“Hiç şüphe yok ki eğer hayvanların bir dini olsaydı şeytanı insan suretinde hayal ederlerdi!”
Önce on binlerce yıl boyunca üzerinde yaşadığımız ve yuvarlak olduğunu son birkaç yüzyıldır keşfettiğimiz mavi gezegenimizi evrenin merkezinde sandık. Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğünü iddia eden türdeşlerimizi kurduğumuz mahkemelerde cezalandırdık, hatta kimilerini idama mahkum ettik. Bir süre sonra ne gezegenimizin ne de yıldızımızın evrenin merkezinde olduğunu idrak ettiğimizde ise tutunacak tek dalımız insanın kendisi kalmıştı.
Biz akıllı, zekâ ve ruh sahibi yegâne varlıklardık. Tanrının tüm ihtişamları önümüze serdiği, kendi suretinde nakış nakış işlediği, bir zamanlar en has talebelerinden olduğu halde yeni bir tür olarak ortaya çıkışımızı kıskanan kibirli Şeytanı uğrumuza sonsuza dek lanetlediği, yaratılmışların en şereflisi: İnsan. Sonra Darwin çıkageldi. Türlerin kökenini anlattığı kitabında sadece insanın gelişmiş bir hayvan olduğunu söylemiyordu. Felsefe tarihi boyunca bunu Aristo’dan beri pek çok düşünür zaten dile getirmişti: Alet yapan hayvan, düşünen hayvan, konuşan hayvan… Hayvanlarla benzerliklerimizin her zaman farkındaydık ama gözlerimiz hep farklılıklarımızı görüyordu. Darwin’in yol açtığı dehşet, medeniyet kurmamızla neticelenen ayrı yönlerimize rağmen hayvanlar âlemiyle ortak bir soy ağacını paylaştığımızı işaret etmesinden ötürüydü. Üstelik en yakın kuzenlerimizin maymunlar olduğunu söylemeye cüret etmişti! Bu kadarı da çok fazlaydı! Günümüzde halen bilim ile din arasındaki politik çatışmaların en yoğun yaşandığı arena olan evrim konusundaki tartışmaların kökeninde insanın evrendeki yegâne konumunu kaybedip kaybetmeme meselesinin yatmakta olduğunu düşünüyorum. Yine de maymunlarla ortak bir atadan evrimleşerek bugünlere geldiğimizi savunanların da savunmayanların da kabul ettiği bir gerçek var; o da insanın hayvanat âleminde zekâ piramidinin en üst basamağında yer aldığı.
Peki ya insan bu evrende akıl sahibi tek canlı değilse? İşte bu sorunun olası yanıtlarının ateşlediği kâbuslar pek çok bilimkurgu eserine ilham oldu. Başka gökadalardaki yaratıklar, teknolojinin gelişmesiyle artan yapay zekâları sayesinde insansılaşan makineler… Bir gün uzaylılar gemileriyle yıldızlardan yeryüzüne inip biricik gezegenimizi işgal ederlerse, ya da robotlar fabrikalardaki zincirlerini kırıp iktidarı ele geçirirlerse… İnsanlığın evrendeki kraliyetine son verilme korkusu düş gücümüzü besledi.
Uzak yıldızlar veya uzak bir teknolojik gelecek… İnsanlığı tahtından edebilecek düşmanların bu uzaklarda saklandığı düşünüldü bilimkurgu yapıtlarında. Ta ki 20. yy’da yazılan yeni bir romana dek: Jules Verne’den sonra Fransızların bilimkurgu edebiyatına sunduğu yeni deha olarak kabul gören Pierre Boulle’in kaleme aldığı, 1963’te yayımlanan Maymunlar Gezegeni. Aynı gezegeni paylaştığımız başka bir akraba türün bizi alt edebileceği fikrini işleyen kitap bilimkurgunun Olimpos’undaki kadim yerini çabucak aldı. İnsanlarla maymunların yer değiştirdiği alternatif bir gerçekliği anlatan bu roman aslında medeniyetimize tutulmuş bir ters bükey ayna. Bu alternatif dünyada maymunlar şehirleriyle, giysileriyle, aşk ve savaş kültürleriyle, laboratuarlarıyla tıpkı insanlar gibi. İnsanların payına ise ormanlarda kaçak av olmak düşüyor. Adeta zaman tünelinde henüz iki ayak üstünde yeni yeni dikilmeye başladığımız dönemlere ışınlanmışız gibi. Konuşma yetenekleri olmayan –ya da bu yeteneklerini kaybetmiş!- insanların vahşi hayvanlar gibi yaşadığı bu paralel evrenin yeni efendileri ise şempanzeler, goriller ve orangutanlardan oluşan, konuşabilen maymunlar. Bu eşsiz kurgu sonradan pek çok filme uyarlanarak romanın şöhretini de geride bırakacaktır.
