İlk öyküsünü 11 yaşındayken Astounding Science Fiction dergisine gönderen ve geri çevrilen Ursula K Le Guin, 1950 ile 60 yılları arasında hiçbiri yayıncısını bulamayan 5 roman yazmıştı. Daha çok doğa bilimleri üzerine kafa yoran sert bilimkurgu, 40’lardan itibaren dergiler çevresine toplanan profesyonel yazarların tür edebiyatlarında pek rastlanmayan bir düşünsel derinliğe meyletmeleriyle ve önce sinemanın sonra yeni ve kârlı bir mecra olan televizyonun ilgisine de mazhar olmalarıyla birlikte bir Altın Çağ yaşayacaktı.
UKL’nin ise bilimkurgu-fantezi edebiyatı çevrelerinde tanınması ve saygı görmesi ancak 60’lı yıllarda bu kez bilimkurguda bir Yeni Dalga’dan söz edilen döneme denk geliyordu. Aynı sırada bilimkurgu sineması da tarihsel bir eğilimin iyiden iyiye olgunlaşmış meyvelerini vermekteydi; türün başyapıtları ekseriyetle edebiyat uyarlamaları arasından çıkıyordu. Her yaştan okura zengin bir anlam dünyası sunan olağanüstü bir külliyatı ardında bırakarak, 88 yaşında aramızdan ayrılan UKL’nin, yalnızca bilimkurguyu değil edebiyatı da dönüştürmüş olan başyapıtlarının filme uyarlanma serüvenlerinin talihsizliğine bakılırsa, yazarın sinemaya vaat ettiği malzeme, tıpkı edebiyata sunduğu katkı gibi avangard niteliğini hâlâ muhafaza ediyor.
Jules Verne’in, H.G. Wells’in öykülerindeki hem aksiyon-macera potansiyelini hem de tür edebiyatlarının düşünceye ve görsel icatlara açtığı imkânları Georges Melies’nin 1902 tarihli Ay’a Seyahat’iyle, tarihinin erken döneminde keşfeder sinema. 50 yıl kadar sonra sonra, bilimkurgu edebiyatının Altın Çağı, Invasion of the Body Snatchers’dan, Forbidden Planet’a önce sinemaya sonra televizyona hepsi bugün klasikleşmiş olan bir dizi film armağan eder. Orwell’in 1984’ünün dil ile olan meselesini, Godard, 1965 yılında hard-boiled distopya Alphaville ile sahiplenir örneğin. Şiirden anlamayan ceberrut diktatör bilgisayar Alpha60’in psikotik kuzeni HAL, 1968’de Kubrick’in 2011:Bir Uzay Yolculuğu’nda ortaya çıkar. Soylent Green, Otomatik Portakal ve (tersten bir örnek vermek gerekirse) gösterime girdiği yıl romanlaştırılan George Lucas’ın THX 1138’i hep bu Yeni Dalga edebiyatının görsel unsurlarını popüler muhayyileye kazınmasında etkili olur.
Tür edebiyatlarıyla sinemanın ciddi bir birlikteliği olacağını muştulayan klasik örnekleri takip eden uyarlamalar, UKL’nin, Philip K. Dick’in, Ballard’ın edebiyat sahnesine çıktığı 60’lara gelindiğinde bu kez yalnız tür açısından değil, sinema tarihi açısından önemli filmler ortaya çıkmaya başlar.

Çağdaşı olan, hatta okulda tanışmamış olsalar da sınıf arkadaşı olan Philip K. Dick’in yapıtlarından zaman içinde uyarlanan Total Recall, Minority Report, Blade Runner, A Scanner Darkly gibi filmlere karşılık, UKL’nın zengin külliyatından yapılan uyarlamaların sayıca bir elin parmaklarını geçmemesinin sırrı ne olabilir? Le Guin’in 1971’de yayınladığı Rüyanın Öte Yakası, gördüğü “etkili rüya”larla elinde olmadan geleceği ve geçmişi değiştiren, yeniden kurgulayan sade vatandaş George Orr’un hikayesi, 1980 yılında, romana her açıdan sadık bir televizyon yapımıyla (The Lathe of Heaven adıyla) filmleştiriliyor. UKL’nin çokça katkıda bulunduğu ve söz sahibi olduğu, metne dair anlayışını paylaştığına inandığı yönetmen ve yapımcılarla çalışma fırsatını bulduğu bir yapım oluyor.
