insan

İnsanın Anlam Arayışı Üzerine

“Eğer insanı gerçekte olduğu gibi ele alırsak bu onu kötüleştirir. Ama onu olması gerektiği gibi ele alırsak, olabileceği kişi olmasına yardım ederiz.” – Goethe

İnsan nedir? İnsanlığı bir arada tutan değerler nelerdir? Her şeyden önce ne eksik ne de fazla, gerçeğimizi olduğu gibi kabul etmeliyiz. Bu bizim onayımız, kabulümüz dışında olan bir durum. Beğensek de beğenmesek de; evrimsel gelişimimiz sırasında diğer canlılara üstünlük kurmuş olsak da; hâlen onlardan biriyiz. Kendimize hangi payeyi yakıştırırsak yakıştıralım, nihayetinde bedenimizin kusurları ve noksanlarıyla baş başayız. O çok övdüğümüz bilincimiz bile modern çağda birçok farklı katmanıyla bizlere “merhaba” dedi, “ben buradayım ve beni tanımadan kendini anlaman imkansız!” Psikanaliz tam olarak böyle doğdu. Freud’un, Jung’un, Adler’in, Lacan’ın, Fromm’un ve diğer birçok ismin çalışmaları, pozitivizmin tesiriyle doğadan kopan insanın haddizatında hâlen doğanın bir parçası olduğunu ve bunu bilinciyle reddetse dahi bilinçdışı etkenlerin sürmekte olduğunu gösterdi.

Devasa şehirler oluşturup son derece gelişmiş aygıtlar icat etmemize karşın, henüz kendimizle yüzleşmeye cesaret edemiyoruz. Doğaya saldırıyor ama bunun sebebinin korkuya dayalı olduğunu kabul edemiyoruz. Doğayla savaşıyoruz çünkü bilincimizin karanlığında onun acımasız yüzüyle baş edemiyoruz. İnşa ettiğimiz üstünlük psikolojisinin yalnızca savunma mekanizmamızın dışavurumu olduğunu benimseyemiyoruz; zira, içimize işleyen zayıflığın izleri hala derinlerde bir yerde bizimle yüzleşmeyi bekliyor.

Nietzsche, ferdi olarak insandan yola çıkarak insanlığın gelişimini bir ağaca benzetir. Ne kadar yükseklere, uzaklara erişirse o kadar derinlere, karanlığa ve bilinmeyene kök saldığını söyler. Halbuki yükselmenin verdiği hazzın yanında içerisine dalınan karanlık umursanmaz, hatta ekseriyetle reddedilir. Gökyüzüne bakmak içine düşülen yanılgının görünenden ibaret sanıldığı bir yanılsama mı yaratır? İnsan ışıkla değil, karanlıkla terbiye edilir. Benliğine ancak zorlayıcı şartlarda ulaşır. Dolayısıyla, önce kendinin ve devamında türünün varlığını sürdürmeye çalışan bir memelinin yapacağı şey çevresiyle uyum sağlamaktır, değil mi? Zaten gerisi gelecektir. Peki, uyum sağlama konusunda ne aşamadayız? 1999 yılı yapımı The Matrix filminde Ajan Smith‘in de dediği gibi, bizler memeliden ziyade virüs gibi yaşıyoruz, tahrip ediyor ama asırlardır hasbihal etmemize rağmen sorunun kaynağına dair samimi itiraflarda bulunmaya yanaşmıyoruz. Varoluşu yorumlamakla, onu tercih etmek arasındaki farkı ele almak çetin mesele ve bundan sakınıyoruz.

İnanç kelimesi insanlara daima dini biri çağrışım yapar, bu yanlış değil. Nihayetinde kelimelerin birden fazla anlamı karşılaması alışıldık bir durum. Ayrıca kelimenin güncel kullanımı bu daralmaya sebep olmuştur. Yine de kavramların muhtevasının kullanımlarından ibaret olmadığı gerçeğini hatırlamakta fayda var. İnanç kelimesi, insan için dinler tarihinden bile önceye dayanır. Aksi halde inanma isteği olmasaydı mitler nasıl doğacaktı? İnanma arzusu öylesine baskın çıkar ki, inançsızlık diye tabir edilen kavramlarda da inancın izleri bulunur. İnanç kavramı yalnızca metafiziksel düzlemde düşünülmemelidir, insanın gerçeğinde belirleyici bir rolü ve konumu vardır.