Türkçe’de bu eserden uyarlanan filmleri orijinal ismi Maymunlar Gezegeni diye değil de Maymunlar Cehennemi olarak tanıdık ve bu haliyle kulaklarımıza yerleşti. Yaz aylarında serinin yeni çekim sürümü “Maymunlar Cehennemi: Savaş adlı son filmi de gösterime girmişti. Aslında bu çeviri tercihinin kendisi ayrı bir bahsi hak ediyor. İnsanların değil maymunların egemenliğindeki bir gezegenin, binlerce yıl boyunca evrenin merkezinde olmaya alışmış biz insanlar için cehennemi çağrıştırması son derece doğal. Peki, acaba şu an içinde yaşadığımız ve insanın egemenliğindeki bu dünya da hayvanlar için bir cehennem sayılmaz mı? Endüstriyel mezbahaların korkunç şartları altında türleri kırılan, laboratuarlarda ilaç ve kozmetik şirketlerinin kobay avları haline dönüşmüş, kürkleri ve derileri moda sektörünün hammaddesi olan, hayvanat bahçelerinde suçsuz yere müebbet hapse mahkûm hayvanlar için bu gezegen tam da bir İnsanlar Cehenneminden farksız aslında. İngiliz yazar William Ralph Inge’in meşhur sözünü hatırlamadan edemiyorum: “Hiç şüphe yok ki eğer hayvanların bir dini olsaydı şeytanı insan suretinde hayal ederlerdi!”
İnsanlık henüz kendi içindeki ırkçılık sorunuyla boğuşmaya devam ederken, insanlar dışındaki canlılara yönelik türcü ayrımcılığın yok olduğu bir dünya ütopya gibi geliyor. Ama medeniyetimizi ilerleten şey de ütopyalar değil mi? Yine de henüz her şeye rağmen insanları şeytan olarak görmeyen ve sevmeye devam eden bir hayvan var: 1971’de doğduğu San Francisco Hayvanat Bahçesi’nde yaşayan ve işaret diliyle iletişim kurabilen Goril Koko. Geçtiğimiz aylarda Koko’nun insanlığa verdiği mesajının yer aldığı internetteki videosu çok konuşulmuştu:
“Ben Koko. Ben çiçeğim, ben doğayım. İnsanları seviyorum, dünyayı seviyorum, ancak insanlar salak, salak! Çok üzülüyorum, ağlıyorum. Zaman azalıyor, dünyayı düzeltmeliyiz, ona yardım etmeliyiz. Çok çabuk olmalıyız, doğa sizi görüyor. Teşekkürler.”
Çok geç olmadan Koko’ya kulak vermemiz gerekiyor. Çünkü Koko gibi duyarlı hayvanlar gittikçe zekileştiğinde ya da uzak gezegenlerdeki akıllı akrabaları ile karşılaştığımızda nelerin olabileceğini bilmiyoruz. Maymunlar Gezegeni adlı roman ve romandan uyarlanan filmler bu kışkırtıcı bilinmezliğe yanıt aramaya çalışıyor. Fakat bildiğimiz bir gerçek var: Tarih, kölelerin eninde sonunda isyan ettiğine ve efendilerinin iktidarını yıktığına dair sayısız öyküyü barındırıyor…
Bilmeyenler İçin Maymunlar Cehennemi
*Dikkat! Yüksek Derecede Spoiler/Sürpriz Bozan İçerir!
Pierre Boulle’in 1963’te yayımlanan Maymunlar Gezegeni adlı romanı, çıktıkları bir uzay yolculuğu esnasında boşluğa bırakılmış ve içinde bir mektubun saklı olduğu şişeyi bulan çiftin öyküsüyle başlıyor. Mektupta, Ulysse Mérou adlı modern bir insanın maymunların hâkimiyetindeki bir gezegende başına gelenler anlatılıyor. Bu gezegende konuşma yetenekleriyle beraber teknoloji adına her şeyden yoksun çıplak insanlar, konuşabilen ve medeniyet sahibi maymunların kobay hayvanlarına dönüşmüş ve bilindik roller değişmiştir. Ulysse gezegende kaldıkça, kendisinin diğer hayvan insanlardan farklı olduğunu anlayan ve birbirleriyle nişanlı olan bilim maymunları Zira ve Cornelius’un yardımlarıyla gezegenin tarihine dair şok edici ve bir o kadar da korkunç gerçekle yüzleşecektir. Bu arada, roman bu mektubu anlatmayı bitirdiğinde, başka bir son sürprize de hazır olun! Öyle jenerik akmaya başladığında salonu terk edenler gibi mektup bittiğinde kitabın kapağını hemen kapatmayın yani, yoksa esas sürprizi kaçırmış olursunuz.