Roman, 2002’de yeniden yalnızca televizyon için ve bu kez yazarın katkısı olmadan, bazı karakterlerden ve olaylardan feragat eden, büyük ölçüde sadeleştirilmiş bir senaryoyla (Lathe of Heaven) yeniden çevriliyor. Yalnızca 1980 yapımında yaratıcı ve özgün bir tasarının ürünü olan görsel efektlerin 2002 yılında yavan ve hayal gücünden yoksun bir görselliğe evrildiğini göz önünde bulundurarak bile, ikinci filmin niçin yapıldığını kestirmek güçleşiyor. UKL’nin başyapıtları arasında sayılmasa da alternatif gerçeklikler üzerine bir düşünce egzersizi olması bakımından Yüksek Şatodaki Adam’la akraba olan romanın uyarlamalarının, televizyon’da enflasyona uğramasının sebebi belki de, Philip K. Dick’e bir saygı duruşu niteliğinde olmasıdır.
Televizyonun UKL ile bir sonraki imtihanı, 2004 Aralık ayında Sci-Fi Channel’ın Yerdeniz Büyücüsü uyarlaması kisvesi altında yaptığı dizi ile oluyor. UKL, bu dizi ile ilgili pek çok mecrada itirazlarını dile getirirken, milyonlarca okurun dünyanın ve karakterlerin tanınmaz hale gelmiş olmasını yönetmenden senaristlere ve kasting sorumlusuna yapımda çalışan hiç kimsenin, Yerdeniz evrenini anlayamamış olmasına bağlıyordu. Kızıl-kahve tenli genç büyücü Ged’i beyaz bir aktörün canlandırması, kurgusu tamamen değiştirilmiş, iyi ile kötünün epik mücadelesi gibi ikili karşıtlıklara bel bağlayan senaryosu, mini dizinin UKL’nin tercihlerini hiçe sayan bir anlayışla yapıldığını gösteriyor. “Tek yapmak istedikleri, seks ve şiddet üzerine kurulu, senaryosu anlamsız bir McMagic filmi yapmak için, Yerdeniz adını ve kitaplarımdan birkaç sahneyi kullanmaktı,” diyecekti. Dizinin yapımcıları, Yerdeniz adını kullanmışlardı belki ama Yerdeniz’in gerçek adına nüfuz edememişlerdi.
Büyücülük okuluna giden bir oğlan çocuğunun, aralarında özel bir bağ bulunan başdüşmanını alt edebilmek için kendi gölgesiyle yüzleştiği Harry Potter serisinin, Yerdeniz’de icat edilen bir nüveden türediğini söylemek yanlış olmaz. Adının, yayıncısı tarafından bir kadın yazar olduğunu ele vermeyecek şekilde kısaltılmasına izin veren J. K. Rowlings, “gerçek adı” elinden alınmış bir yazar olarak, hem “genç yetişkin” kitaplarının hem de büyük stüdyo filmlerinin hakim pazarlama paradigması içinde kendine rahat bir yer bulabilmiştir. Yerdeniz’deki dramatik potansiyelin yüzeyinde kalmak yerine, örneğin İngiltere’de yayımlanan baskıların kapaklarında Ged’in beyaz bir karakter olarak çizilmesini dert edinen Ursula K. Le Guin’in aksine.
2006 yılında bu kez ümit vaad eden bir buluşma; Yerdeniz dünyası ile Ghibli Stüdyosunun karşılaşması yine aynı sebeple daha az hüsrana yol açmadı dense yeridir. Ghibli filmine hiç benzemeyen nadir Ghibli filmlerinden birinin, tam da Yerdeniz uyarlaması niyetiyle yapılmış olması tarihe düşülen ironik bir not olarak hatırlanacak olsa gerek. Hayao Miyazaki’nin Ruhların Kaçışı’ndaki Yubaba’nın insanların isimlerini ellerinden alarak onları kontrol etmesi fikrinde Yerdeniz’deki gerçek isim temasından esinlenmiş olduğu şüphesiz, yazarla paylaştığı çevreci, feminist, insan sever hassasiyetler de göz önünde bulundurulunca, iki ustanın bir Yerdeniz senaryosu üzerine çalışması yalnızca akla yatkın değil aynı zamanda son derece arzu edilir bir durum gibi görünüyor. UKL, Miyazaki kendisiyle irtibat kurduğu ilk seferde filmlerin yapım haklarını devretmeyi düşünmemiş, sonradan Miyazaki filmlerini izleyip, hayran kalınca Ghibli stüdyosundan gelen ikinci bir teklifi geri çevirmemiş. Fakat kaderin birtakım cilveleri sonucunda, Baba Miyazaki yerine filmi oğlu Goro Miyazaki kotarıyor ve UKL’ye göre görsel açıdan özgün olmasa da etkileyici ve ama Yerdeniz romanlarının anlayışına zıt biçimde şiddet sahnelerini önemseyen bir film ve “benim öykümdeki karakterle aynı adları taşıyan fakat hal ve tavırları, geçmişleri ve kaderleri bütünüyle farklı olan karakterler” ortaya koyuyor.