Homo Sapiens neden-sonuç ilişkisi kurma konusunda diğer bütün insan ve canlı türlerinden ötede yer alır. Bilişsel gelişimi hasebiyle asırlar öncesiyle bugünün olayları arasındaki nedenselliği tasavvur edebilir. Bu da yaşanan olayları açıklarken birtakım boşluklar görmesine ve bunu doldurma ihtiyacı duymasına sebep olmuştur. Bilhassa çok tanrılı dinlerin yani bugünün mitlerinin araştırılması durumunda ortaya “izah” çıkacaktır. Yağmurdan depreme kadar her şeyin açıklamasını bu yolla yapan Sapiens, kendi zihinsel farkındalığını anlatıcılıkla birleştiren yegâne örnektir. Tarihsel süreçleri açıklama ihtiyacı da inancın bir çeşididir. Yine Nietzsche’den örnek verirsek, eserlerindeki çoğu çıkarımın derin bir inanma gereksinimine dayanmakta olduğunu görürüz. Şüphesiz bu durum sözlerinin yanlış olduğunu göstermez. Yalnızca duygusal bir şahsiyete haiz olduğuna işaret eder. Hassaten keskin bir zekâsı olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmaz.  Avrupa’da yükselen karanlık bulutların korkunç bir devrin kapılarını aralayacağını ve açığa çıkacak kabusun bütün dünyayı saracağını uzun yıllar önce görmesi dehasını ispatlar niteliktedir. Ancak bahsi geçen inanç kavramı, daha ziyade Nietzsche’nin beyanıyla arasında kurduğu bağ ile ilintilidir. Bunu açalım.

İnanç kavramı, bir düşünceyi içten ve çok sağlam biçimde kabul etmekle tabir edilir. Neden-sonuç ilişkisine dayanır, ancak düşüncenin temellendirilmesi hususunda en baskın etkenlerden biri kişisel hesaplaşmalardır. Meseleyi idrak için evvela kişisel hesaplamalarına bakmalıyız. İçinde yaşadığı içtimai şartların, tanık olduğu acıların ve hayata dair gözlemlediklerinin oluşturduğu dünya görüşüne bakarsak; Hristiyanlığın kurumsal yapısını, ruhban sınıfının ahireti müjdelerken durmadan mal-mülk kent edişini, ahlâk kılıfıyla yalnızca maddi eşitsizliği muhafaza etme çabasını ve bütün bunları dini kurum sıfatıyla organize eden Vatikan’ın, Tanrı’yı anarken onu ağır ağır ölümü sürekleyişini… her birinin acısını derinden çekerek haykırmıştır. Avrupa’nın çatısı çöküyor ve insanları bir arada tutan değerlerin yine insanlar tarafından çürütülerek işlevsiz hale getirmesi son süratle yıkımı getiriyordu. Kuşkusuz ki bu, varlığın doğasına gayet uygun. Metabolizma nasıl ki yıkım ve yapımın ahengine göre çalışıyorsa; bütün evreni saran düzen de aynı biçimde entropiyle etkileşimde olduğu bir döngüde deveran eder. Böylece olgular kendini durmadan tekrar eder. O halde, Bengi Dönüş teorisi de buradan filizlenmiş diyebilir miyiz?

Şen Bilim’de bu husustaki düşüncelerini şöyle ifade eder:

“Yaşadığın ve yaşamakta olduğun bu hayatı, yeniden ve sayısız kere daha yaşamak zorunda kalacaksın; içinde yeni hiçbir şey olmayacak: Yaşamındaki her acı, her sevinç, her bir düşünce ve her bir soluk, tarif edilemeyecek kadar küçük ya da büyük her şey, arka arkaya ve aynı sırayla, sana dönecek. Ağaçların arasından süzülen şu alacakaranlık ve şu örümcek bile, şu an ve ben kendim bile. Varoluşun sonsuz kum saati, içinde toz lekesi olan sen ile, yeniden ve yeniden baş aşağı çevrilecek!”

İnanç dediğimiz mefhum, düşünce yapısının teşekkül ettiği şartların bir sonucudur. Nietzsche, hakikat bellenen yargıları yıkmayı hedeflemiş, bunları da yine inançlarıyla yapmıştır. Lakin, inanç diyerek tanımladığımız bu kavram modern dünyanın seküler yapısına karşılık gelmektedir. Yani, yıkılan değerlerin yeniden yapım sürecine…

20. yüzyılın kaotik ortamında, insanın yaşama isteğini diri tutacak bütün inanç dinamikleri yerle bir olur; savaşların, salgınların, kıyımın ve küresel ölçekte felaketlerin ortasında durmadan savrulan birey, yeni bir sözün arayışına çıkar. Varoluşçuluk, bu arayışın en bilinirlerindendir. Nietzsche’nin öncülüğünü yaptığı bu düşünce akımı, asrın sesi olmuş; Martin Heidegger, Karl Jaspers, Jean Paul Sartre, Albert Camus, Simone de Beauvoir gibi isimler çeşitli noktalardan insanın hallerini anlatmışlardır. Mamafih, arayış bu isimlerden ya da Varoluşçuluk’tan ibaret değildir.

