Sanatta klasik anlayışı daima barok, onu da grotesk takip etmiştir. Bu döngüsellik, tarihsel koşullardan bağımsız genel bir eğilim gibi görünüyor bana. Bu yönelimin başlıca nedeni olarak sanatın, hatta daha da genel olarak kültürün, birikimsel ve taklitçi yapısını gösterebiliriz. Ama sadece bu değil…
Buna göre hiçbir sanatçı, kendinden öncekilerin açtığı yoldan bağımsız şekilde, duruma göre öncüllerinin poetikasından ya da ethosundan etkilenmeden, onu aşmadan ya da ona karşı çıkmadan herhangi bir sanatsal ya da kültürel ürün oluşturamaz. Bu kültürün yapısına öylesine derinden işlemiş bir eğilimdir ki onu ne söküp atabilir ne de görmezden gelebiliriz. Bu durumda şöyle bir tespit yapabiliriz: Klasik sanat, ilkel öncülerin ya da sanatı ilk başlatanların (çoğunlukla zanaatçıların) naifliği üzerine inşa eder kendini. Ancak sürekli gelişmek ve mükemmelleşmek zorundadır. Verilen bir çağda az çok kararlı bir kültürel süreklilik söz konusu ise, klasik sanatın temel yapısının ve özelliğinin nihayet ortaya çıkması kaçınılmazdır. Altı bin yıllık Mısır sanatı gereğinden uzun bir klasik durgunluk yaşamıştır. Aynı şekilde Orta Çağ kilise ya da İslam minyatür sanatı ve Divan Edebiyatı da sözünü ettiğimiz klasik atalete örnek olarak gösterilebilir. Klasik sanat mükemmellik, denge, süreklilik ve orantı peşinde koştuğu —ve bu hedefe ulaşmayı çoğunlukla başardığı— için nihayetinde ifade gücünü yitirir. Bu nedenle klasiğin ardından barok çağı başlamak zorundadır [1].
Klasiği baroğun izlemesi kaçınılmazdır, çünkü klasik sanat zaten bütün dorukları ele geçirip en dengeli yapıtları ortaya koymuş; barok sanatçıya süslemekten başka gelişme alanı bırakmamıştır. Barok, orantıları bozamaz, henüz klasikten o derece kopamamıştır çünkü… Bu yüzden yapıtlarını abartılı bir şekilde süslemek zorundadır. Böylece klasiğin bir başarı olarak gördüğü sadelik anlayışını ona karşı bir silaha çevirir. Barok yapıt, klasik yapıtın sadeliğiyle tezat oluşturarak dikkat çekmek ister. Barok, ince ayrıntılara kafayı takmak zorundadır, çünkü kendisini başka türlü kabul ettiremez; kişiselliğini başka türlü ortaya koyamaz. Yine aynı sebepten, sakin, bilge ve durgun olan klasiğin tersine, barok hareketli ve gerilim doludur. Klasiğin yatay ve düşey çizgilerinin yerini diyagonaller, spiraller ve çeşitli eğriler almıştır. Barok, zihni serbest bırakmaya çalışır, ama henüz yeterince cesur da değildir. Barok, devrimci olamaz, zihnin gerilmiş yaylarını serbest bırakamaz; yine de gerilim, duygu, zafer ve esriklik peşinde koşar. Bir devrimin ön dalgası gibidir.
Baroğun ardından groteskin[2] gelmesi de aynı şekilde kaçınılmazdır; çünkü aşırı süsleme eğiliminin sonucu ister istemez karikatüre, kendini inkâra, saçmaya, absürde varır. Groteskin ötesi ise yıkıcılıktır (nihilizm). Resim sanatında aklıma hemen ekspresyonizm ve türevleri geliyor, edebiyatta Kafka ve Beckett. Groteskin yıkıcılığını söylemeye gerek var mı? Sade yıkıcı olmakla da kalmaz, devrimcidir o. Peki, bir varlık neden devrim ihtiyacı duyar; devrimi özler, arar? Bunun gerekçelerini sadece toplumsal eşitsizlikte mi aramalıyız? İnsanın salt kendinden, kendi içsel dengesizliğinden gelen bir şey olduğunu ve nefes almak kadar doğal bir şey kabul edilmesi gerektiğini iddia edemez miyiz? Devrim, çok incelenmesi gereken bir dinamiktir elbette; onu gençliğin dikbaşlılığından ya da gelir dağılımındaki eşitsizlikten kaynaklanan bir olgu olarak da görebiliriz, insanın kendi içsel yıkıcılığının bir sonucu olarak da. Ama çokça söylenmiş bir söz olurdu böylesi.
