Bu sorunun yanıtı çok kısa: Hayır, hiç bilinmeyen yeni bir renk keşfedemeyiz. Çünkü renk bir algıdır ve bu algıyı üreten beynimizde üç ana renk ve bunların bileşimi olan üç ara renkten başka bir renk algısı oluşturamayız. Ve bir de bunların ara tonları var tabii… Renk algımızı sınırlayan şey ışığın yapısından çok türümüzün sinir ağındaki (beyindeki) sınırlılıklardır. Gündüzcü primatlar olan biz insanların gözlerinde bulunan ışığa duyarlı katmanda (retina) sadece üç renk almacı bulunur. Dördüncü bir almaç sonradan eklense bile, beynin görme merkezinde bu farklı sinyali işleyecek donanım mevcut değildir. Zaman zaman bilimkurgu yapıtlarında da karşımıza çıkan “dünyada bulunmayan renk” ya da “uzaydan gelen renk” gibi kurguların bilimsel bir temeli yoktur.
Biz primatlar üç ana rengi görebiliyoruz, ancak başka türlerde renk almacı sayısı üçten az ya da fazla olabiliyor. Örneğin bir tür deniz kabuklusu olan mantis karidesinde 15 farklı renk almacı bulunduğu keşfedilmiştir. Bu da demek oluyor ki, bu canlı türünün renkli görüş kapasitesi bizden milyonlarca kat fazladır. (Ana ve ara renklerin farklı tonlarını da hesaba katıyoruz.) Bu minik canlıların dünyayı bizden çok daha canlı bir şekilde gördükleri sanılsa da, gerçekte beyinde bu renklerin tümünü görebilecek derecede gelişmiş bir görme merkezi bulunup bulunmadığını tam olarak bilemiyoruz.
Öte yandan kuşların ve onların atası olan sürüngenlerin dört renk almacına sahip olduğu kesindir. Bu da demek oluyor ki, gündüzcü olan bu yaratıklar dünyayı bizden çok daha renkli ve canlı bir şekilde görebiliyorlar. Özellikle de kuşların, beyin yapısı hacmine göre oldukça gelişmiştir. Muhabbet kuşlarının başlarının iki yanında bulunan siyah lekeler, morötesi ışık altında canlı bir şekilde parıldamaktadır. Bu canlıların bize siyah ya da gri gibi görünen birçok rengi, bizim tanımlayamayacağımız dördüncü bir renk ile (morötesi) diğer ana renklerin karışımı şeklinde gördükleri hemen hemen kesindir.
Gececi yaratıklar olan memeliler ise çoğunlukla renk körüdür. Kedi, köpek, leopar gibi geceleri aktif olan canlılarda iki renk almacı bulunduğunu, bu nedenle de renkleri birbirinden tam olarak ayırt edemedikleri belirlenmiştir. Gündüzcü memeliler olan primatlarda ise renk algısı biraz daha gelişmiş durumdadır. Primat retinasına üçüncü bir renk almacı eklenmiştir. Tabii hâlâ aramızda iki renk almacına sahip ya da üç renk almacı tam olarak işlev görmeyen ve bizim “renk körü” olarak adlandırdığımız kişiler bulunmaktadır. Yapılan araştırmalar, dünya üzerindeki erkeklerin %8’i, kadınların ise %0,5’inin renk körü olarak sınıflandırılabileceğini göstermektedir. Bu da bize türümüzün, gececi bir memeliden evrimsel ölçekte yakın sayılabilecek bir zamanda ayrıldığını düşündürmektedir. Yani tüm primatların atası olan canlı, büyük ihtimalle renk körüydü (en fazla iki ana rengi görebilen).
Yeni Bir Renk Hayal Edebilir miyiz?