Birinin güç sahibi olması ona gücünü kullanma zorunluluğu verir mi? Ya da zayıf kişinin güçlüyle arasındaki güce dayalı ilişkiden nasıl bir sonuç çıkması beklenir? Nietzsche, kölenin ahlâkının efendinin gücüne karşı kullandığı bir araç olduğunu söyler. İyi ya da kötünün yalnızca zayıflığı sorgulamadan gücün tazyikine karşı olarak görür. Biri bana üstünlük kuracaksa onu ancak bu üstünlüğü kullanmasını engelleyerek alt edebilirim. O halde üstünlüğünün iyi ya da kötü üzerinden görece yargılarla belirlenmesi işimi kolaylaştırabilir. Diğer yandan güç sahibi kişinin de iyi ve kötünün ötesinde bulunduğu konum önemlidir. O halde kendimize sormamız gerekir: Zayıfken bahsettiğimiz ahlâki değerleri neden güce kavuşunca unutuyoruz? Ahlâki değerler yalnızca zayıfın bir savunma mekanizması olduğu için midir acaba? Güce duyduğumuz açlık bizleri tamamlanmış kıldığından mı bu keskin ve hayret uyandırıcı geçişler?

Nietzsche üst-insan diyordu ve bu kişinin bahsi geçen iyiden ve kötüden ötede bulunduğunu iddia ediyordu. Kendini aşmak tabirini kullandığı eserlerinde yarattığı ideal insan tipiyle, toplumların ıslahı için paket program şeklinde anlatılarla aşılanan yargıları inkar ediyor; ahlâki değerlerin yeniden inşa edilmesi gerektiğini söylüyordu. İyi ve kötünün ötesinde olmakla zarar vermenin ya da suç işlemenin yolunu açan bir önerme sunmuyor, bilakis algıyı oldukça farklı bir ölçekte genişlettiğini savunuyordu. Nietzsche ne dedi ya da bunların ne kadar mantıklı diye sormaya gerek yok. Onun sözlerini değerli kılan insanın varoluşuna dair sorduğu soruların ve neticede ulaştığı cevapların çağın dilini yakalamasıydı.

Antik Yunan’ın Rönesans içinde sözgelimi “yeniden doğuş” titrini baştan kazanması, hümanizma ruhunun eşliğinde bireye kendini tanıması gerekliliğini hatırlattı. Bireyin iradesini farklı odaklara sunması yalnızca acziyet göstergesiydi; oysa kurtarıcı aramaktansa herkesin kendini kurtarması evrimin çalışma mantığına daha uyumlu değil miydi? Güçlü bile elenirken sadece uyumlu olan hayatta kalır! O halde çağı anlamak uyumun en bariz gereği ve insanın kimliğini yine insanın tarihi şekillendirmeyecek midir? Kıta felsefesi Rönesans’ın ardından temellenen bireyci görüşlerin devamında yine ve yeniden Yunan’a göz kırpar. Hesiodos’un anlattığı mitlerden Thales’e ve oradan da Aristo’ya kadar birçok düşünür insanın düşünce yapısı üzerine fikirler ortaya koyar. Epikuros haz der yaşamın anlamına; Diogenes bağlılıktan kurtulmanın bireyin kaplayan algısal çamurlardan ve yüklerden kurtularak özgürleşmesini sağladığını iddia eder.

O vakit insanın kendisini ve çevresiyle olan ilişkisini bunca farklı yoruma rağmen tanımlayabilmesi olası mı? Doğaya kurduğu hakimiyet gerçekten efendi haline mi getirdi insanı yoksa yalnızca kölelikte azat edilmenin hırsıyla özgürlüğün ateşini mi harlıyor boyuna? 20. yüzyılın önde gelen psikiyatrlarından olan Victor E. Frankl, 1946 yılında İnsanın Anlam Arayışı adında bir eser yayımlar. Logoterapi adını verdiği yöntemle insanların kendilerini hapsettikleri varoluşsal boşluktan çıkarabileceklerini ve anlamsız, amaçsız buldukları yaşamlarına dair cevaplara ulaşabilececeklerini söyler. Bu doğrultuda Logos’u, yani anlamı bulması gerekenin yine insanın kendisi olduğunu söyleyen Frankl, terapinin ve dolayısıyla iyileşmenin vesilesi psikiyatr olsa bile haddizatında bireyin sorumluluğu olduğunu, yalnızca onun iradesiyle gerçekleşebileceğini ifade eder.