Devrimde başka bir tandans ve temayüller de vardır. Sanırım depresyonla ilgili bir şeydir bu. Depresyon, insanı durağanlığa iten bir çeşit duvar olarak düşünülmeli; ancak, depresif kişi bu duvarın üstüne yazı yazar, grafiti çizer; duvarın iç kısmında kendine olan nefretini haykırır, fotoğrafına tükürür ve soyaçekime lanet eder. Aslında bütün bunlar yapıt olarak zuhur etmektedir. İşte grotesk, aynada görülen kendi yüzünün ve kendi yüzünde görülen toplumun yüzünün çirkinliğinin ayırdına varmasıdır kişinin. Tıpkı korkutmak amacıyla oluşturulan giflerde[3] olduğu gibi, yüzlerin ansızın çarpılması depresyonun kara aynasında bütün orantıları değiştirmektedir. Salt orantıların değiştirilmesi bir şekli karikatürize edebilir, korkunç hale getirebilir. Esasında korkunç olanla (grotesk) komik olan aynı şeydir. Her ikisi de benzer transformasyonlardan (çarpıtmalardan) geçmiştir. Tıpkı birçok kara güldürüde ve grotesk sinema filminde ürkünç olanla komik olanın yan yana bulunması gibi… (Tim Burton’un eserleri geliyor aklıma.)
Çarpıtmanın kendisini çarpıtırsanız ne olur? Yeni ve daha abartılmış bir süper çarpıtma mı? Bu sayılmaz çünkü o zaman çarpıtmış olmayız. O halde çarpıtmanın çarpıtılması, her şeyin normale (klasik oranlarına) geri döndürülmesidir. İşte bu yüzden groteski, klasik ya da naif olan izler. Bu yüzden daima ilkel başlangıçlara dönüş yapılır. Zanaatçılar her şeyi sıfırdan keşfederler; ardından klasizm başlar. İşte bu bir döngüdür. Sanattaki bu örüntü tutuculuğu ile meşhur Mısır sanatında bile gözlenebilir. Velhasıl sanatın bu niteliği, birbirinden kopuk olmayan, sanat üretirken birbirini izleme ve okuma imkânına sahip her sanatçı topluluğunun ortaya koyduğu sanatın özelliğidir. Aslında bu yapı genel olarak bütün kültüre uyarlanabilir. Örneğin Batı romanında kahramanın gelişimini analiz edersek, aynı izleği görürüz[4].
Aslında tarihte hiçbir zaman döngü yoktur. Daha çok kaba, aritmik ve düzensiz bir spiralden söz edebiliriz. Bir spiral, dönerken genişleyen bir biçimdir. İnsan kültürü de böyledir, bir yandan dönerken bir yandan genişler. Bence, İkinci Yeni bu bağlamda barok eğilime karşılık gelmektedir. Onu takip eden günümüz şiirinin ana eğilimi ise çoğunlukla grotesk olarak imlenebilir. Sanat tarihçileri genel olarak sanat akımlarını çağın koşullarını göz önüne alarak daha spesifik hale getirmeye çalışırlar. Ben ise onu daha da basitleştirmeye çalışıyorum. (Bir nevi karikatürize ederek…) Bunu yapmaktaki amacım, sanatı ya da sanatçıyı kendinden bir şey olarak değil de insan varlığındaki temel çelişkilerin (aslında belki de tek bir çelişki vardır) bir tezahürü olarak görmem olabilir. Söz gelimi “depresyondan bağımsız bir sanat düşünülebilir mi?” diye sorarım kendi kendime. Bu soruyu, sanatçıların bir kısmı gerçekten de bu hastalığa yakalandığı için yahut sanatçı hassasiyeti denen şeyin sanatçıyı bu hastalığa daha yatkın hale getirdiği için soruyor değilim elbette…
Çok klişe iki örnek vermek gerekirse; eşcinsellerin ya da solakların sanata ve depresyona daha yatkın olmalarıyla da alakalı değildir bu… Çoğunlukla doğru olsa da toplumsal çelişkilerin ya da sınıfsal çatışmaların (hadi amiyane tabirle söyleyelim, yoksulluk ve adaletsizliğin) sanatı bir takım biçimler almaya zorlamasıyla da ilgili olmayabilir. Bütün bunların ötesinde, salt insan olmamızdan kaynaklanan, yani kendi varoluşumuzu ve soyaçekimi sorgulayan, kendi toplumsal dışlanmışlığını fark eden yabancılaşmış bireyler olarak, depresyon, sandığımızdan çok daha yaygın biçimde sanatın içine sızmıştır. Üstelik yalnızca grotesk yönü ağır basan, dışavurumcu ve devrimci edebiyatta değil, klasik eserlerde de onunla karşılaşırız. Savaş ve Barış’ta Prens Andrey’in derdi neydi? Niçin savaşa gittiğinde mutlu olabilmektedir ancak? Ya da gelmiş geçmiş en büyük kurgusal kahramanlardan biri olan İsa, niçin “çarmıha gerilmek zorundayım!” demişti havarilerine? Gılgamış neden rahat duramamakta, ille büyük işler yapmak, zorbalık etmek, ölümü bile yenmek zorunda hissetmektedir kendini[5]? Çağdaş yaşamla antik yaşam arasında büyük farklar olmasını bekleriz; öyleyken, çağdaş edebiyatla antik edebiyat arasında beklediğimiz kadar büyük farklar bulamayız. Demek ki geçen çağlar boyunca insan çok da fazla değişmemiştir.
Sanatın bir ‘işlem’ olduğunu söyleyebiliriz. Var olan ham algı üzerinde uygulanan bir işlemdir bu. Sanat her zaman “öteki” ile ilgilidir, ancak yalnızca “beriki” yani “kendisi” üzerinden kristalize olabilmektedir. Sanat bir ayna ise, bu aynanın yansıtıcı yüzeyi kendi beynimizden başka bir şey değildir. Beynimiz, biz farkında olmadan dünyayı zaten çarpıtır ve basitleştirir. Bu birinci işlemdir. Beynimizi doğal olmayan bir şekilde eğiterek (yani ona kültür kazandırarak) zorlama bir şekilde yaptığımız ve bir çeşit “seçme, kurma, uydurma” olarak adlandırabileceğimiz, yine de oldukça soylu bir çaba olan “yaratma” eylemi gelir ki bu da ikinci işlemdir. Üçüncü işlemde artık sanatçının rolü yoktur. Toplum yapıtı ya baş tacı eder da çöpe atar. Bu da üçüncü işlemdir. Dördüncü işlem ise zamanın (her şey üzerinde olduğu gibi) sanat yapıtları ve toplum üzerinde uyguladığı kaçınılmaz eskitme işlemidir.
Bütün bunları söylerken, sanatçıyı izole bir birey, sanatı da kendinden bir şey olarak görme yanlışına düşmemeliyiz. Sanatçı hiçbir zaman tekil bir birey olmamıştır, o toplumu içinde taşır; ruhunda ötekini biriktirir[6]. Yapıt ortaya koymak, kusmak gibidir ki aslında ağlamak da gözlerin kusmasından başka bir şey değildir. Gerçek şu ki hiçbir çağ ve hiçbir toplum insana hürriyet ya da mutluluk sağlamamıştır, sağlayamaz da… Bunun için kaynakları yeterli olmadığı gibi insanın yapısından gelen bir tatminsizlik de ülküsel bir toplumun kurulmasına engel olmuştur. O halde sanatçının tek yapabileceği bu umutsuzluğa ağıt yakmak —gözleriyle kusmak— ya da kalemiyle kelimeleri kusmaktır. Kusulan şey sindirilmemiş yemek artıkları değil, ötekinin sanatçıda bıraktığı izdir. Günlerce aç kalmış bir işsizin simitçiden bedava simit istemesi, simitçi tarafından bu isteğin reddedilmesi ve işsizin kendini denize atması nasıl bir gerçekse (ki burada simitçinin durumu da bir başka trajedidir[7]); belediyenin yerde bıraktığı elektrik kablosuyla oynarken yanan ellerini kesen doktora olan borcunu ödeyemediği için hastanede rehin bırakılan küçük bir kızın, günler sonra babasını karşısında bulduğunda (sadece o zaman) ağlaması da bir başka yaşanmış acılıktır. Bütün bunlar ötekinin hikâyesidir ve sanatçının imgeleminde yer eder.
Kuşkusuz ötekinin hikâyesi yalnızca yoksulluk ve adaletsizlikte ilgili değildir. En basit bir karşılıksız aşk hikâyesi ya da küçük bir kusur; hatta yakınlaşmaya çalışılan kişinin sırtını dönmesi bile bir insanın felaketine neden olabilir. Bütün edebiyat, kırılmış insanların hikâyeleriyle doludur; ancak, bir hikâye ötekinin hikâyesi olarak anlatıldığında, bizlere hiçbir şey ifade etmez. Hikâyenin anlamlı olabilmesi için “bizim” hikâyemize dönüştürülmeleri gerekir. Sanatçı onu “bizim” hikâyemize dönüştürebilen kişidir. Sanat, her ne kadar bireysel bir faaliyetmiş gibi görünse de pek öyle değildir. Her zaman bir grubun içinde yer alır sanatçı. Yaşantılarıyla sanatçıyı etkileyen kişiler olduğu gibi, hikâyeler üreten “öteki” sanatçılar da bulunur daima. En bağımsız sanatçı bile ötekini inkâr edemez, ötekinin varlığını daima kabul etmek zorundadır. Sanatçı adeta ötekinin atmosferinde yaşamaktadır. Kendi kuşağında zincirin bir parçası olmak ister; onunla tartıştığı, ona karşı çıktığı zaman bile böyledir bu. Van Gogh’un mutsuzluğunda Gauguin’e olan yakınlaşma çabalarının ve sonuçtaki hüsranının payı büyüktür. Sonunda bu iş büyük kavgalara kadar varmıştı. Gauguin ayrılıp gittiğinde, Van Gogh boş sandalyeler çizmeye başladı. Sandalyelerin üzerine Gauguin’e ait eşyalar koyuyordu. Bunun bir çeşit saygı ritüeli olduğu bellidir. (Cenaze merasimi[8].)