Elbette hayal edebiliriz, ama kafamızda yarattığımız bu zorlama algı, bilinen renklerin bir karışımı olmaktan öteye gidemeyecektir. Çünkü zihin donanımımız bizi ancak üç ana ve üç ara renk ile bunların farklı tonlarını canlandırabileceğimiz şekilde sınırlamaktadır. Şimdi düşünelim. Mavi nedir ve başka insanlar da maviyi bizim gördüğümüz gibi mi görüyor? Bu kadar basit bir soruya bile objektif şekilde yanıt vermek imkânsızdır. Renk algısı öznel bir kategoridir ve yalnızca bireylerin kişisel deneyimleri içinde var olur. Şöyle bir deney yapabiliriz: Gözlerimize sadece mavi rengi görmemizi sağlayan bir filtre takılsa ve uzunca bir süre bu filtre çıkarılmasa, büyük ihtimalle mavi dışında diğer renklerin almaçları görevlerini yapamaz derecede tembelleşecektir. Aynı zamanda mavi renk almaçları da yorulacak ve duyarlılıklarını yitirecektir. Duruma uyum sağlamak için beyin bir süre sonra hiçbir rengi göremez hâle gelecek ve dünya iki renkli ya da siyah/beyaz bir hâle bürünecektir. Uzun süre aynı ortamda bulunan kutup kâşiflerinde kar körlüğü denilen bir körleşme meydana gelmektedir.
Öte yandan, aslında evrende renk adlı fiziksel bir kategori yoktur. Beynimizin üretebileceği tüm renkler zaten gördüklerimizden ibarettir ve algılarımız da sık sık yanılır. Belli şartlar altında mavi bir elbiseyi siyah olarak görebilir ve ayrıca farklı ışıklar altında renkleri tam olarak seçemeyebiliriz. Yani beynimizdeki renk algısı bile mutlak değildir.
Beynimiz, gözün algıladığı ışığı dalga boyuna göre sınıflandırmakta ve dünyayı renk denen algılara göre kendi içinde kategorize etmektedir. Böylece gökyüzünü “mavi”, toprağı “kahverengi” olarak görüyoruz. Renk algısının beyin tarafından üretilmiş bir etiketten başka bir şey olmaması şaşırtıcı bir gerçektir. Ne kadar zengin, hoş bir kategorizasyon olsa da, evrenin hiçbir yerinde gerçekten mavi bir cisim bulunmaz. Sadece biz primatlar onu bu şekilde algılarız ve bu algı da tamamen özneldir.
Işığın, “dalga boyu” ya da “frekans” dediğimiz ölçülebilen bir özelliği vardır. Dalga boyu dediğimiz bu özelliğin renk olgusuyla ilişkisi bulunur. Ancak bu ilişki birebir bir ilişki değildir. Gerçekte sürekli bir nitelik olan dalga boylarını kabaca “uzun, orta ve kısa” şeklinde kategorize eden bir algı yapımız vardır. Uzun dalga boylarını “kırmızı”, orta dalga boylarını “yeşil” ve kısa dalga boylarını ise “mavi/lacivert” ile ilişkilendiriyoruz. Bu almaçlar, en çok algıladıkları dalga boylarının dışındaki dalga boylarını da algılar. Yani bir kısa dalga boyu almacı, orta dalga boyunu da kısmen algılayabilmektedir. Ama en kuvvetli algı, kendi dalga boyu aralığında gerçekleşir. Beynimiz, almaçlardan gelen veriyi analiz ederek dünyayı renklerine göre sınıflandırıp, etiketlemektedir.
Dalga Boyunun Renklerle İlişkisi
Tüm evreni kaplayan elektromanyetik alanda birtakım dalgalar meydana geliyor ve biz bu dalgalara “ışık” adını veriyoruz. Beynimiz, dalganın bir saniyedeki titreşim sayısı demek olan frekansları renklerle eşleştiriyor. Işık, yüzlerce kilometre ölçeğinden başlayıp atom çekirdeği boyutuna değin farklı dalga boylarında titreşebilir. Eğer bir ışık atom çekirdeğinden çıktıysa, dalga boyu da o oranda küçük oluyor ve çok yüksek enerjili bir ışık türü meydana getiriyor. Bu yüksek enerjili ışığa gama ışınları diyoruz. Çok enerjik ve atmosferden geçemeyen gama ışınlarını görebilecek almaçlar canlıların hiç birinde evrimleşmemiştir. Muhtemelen onları görebilecek bir canlının hayatta kalması çok zor olurdu, çünkü gama ışınlarıyla dolu bir ortamda yaşamın devam etmesi imkânsızdır.