Yerdeniz’i, ekranda, perdede iki boyutlu halde resmetmeye çalışan yapımların başarısızlığı, su almaz bir dramatik yapının spektaküler unsurlarına ve aksiyona karakterlerin derinleşmesine yapılandan daha fazla yatırım yapılmasında aranabilir. Yerdeniz gibi bir dünyanın yaratılması, Yüzüklerin Efendisi’nden daha az önemli olmadığı gibi daha az maliyetli de olmayacaktır şüphesiz, fakat Taht Oyunları gibi bir örneğin aksine, Yerdeniz, karakterlerin beklenmedik şekillerde ve zamanlarda öldürülmek için değil, yaşamak için yaratıldığı bir evren olarak türün gidişatı açısından zamanın ruhuna aykırı gibi görünüyor.
Dünyaların, bir eşikten diğerine yolculuk eden karakterden doğduğu bir edebiyatın yaratıcısı Le Guin karakterleri için aynı zamanda son derece derinlikli iç dünyalar da yaratıyordu. Yazar, Mülksüzler’in Shevek’inin “kim ve ne olduğunu, nereden geldiğini anlayabilmek için tüm dertleri, tasalarıyla iki koca gezegen yaratmam gerekti,” diyordu. 1971’de yayımlanan roman, ütopyanın yaşamak için kendi ikircikli doğasıyla daimi olarak müzakere içinde olması gerektiğini savunan bir ütopyacılığa ses vermekle ve anarşizm gündemini yeniden düşgücünün ve kültürel üretimin alanına davet etmekle bilimkurgunun düşünceye açtığı ufukları genişletiyordu. 1971-72 yılları, Robert Wise, Matheson’un I am Legend’ından uyarlanan The Omega Man’i, Micheal Crichton’un The Andromeda Strain romanından uyarlanan aynı adlı film, Tarkovsky’nin Stanislas Lem uyarlaması Solaris, Kurt Vonnegut’ın Slaughterhouse Five’ının uyarlaması gibi unutulmaz filmler gösterime girdi ama Mülksüzler, yine aslına sadık kalarak sinemaya uyarlamaya kimsenin kalkışamadığı bir metin olma özelliğini koruyor.
Mülksüzlerin felsefi ağırlığı ve politik olarak alt üst edici potansiyeli, uzay operasına dönüştüremeyeceği bir metni senaryolaştırmaktan imtina edecek örneğin J. J. Abrams gibi yapımcıların iştahını açmıyor diyelim. Peki Karanlığın Sol Eli’nin film hakları 2004 yılında bir yapım şirketine verildiği halde niçin bu minvalde geliştirilmekte olan bir projeden hiç söz edilmiyor? Gethen Gezegenini, barışcıl gezegenler birliği Ekümen’e dahil etmekle görevli diplomat Genly Ai’nin, Estraven’i anlayıp sevmekle hem kendi bilincine galip gelebilmesi hem de misyonunu planlamadığı şekilde ama başarıyla tamamlamasının öyküsü hem epik hem de pitoresk unsurlarıyla öne çıkar. Roman vuslatın mümkün olmadığı bir queer aşk öyküsü olarak okunmaya itiraz etmediği gibi, Estraven’in Ai’yi Orgoreyn’deki çalışma kampından kurtarması, ikilinin bir zamanlar Estraven’i sürgün etmiş olan Karhide’a doğru buz çölü üzerinde 80 gün süren yürüyüşleri, Ai’yi Karhide’da bırakan Estraven’in Orgoreyn’e dönerken vurulması gibi “sahneler” bir avantür formülüne de malzeme sunar. Bunca sinematik potansiyelin henüz değerlendirilmemiş olması, ütopyası “müphem”, cinselliği “ikircikli” ve renkleri UKL’nin deyişiyle “gökkuşağı” olan evrenlerin beyazperdeye taşınması, hele bir de bu evrenlerin ilk yaratıcısının sütten ağzı yanmışsa netameli bir iştir demek ki.
Gerçi, UKL’nin de (ömrü vefa etseydi) yakinen danışmanlık edeceği bir Karanlığın Sol Eli dizisiyle ilgili Mayıs 2017 tarihli haberler mevcut. 21. Yüzyıla bilimkurgu yüzyılı denmesi belki boşuna olmayacak, zaman içinde UKL’nin yaratılarına yeni mecralarda erişmek de mümkün olacak umarız. 2018’in en çok beklenen bilimkurgu filmlerinin, Spielberg’ün Ready Player One’ı, Alex Garland’ın Annihilation’ı, Chris Rivers’ın Mortal Engins’i, hep bilimkurgu ve fantezi romanlarından uyarlanan yapımlar. Listeye bir de belgesel eklemeliyiz; yapımı 10 yıldır devam eden ve önce 2017’de gösterime gireceği açıklanan fakat post-prodüksiyon sahfası uzun sürmüş olan, “The Worlds of Ursula K. Le Guin” filmi 2018’de izleyiciyle buluştu.
Yazan: Fatma Cihan Akkartal