Gulag, tek bir kelime, büyük bir trajedi. Kulakta garip bir yankı bırakan bu kelime Çalışma Kampları Genel Müdürlüğü anlamına gelen Rusça bir cümlenin kısaltılmış halidir. Gulaglar Lenin zamanında kurulmaya başlamış, zirve noktasını Stalin döneminde bulmuştu. Şura topraklarının her yanından getirilen politik mahkumlar bu kamplarda çalıştırılırdı. Bu kamplara temel olarak iki çeşit insan getirilirdi. Ya politik mahkumlar ya da hakiki suçlular. Politik mahkumlar çeşitli meslek gruplarından, dinlerden ve milliyetlerdendi. Hakiki suçlular ise yalnızca suça alışmış, hayatı suçla kaynaşmış insanlardı. Bugünün “vor zakone” tabiri ta o günlerde, gulaglarda mayalandı diyebiliriz.
Stalin‘in ölümü ve sağ kolu Lavrenty Beria‘nın hain ilan edilmesinden sonra yeni bir paranoya dalgası başladı. Adı Beria ile anılan herkes büyük tehlike altındaydı. Zamanında Beria, tüm güvenlik sistemlerinden sorumlu kişiydi. Nefretle anılan pek çok projenin de mimarıydı kendisi. Onun düşürülmesinden sonraki dalgadan gulaglar da nasibini aldı. Gulag yöneticileri artık eskisi kadar zalim, baskıcı yahut korkusuz değildi. Olamazlardı da. Zaten Stalin’den sonra kamplardaki insanlar özgürlüklerine kavuşacaklarını düşünüyordu. Açlık eylemleri, grevler yaygınlaşıyordu. Böyle bir ortamda, Kazakistan‘da, Kengir‘de bulunan bir gulag isyan etti. Kengir’deki mahkumlar bazı arkadaşlarının gardiyanlar tarafından öldürülmesinden sonra ayaklanarak tüm kamp alanını ele geçirdiler. Haftalar boyu kampı asiler yönetti. Lakin bu yönetim oldukça farklıydı. Kaçmak yahut tamamen anarşiye kapılıp kıpkızıl bir cinayet senfonisi yaratmak yerine çok dengeli bir öz-yönetim sergilemeye başladılar.
Bu kısıtlı süre içinde mahkumlar özgür ve barışçıl bir dönem yaşadı. Bu, tüm gulaglar arasında özel bir yere sahip. Rahatlıkla dünya tarihindeki tuhaf olaylar listesine geçmiş diyebiliriz. Örneğin, genelde gulagdaki politik mahkumlar ile hakiki suçlular hep birbiriyle düşmandı. Çünkü hakiki suçlular sahiden çok vahşi, korkusuz ve gaspkâr insanlardı. Politik mahkumların malını, canını, bazen de ırzını gasp ediyorlardı. Buna karşı Kengir’de bu iki zümre birbiriyle iş birliği yaparak kamptaki gardiyanları ve tüm yönetim kadrosunu kovmuş, kendi kendilerine bir hükümet yaratmıştı. Bu hükümet tüm kamp arazisini adeta karantina ile çevreleyip, Sovyet darbesine karşı hazırlanmaya başladı. Bu kısa süre içinde sanat ve kültür de filizlenmiş, hatta kadın mahkumlar daha önce mektuplaştıkları erkek mahkumlar ile evlenmeye başlamıştı. Kamp içerisinde Sovyet hükümetine karşı propaganda faaliyetleri de yürütüldü. Lakin bu isyan kırk gün sonra Sovyet tankları ve topları tarafından bastırıldı. Eski mahkumların ifadelerine göre asiler 500 ila 700 arasında kayıp verdi.
Tüm bu bilgiler ilginç görünüyor. Peki yazının esas konusu olan bilimkurgu ile bağlantısı nedir bunların? Bilimkurgu yalnızca bilimin kendisini yahut onun hayallerini değil, aynı zamanda toplumda bıraktığı etkileri de ele alır. Bilimkurgunun sosyal yönü son derece kuvvetlidir. Şimdi, tarihte kendine yer etmiş bu Kengir olayının ardındaki dramayı ve politik izleri bir köşeye bırakırsak, alternatif toplum düzenleri hakkında bir ilham elde edebiliyoruz. Dev bir hapishanenin, bir çalışma kampının içinde kurulan devlet fikri ilhamı kışkırtmıyor mu? Ursula K. Le Guin‘in ikircilikli ütopyası, belki de distopyası Mülksüzler‘deki gibi. Ama bu aynı gezegen hatta aynı kıta içinde yer alan iki farklı dünya gibi. Kampın dışı, kampın içi.
