“Vahşet tiyatrosu, gözkapaklarını karşılıklı olarak dirseklerle, dizkapaklarıyla, uyluklarla ve ayakparmaklarıyla birlikte ve görülen her şeyle birlikte dans ettirmeyi amaçlar.” –Antonin Artaud
Organik varlık, dehşet tiyatrosunu yaşamaya mecburdur. Onu belirsiz bir merkezden seyreder. Nihayet tüm temkini elden bırakmadan onun bir parçası haline gelir. Oysa varlık zaten oyunun içindedir hep. Sadece oyunun bilincine varmıştır. Kendi kendini sökmeye başlar. Söker, parçalar, sindirir, tükürür ve dışkılar. Organik hayat kaybettikleriyle birlikte yeniden inşa eder kendini sonra. Termitlerin tükürük, balçık ve kimyasallarla dolu şehirleri gibi, hayat yükselir, yükselir ve bir gün anlamsız bir yığın bırakarak çöküp gider. Karıncalar seksen milyon yıl önce ortaya çıkmıştı. Sayısız çeşit ve güzelliğe sahipler. Organik hayatın kemiricileri. Oysa onların feromonlarla dolu dünyasındaki harmoni mozaiğine insanları akort etmek mümkün mü?
Karınca kolonilerinin nüfusu milyonları bulabilir. Oysa onlar tek bir vücuttan ibarettir esas olarak. Tek bir sürü zihni. Hayatın behemehal kasvetli uğultuları, kokuları, hisleri ve dokunuşları içinde dev, yekpare bir aklı paylaşan varlıkların dansı. Ne muazzam. Seksen milyon yıldır onlar bunu yapıyor. İnsanlar ise iki yüz bin yıldır var. Karıncaların büyük, etli ve de başarısız kopyaları. Birbirinden ayrı milyarlarca zihin, oysa tek bir bütüne ulaşmak için çırpınıyorlar. Sanat, esrime ve de hayat… hepsi kopup geldikleri o tanrısal geometriye yeniden dönmek istiyorlar. Vücutlarımız, hayatlarımız ve de organlarımızla öylesine aciziz ki. İki yüz bin yıldır ölüyoruz, kaderlerimizle alakalı tayin edebildiğimiz tek kesin sonuç bir gün öleceğimiz, oysa ölümün ne olduğunu bilmiyoruz, iki yüz bin yıldır bunu yapıyoruz, fakat sahiden ölümü kim anlatabilir? Ölüm, sadece bedenin ölmesi midir? İnsan bedenden mi ibaret? Hayat ve organik varlık bizi böylesine mi köreltti.
Gelecek bir beklentiler bütünüdür, geçmiş zamansa hatıralar. Zaman bir başlangıca, ya da sona sahip değil, asla başlamaz, asla nihayete ermez çünkü zaman bir rizomdur. O hep ortadır, hep gider gelir ve dalgalanır. Biz bu ara-geçişi safhalar halinde, lineer bir düzlemde yaşıyoruz. Dolayısıyla gelecek de geçmiş de aslında dev, yekpare bir kütlenin içinde. Biz bu kütlede seyahat ediyoruz. Belirli bir desen ya da belirli bir sistem vardır belki ‘şeylerin’ oluşunda, zamanın ötesindeki icatları akıl etmeyi başarmış dahiler ya da Orta Çağda akıl almaz portreler çizmeyi başaran ressamlar uzaylılarla ilişkilendirilir. Fakat Hieronymus Bosch uzaylılardan mesaj almadı büyük ihtimalle ya da H.G Wells Ay’a seyahati düşlediği sırada vahiy inmemişti. Sadece muazzam bir yeteneğe ve zamanın sisli motiflerini keşfetme becerisine sahipti onlar.
Bizler geleceği yaşayabiliriz. Bunu hep yapıyoruz. Çok büyük eksende de bunu geçmişi düşünerek yapıyoruz. Hatıralar beklentileri doğuruyor. Hatıralar bizleri biçimlendiriyor. Zaman ve akıl bu hatıraları tanzimliyor. Ölüm gerçeği bizi vücutlarımızdaki tutsaklığa sıkıştırıp nihai sona doğru kayıtsızca gitmemizi sağlıyor. Böylesine yekpare bir kütlede tutsak olmak aklımızın imkanlarını da bertaraf ediyor, zaman geçtikçe dogmaların etrafında steril bir gerçeklik kuruyor, yeni çemberler yaratıyoruz ve bu çemberler bir öncekilerin yorumu oluyor. Reformlar, devrimler ve ikonoklazm… insan denen o en kadim dogma yıkılmadığı sürece hiçbiri işe yaramayacak. İnsanlık Albert Caraco’nun vizyonlarındaki gibi bir kaosa mı sürükleniyor, yoksa zaten hep kaosun içinde miydi? Gelecekte hâlâ var olacaksa insan neye benzeyecek? Bu konuda şahsi birkaç öngörüm var.
