Çok uzun zamandır salgın hastalık hikâyeleri anlatıyoruz. M.Ö. 8. yüzyıldan kalma bir şiirde Babil’in Veba Getiren Tanrısı’ndan söz edilir. Eski Ahit‘te ise Mısır’daki on salgının hikâyesi anlatılır. Günümüzün hit dizisi The Walking Dead ise onuncu sezonuna erişmiş bulunuyor.
Eski çağlarda salgınların, günahlarımız için ilahi cezalar olduğunu düşünüyorduk ama fikirlerimiz zamanla değişti. Yine de çağdaş hikayeler bile sosyo-politik gerçeklerden kaynaklanma eğilimindedir. Geçtiğimiz yıl 800 sayfalık Wanderers adlı Chuck Wending romanı, bilimkurguyu salgınla birleştirdi. Salgın sırasında yapay zekânın ve ırkçılığın yükselişine odaklanan bir tekno-gerilimdi aynı zamanda. Yazar bütün nüfusa yayılan hastalık hikayelerinin cazibesini şöyle özetliyor:
“Bu konularla ilgili bir kitap yazmak, şeytan çağırmaya benziyor. Bildiğiniz gibi şeytan, bir çemberin içine çağrılır. Onunla böyle savaşırsın.”
Ancak kurgusal bir eser hastalıkla nasıl savaşabilir ki? Yazar ve film yapımcısı Jeff Barnaby, “Gerçek dünyayı anlamamıza yardımcı olarak,” diyor. Barnaby, bugünün kitaplarının, TV dizilerinin ve pandemileri anlatan filmlerin, insanların tehlikeli hâle gelmiş ekosistemler, sınırlar ve engeller içinde nasıl yaşayıp hareket edebileceğini keşfetmeye yaradığını söylüyor.
“Küreselleşme sonrasıyla ilgili sorunlar yaşıyoruz,” diye ekliyor Barnaby. “Bence insanlar şunu fark etmeye başladı: Siz çevreye nasıl davranırsanız, o da size öyle davranır.”
Barnaby’nin yeni filmi Blood Quantum, insanı zombiye dönüştüren ve hızla yayılan bir virüs hakkında. Ancak Kızılderili kanı taşıyanların bağışıklığı var. Kanada’daki Mi’kmaq kabilesinden olan Barnaby, yerli halkın kuşaklar boyunca salgın hastalık hikâyeleri anlattığını söylüyor. “İlk temastan bu yana hastalıklarla uğraştıkları için bu konudaki farkındalıkları çok yüksek,” diyor.
Blood Quantum henüz gösterime girmedi. Şu anda festivallerde gösteriliyor ve bu yıl korku filmi kanalı Shudder‘da yayımlanacak. Barnaby, salgın hikâyelerinin hep bir günah keçisi peşinde olduğunu ve kültürel endişeleri yaygınlaştırdığını düşünüyor. Asyalılara karşı ayrımcılık ve ırkçılık, koronavirüsün yayılmasından bu yana yoğunlaştı. Şu anda Netflix‘te, Containment adında bir dizide, Orta Doğu halklarıyla ilgili klişeler gündeme getiriliyor. Atlanta’daki sıfırıncı hasta olan Suriyeli bir mülteci, vücudunu bir silah, bir hastalık vektörü olarak kullanan bir terörist olarak yansıtılıyor ekrana.
Florida Eyalet Üniversitesi’nden İngiliz Dili profesörü Maxine Montgomery, siyahi yazarların eserlerinde salgınların sömürgecilik metaforu olarak kullanıldığını söylüyor. Octavia Butler ve Toni Morrison gibi siyahi kadın yazarların kıyamet ve kıyamet-sonrası edebiyatı üzerine yazdığı bir kitapta Montgomery, salgınların bedelini ödeyenlerin çoğunlukla savunmasız nüfus olduğunu belirterek, bu insanların çektikleri orantısız acılara atıfta bulunuyor. Montgomery, “Çiçek hastalığı ve diğer virüsler kölelik ve sömürgecilikle bağlantılı,” diyor. “Köleliğin tam olarak tanımadığımız veya kabul etmediğimiz birçok sonuçları arasında hastalık ve salgınları da saymalıyız.”
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre Contagion dâhil birçok ana akım salgın filminde eksik olan şey, bir salgın durumunda kimin tedavi edileceği ve kurumsal güvenlik sisteminden kimin dışlanacağı konusuna çok katı gözlerle bakılması. Montgomery’ye göre kurgusal yapıtlarda çözüm Hastalık Kontrol Merkezi’ndeki bilim insanlarından veya araştırma hastanelerinden gelmez çoğunlukla. Ancak halk geleneklerine dayalı bir kamu politikasının benimsenmesi olası değildir. Montgomery bu hikâyelerin sorduğu soruların önemli olduğunu öne sürüyor: “Hastalıktan etkilenen insanları nasıl görüyoruz. Onlarla empati kurabiliyor muyuz?”
Yazar Chuck Wendig, Wanderers romanında aynı şeyi yapmayı umduğunu söylüyor. “Kaderci veya yıkıcı bir kitap yazmak istemedim. Salgınlarla ilgili anlattığımız hikâyelerde karanlık ve ölüm var, ancak bu hikâyeler aslında bununla ilgili değil, nasıl hayatta kaldığımızla ilgili.”