zaman ve insan

Auschwitz’ten kurtulan düşünür, orada yaptığı gözlemler neticesinde inançlı kişilerin hayatta kalma şanslarının diğer kişilere göre daha fazla olduğunu iddia eder. Bunu da kişinin anlam arayışının yaşamla bağını güçlendirdiği tezine kanıt olarak öne sürer. İnsanı insan yapan şeyin, anlam arayışını başlatacak bir dokunuş, bir kıvılcım olduğunu; kötüyü kötü yapanın da hâliyle bu arayışın önüne geçen şeyler olduğunu savunur. Kötü de iyi de bir arayışın neticesidir; anlam arayışının. Kötülük yapmamak, kişiyi iyi kılmaz. Bir halin yoksunluğu kişiye zıttının vasıflarını yüklemez. Yalnızca eylemin durumuna dair sorgulanacak şeyler olduğunu gösterir. Ahlâkı belirleyen söylem değil, eylemdir. Ziya Paşa’nın dediği gibi: Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.

Güçsüzlüğünün sonucunu lütuf sayanlar, güçten yoksun oluşlarını bir amaca bağlamaktan ötesini yapamazlar. Bu acziyeti de kelime oyunlarıyla örtmeleri anlaşılmaz değildir. İnsan, neyse o olmayı reddedendir. Varoluşçuluk, insanın inşasını anlatırken boşuna kendini yaratmaktan bahsetmez; varoluş ona yüklenen anlamdan, özden evvel gelişir ve kişiye bunu bağdaştırmak için epey iş düşer. Özgürlüğün sorumluluğu, başkaldırışın tek kuralıdır. Birini tanımak için sınamak gerekir, sınanmamış hiçbir şey ya da hiçbir kişi aslını ortaya koyamaz. Buna kişinin kendisi, yani şahsiyeti de dahildir. Rahatlık rehaveti getirir. Kumaşının ortaya çıkması için zorlanması, direnç göstermesi şarttır. Kalitesini de zaten zorluklar karşısında gösterdiği tepkiler belirtiler. Bireyin özgürlüğünü kazanmak ve varoluşunun sorumluluğu üstlenmek adına yapacağı en önemli şey budur.

Ediminin ahlâki yansımalarını bilerek, hayatın içinde olan biten ne varsa gözünü kapamadan, kendi gerçeğinden uzaklaşmadan ve kararlarının sorumluğunu almaktan kaçınmadan yaşaması gerekir. Aksi takdirde şahsi fikirlerini “nass” kılanlar, sadece duvarlarını daha kalın örmekle yetinirler. Oysa kişinin kendini inşa etmesi, mermeri ağır ağır yontarak içinden yeni bir ben çıkarması elzemdir. Adorno’nun da dediği gibi, “yanlış hayat doğru yaşanmaz.” O halde doğruyu bulmak için ne yapmak gerekir? Zaaflarını yok etmek ya da yok saymak yerine onları bilerek bir arada yaşamayı kabul etmek! Olgunluk ve diğer bir deyişle kemalât budur. Ne demiş eskiler, kem alâtla kemalât olmaz; o halde kişinin bilmesi gerekir; yanlış aletle doğru yolu bulmak mümkün müdür? Elbette hayır.

Unutulmamalıdır ki, düne bakanlar hatıraları görür; oysa hatıralar ölüdür ama esas olan yaşamın kendisidir. Bilimkurgunun önemi de tam olarak bu noktada belirginleşir. İçinde bulunduğumuz teknoloji çağında, insanın posthümanizm tartışmaları ortasında yapay zekayı beklediği bir devirde, kendini anlamanın yolu ancak yönünü bilimkurguya çevirmesiyle olacaktır; zira bize yaşamın anahtarını sunacak, ahlâki ödevimizi işaret edecek olan yine anlattığımız hikâyelerdir ve zamanla destan misali anlam arayışımıza yön vereceklerdir.

Yazar: Emre Bozkuş

ben bir şarkıyım/atlas denizlerinden geldim/önümde dalgalar vardı/arkamda dalgalar/dalgalar bitince/ben de biterim

İlginizi Çekebilir

the human future

İnsanlığın Geleceği: The Human Future

Gelecekte insanlığı neler bekliyor? Türlü ölümcül engelleri aşıp yıldızlara mı uzanacağız, yoksa miadımızı doldurup toza …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et