Artık günümüz gerçekliğinde çalışma kampları tarihin tozlu sayfalarına karışmak üzere. Çeçenistan’da var olduğu iddia edilenler ile Kuzey Kore’de kwalliso denen kamplar haricinde başka çalışma kampı bulmak zor. Günümüzde atık totaliteryen diyebileceğimiz yalnızca iki devlet var. Bunlardan biri zaten Kuzey Kore diğeri de Eritre. Bu gerçeklikte totaliteryenizm buharlaşıp gitti. Ardında ızdırap dolu bir iz bıraktı. Güney Doğu Asya’dan tutun Avrupa’ya kadar bu izi sürmek mümkün. Gulaglar bu kanlı makinenin bir parçasıydı. Aslında başlı başına bir toplumdu gulag. Vahşice, acımasızca sömürülmüş, yalıtılmış ve sindirilmiş bir toplum. Issız topraklar, zor şartlar, kıstırılmışlık, her türlü onur, ahlak, şeref duygusu sıyrılıp atılmış. Her yanda ispiyoncular, etnik ya da dini kimliklerine göre gruplaşmış insanlar, azılı suçlular, yalnızca yaşamak denen o acıya tutunmuş sürüklenip giden “politik mahkumlar” var.
Tüm bu insanlardan kimi hali hazırda zaten bir suçluydu, kimi de hiçbir suçu olmadığı halde oradaydı, kimi iftiraya uğramıştı, kimi ise fikirlerinin bedelini ödüyordu. Gulaglar böyle yığınlarla dolup taşmasına rağmen insanlar, frontal loblarında asılı kalan hakiki kimliklerini unutmuyordu elbette. Bir gulagda olsa da marangoz marangozdu, yazar yazardı, demirci de demirciydi. Bu üçü bütün bir gün taş kırsa da o günün sonunda kendi yeteneklerine göre birbirlerine yardımcı oluyor ve iş birliği yapıyordu. Lakin üçü de birbirinden korkuyordu. Birbirlerine asla açılamıyorlardı çünkü biri, öbürünün ispiyoncu olduğundan şüpheleniyordu ama “vor zakone”-“hırsız” onları gasp etmeye çalıştığında birlik olmaları gerektiğini biliyorlardı.
Stalin döneminde Rus yeraltı dünyası neredeyse tamamen söküldü, gulaglar yeraltından koparılan suçlularla dolup taşarken bugün “vor zakone” yani “kanuni hırsız” denen çeteciler olarak ortaya çıktılar. Hırsızlar kendilerini bazen yöreye ait, bazen de Rus ya da ortodoks kültürüne ait dövmeler ile donatırdı. Hırsız dövmeleri, hırsız jargonu, hırsız kanunları başlı başına bir kültürdür zaten. Hükümet ile, herhangi bir politik güç ile uzlaşmak, onlarla işbirliği yapmak ağır bir suç olarak kabul edildi. II. Dünya Savaşı sırasında gulagdaki bazı insanlara savaşmaları karşılığında özgürlükleri ya da suçlarında indirim teklif edilmişti. Bu teklifi kabul edenler savaştan dönünce artık birer “sukaydı.” Biri sukaysa, hapishane hiyerarşisinde en alt kademeye düşmüş demektir. Cinsel tacizlerden tut cinayetlere kadar her şey sukalara müstahaktı. Onlar da hayatta kalmak için gulag görevlileriyle iş birliği yapmaya, ispiyonculuğa başladılar. II.Dünya Savaşı’ndan sonra gulaglar Suka Savaşları’na tanıklık etti. Pek çok mahkum bu mücadelelerde öldürüldü. Gardiyanlar ve yetkililer bunların hepsine göz yumdu. Ne kadar suçlu birbirini öldürürse o kadar iyiydi. Hem kampların, hapishanelerin nüfusu, hem de her şey bittikten sonra sokaklara dönecek suçlu sayısı azalıyordu. Gulag sistemleri birer birer çözülüp gittikçe, hırsızlar da özgürlüklerine kavuştu. Bazıları Sovyet yaşantısında KGB’nin dahi ulaşamadığı bazı karanlık boşlukları doldurmaya başladı.
Sovyetler’e ait brutalist mimarinin gölgelerinde, şehirlerden uzak düşük teknolojili çalışma kamplarının imgesi insanın distopik hezeyanlarını kabartıyor. Tüm bir gezegenin gulag olduğunu yahut Dünya’nın gelişmiş bir uzaylı türü tarafından gulaga dönüştürüldüğünü düşünün. Bir alternatif gerçeklikte, teknolojinin günümüzdeki kadar gelişmek yerine en fazla 2000’li yılların başında takılıp kaldığını, en gelişmiş kişisel bilgisayarın Windows XP ayarında bir çalışma sistemine sahip olduğunu, hâlâ daha iki kutuplu bir dünyayı düşünün. Kapalı devletlerin insanları dışarıya açılmak istiyor, bu yüzden kaçmak umuduyla kötü yollara düşüp en nihayetinde esir kamplarında buluyorlar kendilerini. Modern gulaglar, birkaç bin değil, belki de on binlerce kişilik minik şehirlere dönüşmüşler.
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade