“Posthümanizm insanı birden fazla söylemde (evrimsel, ekolojik, teknolojik) merkeziyetçilikten uzaklaştırmakta kalmayıp aynı zamanda insan doğasındaki hümanistik, insanbiçimci, normatif kavramları tartışmaya açmıştır.” -İnsanı Yeniden Düşünmek – Kolektif
Posthümanizm nedir sahiden? Bunu anlamak için öncelikle hümanizme ve doğuş hikâyesine bakmak gerekir. Destan ve mitik anlatılarda başrolde daima tanrılar bulunur. Bunun nedeni de doğayı, doğal olayları izah etmeye çalışan insanın böylesine devasa bir göğü ve toprak parçasını deveran edebilecek kişilerin normal olamayacağına dair algısıdır. Üstün ve güçlü bu canlıların yaptıklarını anlatır ve böylece kendi değersiz varlığı anlam kazanır. Hümanizma ruhu ise bunun karşısında durur. Protagoras‘ın deyişiyle “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” Evreni tanrıların merkezde olduğu bir gözle anlatmaz ve anlatının merkezine insanı yerleştirir. Bunun en önemli örneği Dante‘nin İlahi Komedya’sı ya da Petrarca‘nın şiirleridir. Bu bağlamda atılan her adım Rönesans’ın ilkelerini yayarak seküler bir havanın oluşmasına ve bilimle sanatın gelişeceği ortamın hazırlanmasına yol açmıştır. Yani Hasan Âli Yücel’in deyimiyle duyuş merhalesi kendi geleceğine dair çizdiği yolu belirler.
Bilindiği üzere post eki tanımladığı tabirin sonrasına tekabül eder. Postmodernizm, postempresyonizm vs. Posthümanizm bu doğrultuda insana dair kavram ve kavrayışların değişeceği bir gelecek tasavvurundan bahsetmektedir. Transhümanizm nasıl ki fiziksel değişim odağında bir dönüşümden bahsediyorsa, posthümanizm ise daha geniş anlamda bu değişimin yıkıcı bir hale gelmesinden ve yeni yapıyı kaostan doğuracağından bahseder.
Kaos deyince akla gelen ilk insanlardan olan Albert Caraco, Kaos’un Kutsal Kitabı adlı eserinde şöyle söyler:
“Dillerimiz yozlaşıyor, en güzel diller çirkinleşiyor, en iyi işitilenleri anlaşılmaz oluyor, şiir öldü, düzyazı kaos ile yavanlık arasında seçim yapma durumunda. Sanatlar yok olalı kaç kuşak geçti, en ünlü sanatçılarımız gelecekte küçümsenecek hokkabazlara benziyorlar.”
Öte yandan Nietzsche‘nin “Tanrı Öldü” derken kastettiği şey de aynı zamanda yaşandı. İnsanın mitoslara öyle ya da böyle sırtını yasladığı günlerden bugüne yaşanan değişim, tanrının bile kenara çekilmesine yol açtı. Dostoyevski‘nin Karamazov Kardeşler‘de dediği gibi, “Tanrı yoksa her şey mubah,” sayıldı ve buna göre hareket edildi. Artık tanrı olmadığına göre ahlâk gibi temel öğretiler ne olacaktı? Hadi ahlâk denilen kavram yasalarla belirleniyordu ve zaten dinler de bunu asırlardır yapıyordu. Tanrı ve dinler bize bir amaç veriyordu. Bir yol haritası, bir gidişat planı. Oysa şimdi ellerimiz boş, yüreğimizde sızıyla ortada kaldık. Peki çözüm nedir?
İşte posthümanizmin doğuş noktası tam da Caraco’nun değindiği bozulma noktası olacak. “İnsanın akıl çağı” dediği 18 ve 19. yüzyıllarda kendini ve eylemlerini ele alışı bambaşkaydı. İnsan denilen varlık her şeyden üstün ve her şeye kâdirdi. Deneyler, bilimsel buluşlar, icatlar derken zaten bu iddia da giderek haklılık kazanmaya başladı. Ancak… Bu bahsi geçen güç savaşları, kaotik bir ortamla birlikte manevi arayışın peşine düşen insanları doğurdu. Caraco’nun söylemiyle “yitik bireyler” kendilerini anlamak ve varlıklarını anlamlandırmak için epey çaba sarf etti. Varoluşçu fikirler ve Frankl’ın logoterapisi gibi pek çok yaklaşım bu anlamsızlık girdabına kapılanlara halat uzatmak içindi.
Tanrıyı öldüren insanın artık yeni bir odağa ihtiyacı vardı. Yine Nietzshe bu doğrultuda güzel sanatların ve estetiğin çözüm olacağını söyledi. Ona göre bir geçişti insan ve geçişin sonunda üstün insan ortaya çıkacaktı. Bu yaklaşım her ne kadar ucu açık kalmış tanımlamalara yol açtıysa da, bir bakımdan günümüze işaret etmektedir. Güçlü, ne istediğini bilen ve maddeye hükmeden. Fakat bu elbette eksik, ki günümüzde hâkim olan çürümüşlük, yozlaşmışlık, anlam karmaşası ile kavram selleri arasında boğulmaya yüz tutan biz, üretim zinciri içerisinde kurduğumuz tüketim anlayışımızla tarihin gördüğü en çaresiz nesiliz. Teknoloji ve bilgi var ama bilgeliğe dair tek kelime yok.
Milan Kundera olgunluk için “simgelere direnebilme yeteneği” der, bizse giderek gençleşiyoruz. Aynı şekilde Foucault‘nun Kelimeler ve Şeyler adlı eserinde değindiği üzere, eylemler ve öz bazen gösterildiği kaba sığmayabiliyor, dolayısıyla bu tablodan çıkması ve kendini yeniden tanımlaması gerekiyor. Zira çağlar boyu yaşanan değişim bunu göstermektedir. Bugün insan olarak tanımladığımız benliklerimiz birkaç asır evvelden taşınan yükün sırtlanılmasıyla yoluna devam ediyor. Bu bir sorun değil mi?
Post mortem, ölüm sonrası demektir. Posthümanizm ise eski hümanizmin, yani insanlık anlayışının ölümünün habercisi. Yerine çağın diline uyum sağlamış bir anlayışın geleceği ise birçok fütüristin öngörüsü. Bu elbette herkes için iyi haber değil. Nitekim Posthuman farklı bir algıya sahip olacak ve maddeyle olan ilişkisi de haliyle yaşama dair görüşlerini doğrudan etkileyecek. Sanatın buradaki rolü ise devrin meydana getirdiği söylemi gerekli göstergelerle aktarmaktır. Makineler, yapay zeka ve hatta ölümsüzlük… Bunları ancak zamanın ruhundan haberdar hatipler izah edebilir ve böylece posthümanizm, insanın sahiden ihtiyaç duyduğu meramını anlatmaya mahir hale gelecektir. O da hiç kuşkusuz bütün kalıpları yıkmak olacaktır.