Yalnız ve anlaşılamamış bir öncü olsa da çağdaşları arasına girmeye çalışmıştı Van Gogh. Bu yüzden Arles’e gitti, bu yüzden Gauguin’le birlikte yaşamaya çalıştı. Ancak ötekinin kalbine girmenin, zihnine girmekten daha zor olduğunu bilmiyordu. Sanatın ruhunu oluşturan işte budur. Yani ötekinin anlaşılması, kabul edilmesi, hatırlanması ve sonunda bütün bunların yol açtığı bulantının gerisingeri kusulması. Sanatın ikinci boyutu da yapıtın tekniğidir. Yani kullanılacak biçemin belirlenmesi… İşte burada sanatçı daha özgürdür, çünkü doğuştan gelen yeteneğini gösterme ve kendini aşma hevesi ve gayreti içindedir. Bu doğal bir şeydir onun için. Ellerindeki ya da kulağındaki maharet ve orantı duygusu (kompozisyon oluşturma yeteneği) zaten sanatçıyı sürekli kendini aşmaya zorlamaktadır.
Öte yandan sanatçı, çağdaşlarının eserlerini gördükçe kamçılanmaktadır. Çünkü sanatın temelinde “bunu en iyi ben yaparım” gibi çocukça bir duygu da vardır. Sanatçı, ince ayrıntıları hemen görmekte, yoldaşlarının boş durmadığını da bilmektedir. Zamanın ruhunu kendisi yerine ötekilerin ele geçirmesine izin mi verecektir? Sanatçılar arasındaki rekabeti hiçbir şey durduramaz. Bir sanatçı ancak herkesten iyi bir eser yarattığına inandığında gerçekten mutludur; geçici ama yoğun bir mutluluktur bu. Sanatta temel bir takım eğilimler ve akımların olması kaçınılmazdır. Bu eğilimlerin bazı temel yönleri değişmese de, genel anlamda sanatçı içinde bulunduğu alanın kuvvet çizgileriyle her daim kesişmek zorundadır. İçinde duyumsadığı garip etkinin zoruyla etrafındaki uzayı bükmeye çalışır. Çağın atmosferini değiştirmek, hatta bizzat çağın kendisi olmak ister. Herkesin kendini tanımasını ve sözünü işitmesini ister. Bunun için yüksek bir tepeye çıkıp kendini sergileyen, türlü tuhaflıklar yapması gerekse bile bundan çekinmeyen niceleri vardır.
- [1] Burada hem ‘klasik’ hem de ‘barok’ sözcüklerini Batı Sanatının belli bir dönemine özgü olarak değil, genel sanat terimleri ya da eğilimleri olarak kullanıyorum; küçük harfle başlatmamın sebebi budur. Barok derken, klasik sanattan kopamamış, aşırı süslemeci, dinamik sanatı kastediyorum; örneğin, bu anlamda Romantizm baroktur. (Küçük harfle barok.)
- [2] Grotesk sözcüğü de özel anlamıyla değil, genel bir sanatsal eğilimi anlatmak için kullanılıyor.
- [3] Gif, bilgisayarda kullanılan bir çeşit hareketli resim formatı. Gif resimlerinin hareketli olması, ona ilginç anlatım olanakları sağlar.
- [4] Bkz. “Batı Edebiyatında Roman Kahramanının Düşüşü”
- [5] Bkz. “Edebiyat Ne Zaman Sanattır”
- [6] Latife Tekin’in 5. Zeynep Cemali Edebiyat Günü’nde yaptığı kapanış konuşmasından: “Ben çocukken, yoksul ve dilsizken, insanların sözcüklerinin onların gürültüsüyle zihnime dolduğunu düşünüyorum/zannediyorum, o gürültüyü sessizleştirmek, zihnimi sükûnete kavuşturmak için yazmaya başladım. Bu bir iç sezgiydi.”
- [7] Çünkü, kendisinin de bir kurbanı olduğu sistemin suçunu yükleniyor. Gazetecinin yazdığına göre simitçi büyük bir pişmanlık içindedir ve ağlamaktadır.
- [8] Hollanda’da mezarlığa ya da ölünün odasına konan ölüye ait eşyalar, öleni temsil eder.