Elektronların ani sapmasından ya da yön değiştirmesinden kaynaklanan atom boyutunda dalgalar olan X ışınları da oldukça enerjik ve zararlı dalgalardır. Onlar da gama ışınları kadar tehlikeli olabiliyor ve aynı şekilde atmosferden geçemiyorlar. Dolayısıyla onları da algılayamıyoruz. X ışınlarından daha büyük dalga boyuna sahip ışık türü, morötesi ışınlardır. Bu ışık türü Güneş’ten bol miktarda gelse de, bunların çoğu ozon tabakası tarafından süzülmektedir. Yine de dünyada yaşayan birçok canlı türü (gündüzcü böcekler, sürüngenler ve kuşlar) mor ötesi dalga boyunu algılayabilecek almaçlara sahiptir. Dikkat edilirse mor ötesi ışınlar sadece gündüzleri aktif olan canlı ailelerinde evrimleşmiştir. Çünkü mor ötesi ışınların temel kaynağı güneştir ve gececi canlıların mor ötesini görebilecek almaçlar geliştirmesine ihtiyaç yoktur. (Yalnız burada yüz milyonlarca yıllık zaman dilimlerinden söz ettiğimiz unutulmasın.)
Mor ötesinden daha düşük frekanslı ışınlara optik bölgedeki ışınlar ya da görünür ışık diyoruz. Bu dalgaların kaynağı da atomlardır; ama dalga boyları atomlardan büyüktür. Görünür ışığın dalga boyu 400-700 nanometre arasında bulunuyor; dolayısı ile bu ışık türü zararlı olabilecek kadar enerjik değildir ve dalga boyu molekül boyutundan büyük olduğu için de atmosferden kolaylıkla geçebilir. Gözümüzün ağ tabakasında görünür ışığı algılayabilen 4 tip hücre vardır. Bunlardan üçü renkleri gören koni biçimli hücreler, bir tanesi ise sadece ışığın varlığını algılayabilen çubuk tipi hücrelerdir. Dikkat edilirse, biz insanlar sadece üç tip renge duyarlı koni hücresine sahibiz. Bunlar genel olarak kırmızı, yeşil ve mavi renkleri gören koniler olarak adlandırılıyor.
Kırmızı hücreler aslında görülür spektrumun alt bölgesi olan 400-700 nanometre arasına duyarlılar: kızıl, sarı, turuncu, biraz da yeşil. Mavi hücreler ise spektrumun orta bölgesi olan renklere karşı duyarlılar: mavi, cam göbeği ama ağırlıklı olarak yeşil. Diğer koni hücreleri ise spektrumun üst bölgesini algılıyor: yeşil, mavi ve mor. Dördüncü hücre tipi olan çubuk hücreler tüm renklere eşit derece duyarlı olduğu için ışığın rengini değil varlığını tespit edebiliyor. Eğer sadece çubuk hücrelere sahip olsaydık dünyayı siyah beyaz olarak görecektik. Çubuk hücrelerin işlevi, geceleri daha iyi görmemizi sağlamaktır çünkü bu hücreler ışığa konilerden üç kat daha duyarlıdır.
Beynimiz, farklı konilerden gelen farklı veriyi (elektrik sinyalleri) görme merkezinde değerlendirerek bize evrenin renkli bir sunumunu yapıyor. Ancak bu renkli sunum gerçekte beynimiz tarafından oluşturulmuş yapay bir algı olduğu için, onun bize sunduğunun dışında bir rengi görmemiz ya da hayal etmemiz imkansızdır. Ancak, evrim mekanizması bize sürekli sürprizler yapmakla ünlüdür. Belki de aramızda dördüncü bir koni tipine sahip insanlar hâlihazırda mevcuttur ve belki de bunların arasından bazılarının beyninde bu yeni almacın sinyallerini dördüncü bir ana renk olarak yorumlayabilecek donanım oluşmaya başlamıştır.
Belki de milyonlarca yıl sonra biz de böcekler gibi papatyaların yapraklarını beyaz yerine morötesinin farklı tonlarında, şimdikinden çok daha renkli ve çeşitli olarak görecek ve içlerinden bazılarını “diğerlerinden daha güzel” bulacağız…