâ mümkündür. Sadece Dünya’daki canlılara bakarak bile yaşamın hep bir yolunu bulduğunu görebiliyoruz. Yaşam, etrafındaki koşullar ne olursa olsun daha uyumlu ve daha komplike olmak için adeta zamanla yarış içinde. Yaşam adeta bir orman yangını gibi yayılıyor. Aynı evrim yasaları galaksinin başka yerlerinde de geçerliyse, okyanusun derinliklerine hapsolan ötedeki yaşam bizimkinden neden farklı olsun ki? Kim bilir, belki de oralarda bir yerlerde yaşayan su altı uygarlıkları ilk temas için şimdiden sabırsızlanıyordur…
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade | Kaynak