Yalnız Göçebeler
Çok da uzak olmayan bir gelecekte insanlık muhteşem bir enerji hasadı yapıyor olacak. Günümüz dünyası bize teknolojik bir kitsch distopyasını çağrıştırıyor olabilir. Fakat unutmayalım ki atalarımız on binlerce yıl önce sırf makyaj videoları çeken Z Jenerasyonu dünyayı mahvetsin diye Büyük Filtre’den geçmedi. İnsanlığın doğadan sıyrılan yükselişinde isimsiz ve kötücül görünen bir yön var ve bu öyle kolay kolay yok edilemez. Ben şahsi olarak insan türünün Büyük Filtre’yi geçmiş olduğuna inanıyorum. Bunu ateşi kontrol aldığı andan itibaren gerçekleştirmiş olmalı. Fakat insan ölümsüz müdür? Hayır, değil. Henüz değil.
Fakat bu, insanlığın çok uzak olmayan bir gelecekte kuantum yaylarından enerji hasadı yapacağı gerçeğini değiştirmiyor. Atomların tanrısal çemberlerindeki kayıtsız hareketlerden elde edilen korkunç güç, fabrikaları artık insanlığın yekpare vücudundan silecek. Eskiden, yirminci yüzyılda her fabrika birer kale iken, artık onların yerini alan çok daha küçük cihazlar milyonlarca fabrika gücündeki kozmoslar haline gelecek. Bu enerji üretimi insanlığı büyük bir krize sürükleyecek. Bunu çözmek için uzaya açılmak ve bu enerjiyi harcamak gerekli.
İnsanlık uzaya açılacak. Uzayı fethetmekte muvaffak olmayacak belki. Hatta o engin kainatın kayıtsızlığına karşı kendi varlığında korkunç bir yoksunluğun büyüyor olduğunu hissedecek. İnsanın yeni düşmanı kozmik kayıtsızlık olacak. Çünkü insan, algılarının ve vücudunun tek bir bütünde toplanıp sıkıştırılmış olmasına uzaydayken daha fazla katlanamayacak. Dünya bizi fizik kanunları ile kendi sathına hapsediyor adeta, biz ise ona her gün karşı koyuyoruz, ilerideki safhalarda kozmosa karşı en büyük savaşı kendi vücutlarımızda vereceğiz. Vücudumuz da bize düşman kesilecek, onu parçalayacağız, onu yıkıp, ‘insan’dan kurtulacağız.
İnsan arzın sathında çırpınan bir maymun iken, bir anda astral bir korku hücreye dönüşecek bu evrede. Benliğinin yapı taşı olan tabi kimya artık bozulup kuruyacak, yerini aklın inşa ettiği yeni bir yapı alacak. Bu durum türümüzü inanılmaz bir evrim noktasına taşıyacaktır. İnsan-üstü varlık, bir zamanlar içine sıkıştığı vücut kütlesine ihtiyaç duymayacak artık. Çünkü insanlık vücudu olmadan da hareket ediyor bir hale gelecek. Fakat vücudun yoksunluğu, yerini çok devasa bir kütleye bırakacak. İnsan-üstü varlıklar kendi yarattıkları mikro-kozmosları yeni vücutları olarak benimseyecek.
Bu evreden sonra toplum yapısı tamamen değişecek. Organik ya da yarı-organik kalmakta ısrar eden toplumlar bir nebze de olsun atalarına benzeyecekken, insan-ötesine geçenler artık atalarından çok daha farklı bir şeye dönüşecek. Onlar sosyal dengede bir değişiklik ya da yeni bir sınıf eşitsizliği yaratmayacak, çünkü bu seviyedeki bir insanın artık sıradan insanlarla ya da materyal dünyanın dogmalarıyla temas halinde olmaya ihtiyacı kalmayacak. Onlar hayat-dışı sporlar halinde bilinmezliğe açılacaklar.
On binlerce yıl boyu doğa yeni ve daha sağlıklı bir jenerasyon yaratma savaşını verdi. Çiçekler bu yüzden çeşit çeşit renklerde ve kokularda, kuşlar bu yüzden güzel tüylere ve tatlı şarkılara sahip, bizler de bu yüzden vücutlarımıza ihtiyaç duyuyoruz. Hem kendimizi yaşatmak, hem de kendi vücudumuzdan yeni nesiller yaratmak için. Bu çember büyük oranda sosyal evrimin dişlilerine yapışık bir halde dönüyor. Vücutlar ve insanlar bu çemberde eziliyor. Fakat insan kendi içinde bir mikro-kozmosa sahip olduğu zaman, bu çembere gerek kalmayacak. Toprağın, suyun, radyasyonun ve şansın tetiklediği organik evrim sona erecek. Bambaşka bir evrim başlayacak artık. İnsanlığın nihai yolculuğu. Bu yolculuğa kıyasla, şimdiki evrimimiz çok kısa bir an gibi kalacak.