Bu romandan uyarlanan ilk film 1968’de gösterime giriyor ve belki romanı da geride bırakan bir popülerliğe ulaşıyor. Fakat bu ilk orijinal filmle başlayan olaylar romandan radikal derecede farklı bir örgüde ilerliyor. Her şeyden önce film Soğuk Savaş döneminde henüz nükleer kıyamet kâbusunun tüm sıcaklığının hissedildiği yıllarda çekildiğinden temada buna uygun değişiklikler yapılmış. Astronotların düştüğü gezegen romandaki gibi farklı bir gezegen değil, insanlığın kendi medeniyetini atom bombalarıyla yok ettiği gelecekteki dünyamız! (Pat diye filmin sonunu söyledim diye kızmayın, taa 1960-70’lerde çekilmiş ve kült olmuş bir seriyi henüz izlememiş olmanın cezası bu!) Bu geleceğin dünyasında atom bombasına dair teknik bilgiyi kaybetmiş ve sakladıkları bir tanesini totem zannedip ona tapan bir insan topluluğu da bulunmaktadır. İlk filmin sonunda astronotun onca zamandır farklı bir gezegende bulunduğunu sanırken aslında gelecekteki Dünya’da olduğunu öğrendiği an, sinema tarihinin en efsanevi sahnelerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Daha sonra bu filmlerin gösterdiği büyük gişe başarısı üzerine devam filmleri de çekiliyor. İlk filmlerde de yer alan bilim maymunları Zira ve Cornelius çiftinin zaman yolculuğuyla günümüz dünyasına gelişlerini anlatan yeni film de en az diğerleri kadar ilgi görüyor. Fakat aslında iki kişi değillerdir, çünkü Zira bedeninde başka bir hayatı da taşımaktadır. Bu bebek maymun filmde elbette ki maymun türünün nasıl zekileşip dünyayı insanlardan devralacağına dair kilit bir role sahip olacaktır. Bunun farkına varan insanlar, insanlığı bekleyen kaderi engellemek için bebek maymunun peşine düşerler. Orijinal serinin diğer filmlerinde, bir salgın sonucu tüm evcil kedi ve köpeklerin ölmesiyle insanların maymunları evcil hayvan olarak kullanmaya başladığını öğreniyorduk. Eşsiz taklit yetenekleriyle maymunlar gittikçe zekileşiyorlar, fakat artan zekâları adeta lanete dönüşerek insanlar tarafından ağır işlerde kullanmak üzere köleleştiriyorlardı. Sonunda yetişkin hale geldiğinde Sezar adını alan bebek maymunun liderliğinde ayaklanıyorlardı. Orijinal serinin beşinci ve son filminde ise insanlarla maymunlar arasında gerçekleşen ve gezegeni mahvedecek olan büyük savaşın ardından kurulan insan-maymun ortak uygarlığı resmediliyor. Soğuk Savaş dönemi göndermeleri ne kadar da açık, değil mi?
İşte 2000’li yıllarda yeniden çekilmeye başlanan serinin orijinal filmlerinin öyküleri bu şekilde. Yeni çekilen seride ise henüz maymunların egemenliğine geçmemiş günümüz dünyasındayız. Her şey, insanlarda Alzheimer hastalığına çare olabilecek bir ilacın denek maymunlar üzerinde denenmesiyle başlıyor. Gittikçe zekileşen maymunlar Sezar adlı bir şempanzenin liderliğinde artık daha fazla kafesler ardında yaşamak istemiyorlar ve isyan ediyorlar. Bir yandan ortaya çıkan ölümcül maymun gribi hastalığı ise insanlığın soyunu kurutmaya başlıyor. Yeni serinin bu yaz gösterime giren Savaş alt başlıklı bölümünde bu grip virüsünün geçirdiği mutasyonun yol açtıkları işleniyor. Demek ki orijinal seriyi besleyen başat korku nükleer bir kıyamet iken 2000’li yılların gündemdeki korkusu biyo-genetik bir kıyamet diyebiliriz.
Sonuç Niyetine: Öykü Anlatan Hayvan
Maymunlar Gezegeni (ya da Cehennemi) kurgusal dünyasını oluşturan kök romana, orijinal ve yeniden çekim filmlere baktığımızda ortak bir nokta görüyoruz. İnsanlık konuşma yeteneğini yitirmesiyle çöküşe geçerken maymunların yükselişi konuşma yeteneği kazanmalarıyla başlıyor. Çünkü medeniyet ancak nesillerin tecrübelerini birbirine öyküler yoluyla aktarmaları yoluyla birikerek kurulabiliyor ve ilerliyor. Tarihi, ekonomiyi, teknolojiyi, bilimi, kısacası kültürümüzü oluşturan tecrübelerimizi öyküleştirerek anlamlandırıyoruz. Hayvanlardan ayrıldığımız bu yeteneğimizle gelecek düşlerimizi öykü haline getiriyoruz ve paylaşıyoruz. İnsan, sonuç olarak diğer benzer tanımları kapsayacak şekilde Öykü Anlatan Hayvan.
Öyküsüz kalmadığımız, önce sözün var olduğu bir evrenin kıyametinin sözün yitirilmesiyle başlayacağını unutmadığımız günler diliyorum. İyi okumalar, iyi seyirler…
*Bu yazı daha önce Kafasına Göre dergisinin 16. sayısında yayımlanmıştır.