İnsanlık doğadan tamamen kopmuş ve tabii ihtiyaçlardan uzak bir hale gelmiş olacak artık bu safhada. Robotlaştmış bir mikro-tanrıya dönüşecek adeta. Daha önce dünya temelli hiçbir biyolojik varlığın erişemeyeceği zehirli havzalara inebilir, cehennemi gezegenlerin korkunç şartlarında hayatta kalabilecekler yeni evrilmiş vücutları ile. Organsız bir vücut. Deleuze’ün ya da Artaud’un ıslak rüyalarını süsleyecek türden.
İnsanın yapacağı kozmik yolculuk artık sadece ufacık bir andan ibaret olacak. Vücuduna entegre ettiği sistemler sayesinde kocaman bir mikro-kainatı düşleyip kendini oyalayabilir, orada kozmik bir uykuya yatabilir. Hedeflerini değerlendirebilir, kainatın kayıtsızlığına ve kendi düşlerine karşı akıl almaz bir hassasiyet yaratarak gerçekliğin akıldaki sterilizasyon mekanizması ile dilediğince oynayabilir. İnsan kendi aklının esaretinden kurtulup, aklının üzerinde yükselecek. Akıl, insanı tanımlayan bir şeyken, artık bu safhada sadece insanın bir etiketine dönüşecek. Yalnız ve kozmik mikro-tanrı göçebe hedefine ulaştığında yattığı o yoğun uykudan uyanıp amaçları doğrultusunda harekete geçecek. Kendi yarattığı gerçeklik ile dış dünyanın kayıtsız gerçekliğini süzgeçlerden geçirip daha önce hiçbir organik insanın farkına varamadığı hilkatın desenlerini çözecek. Böylesine güçlü bir varlık neden gerçek dünyada varolmak ister?
Her ne kadar insan-ötesine geçmiş olsa da hâlâ daha hakiki gerçekliğin bilinmezliğine karşı acizdir. Entropiye ve zamana karşı tek sığınak kendi zihni olacaktır yine. Bu zihin kaosu tahmin edemeyecektir. Çünkü bu seviyede bile kaos hesaplanamayacak kadar karmaşık gelecektir ona. Büyük bir perspektiften baktığımızda bu adım insanlık için henüz koşmaya yeni başlamak anlamına geliyor.
Vücudun Kırılganlığı
Gelecek konsepti sadece bir kaostur. Fakat transhümanizm zafer kazanacaksa insanlığın böylesi bir evrim geçirmesi zaruridir. Çünkü insanın başka şansı yok. Bu vücutlar ile uzayda başarılı olmamız imkansız. Bu vücutlar ile dünyada da başarılı olamayız artık. Organik evrim, aklımızın gayri-tabii evrimine karşı aciz kaldı. Kendi yarattığımız taleplere karşı, vücutlarımız yetersiz kalıyor. Belki de insanlar ileride sadece hislerden oluşan kümeler haline gelecek?
Şu an bile vücutlarımız inanılmaz bir ölüm kalım savaşı veriyor. Biz buna karşı kayıtsız ve de umursamaz bir halde, onun işini daha da zorlaştırıyoruz. Bizler entropiye, kozmik radyasyonun genlerini harap etmesine, kozmosun attığı kaos çığlıklarına ve de aklın deliliğe olan meyline karşı her gün biraz daha gelişmek zorundayız. Oysaki vücutlarımız vadesini dolduruyor artık.
Ateşi yaktık, tekerlekler icat ettik, büyük kuleler kurduk, müziği duymaya başladık ve onu tekrar etmek istedik, kendi ruhumuzun seslerine, kozmosun iniltilerine karşı kulaklarımız henüz yeni açılıyor. Derimizi değiştirmemiz gerekli, ondan kessinlikle kurtulmalıyız.
İnsan on binlerce yıl önce telafuz ettiği bir kelime yüzünden bu gün bilgisayarları icat etmek zorunda kaldı, on binlerce yıl önce telafuz ettiği bir kelime düşünce kanalında öyle bir akış yaratmış olmalı ki, insan bu gün bulut-ağlar yaratmak zorunda. Her haliyle önemsiz, cılız, kötücül, aptal ve iğrenç olan insan, bu gün öyle düşünüyor ki yarın tanrı olmak zorunda. İnsan, insan olarak kalmaya devam ederse kendi kendini dışkılar ve tükenir. İnsan, insanın ötesine geçmek zorunda. Doğadan gelen tüm tabii yönlerimizi, tüm o vahşeti, kötülüğü, cinayeti, tecavüzü ve yarıcı-organlarımız ile dişi-konakçı-hücreye parazit aktarım tutkusunu unutup, sonsuzluğun paradoksuna açılmalıyız. Bu gün zamana ve tabiata karşı mücadele ediyoruz, yarın ise kendi vücutlarımız ile savaşacağız. Onu yırtmak, paramparça etmek, o terleyen, çürüyen, cılız ve çirkin kütleden kurtulmak zorundayız. Yıldızlara bu zavallı bedenlerin içinde tutsak haldeyken ulaşamayacağız.
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade