Yaşam kendi kopyasını yaratarak bir zincir halinde büyür. Bu kopyalama mekanizması gittikçe karmaşıklaşır. Yeni kopyalar artık daha renkli ve biçimlidir. Sonrası malum. Bugün, bir zamanlar Güneş’e yakın bir noktada duran ve üzerinde sıvı su barındıran bu ıssız gezegende şimdi sekiz milyara yakın insan var. Bu insanlar yaşamın ve tabiatın en temel dürtüsü ile durmadan çoğalıyor. Üremek bir varlığı yaşama ve belki de tabiata akort eden en yegane eylemdir. Virüslerin ve benzeri parazitlerin canlı sayılıp sayılamayacağı üzerine süren tartışmalardan bunu çıkarabiliriz.
İnsanlar tüm özellikleriyle canlı sınıfına giriyor. Organik maddelerden hasıl olmuş vücutlar, yaşam ve ölüm çizgileri, tüketim ve dışkılama. İnsanların canlı olduğuyla alakalı bir şüphemiz yok. Hâlâ tabiata ait bir tür mü peki insanlar? Aslında bu ayrı bir yazının konusu olabilir. Biz bu yazıda, insanların kendi tabiatını yaratma kabiliyetine sahip bir tür olduğunu söyleyelim. Doğada da böyle canlılar mevcut. Örneğin su samurları minik barajlar inşa ederek kendilerine ev yaparlar. İnsanlar da biraz böyle, fakat kendi tabiatını inşa etmekte çok daha ileri bir seviyeye ulaşmış canlılar. Kurtlar ile bozkırları, maymunlar ile ormanları, insanlar ile şehirleri özdeşleştirmek mümkün.
Oysa insanlar kendi tabiatlarını kurdukları halde, hasıl oldukları tabiattan henüz tam anlamıyla kopmuş değiller. Yaşam ihtiyaçları ve doğuştan hazır halde bulunan pek çok dürtü bunu işaret eder. Hatta tüylerin ürpermesi ya da gece tam uykuya dalacakken gelen yükseklerden düşme hissi de insanların erken dönemlerinde henüz tabiat ile iç içe yaşarken kazandıkları ve bugün bizlere aktarılmış sönük izler gibidir. Tabiatın özünden gelen en temel dürtü, tabiatın nüvesinde duran en temel güç, bu gün insanlarda hâlâ mevcut. Yaşam kendi kopyasını yaratarak çoğalır. Bir zaman sonra kopyalar çeşitlilik kazanır ve kopyalama mekanizmaları da çeşitlenir.
Üreme dürtüsü hatta telaşı tabiattaki en büyük kavgadır. Tüm canlılar hiç bilmedikleri bir sebepten ötürü bu şeye programlanmış haldedir. Onları yöneten daha büyük bir güç, bilinçten ve ahlaktan yoksun olan evrimin gereği olarak daha sağlıklı döller üreterek nesillerini devam ettirmeliler. Genetikten makrofizyolojik vücutlara kadar uzanan bu telaşın izlerini tabiatın her köşesinde, hatta insanların kendi tabiatı olan şehirlerde de görmek mümkün. Kaldırımlardan bel vererek yükselen dikenlere bir bakın. Bu kadar yoğun bir güç neyin eseri olabilir? Tabiatın. Tabiatın nüvesinde patlamayı hazır bekleyen üreme dürtüsünün. Yaşamın özünde ve tüm eylemlerin o örtülü kılıfları içinde olan üreme dürtüsü.
Çiçekler rengarenktir ve hepsi hoş kokulara sahiptir. Bunun sebebi basitçe nektar içen böcekleri kendilerine davet etmektir. Çünkü böcekler bitkinin polenlerine bulanacak ve diğer bitkilere konduğu zaman bu polenleri aktararak üremeyi gerçekleştirecek. Kitin kaplamalı bir kanatlı spermatozoit. Böceklerin o tedirgin edici varlıklarında göze çarpan ilk şey bilgece bir sessizlik, fakat tabiatta eşine asla rastlanır türden grotesk bir hareketliliğe sahipler. Bu bedbaht canlılar dahi üreme telaşı içindeler. Karıncaların kendine has yer altı şehirlerindeki en önemli devinimin, hatta topyekün varoluşun sebebi yine üremekten geçer. Karıncalar otistik bir tanrıçaya sahiptir. Bu tanrıça onların varoluş nedenidir. Onun vücudundan çıkmışlar ve yeni vücutlar için onu beslemek zorundalar. Bazı karınca kolonilerinin birden fazla kraliçesi olabilir ve doğada onları durduracak hiçbir yıkıcı güçle karşılaşmadıkları takdirde sonsuza kadar yaşayabilirler.
Fakat en iyi teraryumlarda korunan karıncaların bile başına bazı kötü şeyler gelebilir. Örneğin mayt enfeksiyonu. Hatta sırf insan kaynaklı etkilerden dolayı da yok olabilirler. Tabiat yine bir şekilde kendini örtülü kılıfların ardında gösterir. Çünkü yaşamak için ölmek de gereklidir. Yaşamın sebebi bir nevi ölüm. Ölüme ve kainatın o sonsuzluğa uzanan sessizliğine karşı yeni nesiller bel vermeli ve büyüyerek bir eylemi tekrarlamalılar: Üremek… Ancak bu neye yarar? Canlılık kendini sonsuza kadar kopyalamak için mi var?
Balçıklı suda mayalanan ve ısı ile kıpırdayıp kendini kopyalamaya başlayan o ilk mekanizmadan bu yana yepyeni kılıflar ve geometriler haricinde yaşam uzayında ne değişti? İnsanlar ortaya çıktı. Heybetli dinozorlar ya da okyanuslarda hüküm süren megalodonlar değil, insanlar bu dünyanın hakimi oldu. Fakat bu primatların hakimiyetleri ve ne hayatları ne kadar kırılgan. Donandıkları evrimsel avantajlar bile bu tehlikelerin farkına varmış durumda. Kendi tabiatlarını yaratırken dört duvar ve bir de dam koyuyorlar yuvalarına ama pencere açmayı ihmal etmiyorlar. Gün ışığına ihtiyaçları var, fakat perde de kullanıyorlar. Çünkü sırlarla dolular.
İnsanlar doğadaki pek çok türün dikkat çekici özelliklerine sahip adeta rengarenk bir ucube gibi. Ormanlarda, bozkırlarda ve hatta Ay’ın sathında yürürken bile bilinç dışı şekilde sahip oldukları en önemli dürtü üremekten başka bir şey değil. Doğanın kendi vücudunda bulunan güzellik ve estetiği insanlar ondan ilham alarak kendi başlarına yeniden kurgulamış, fakat doğanın vücudundaki bu güzellik neden ileri geliyor? Kayıtsız bir hareketliliğin kendini yeniden ve yeniden kaotik bir çalkantı içinde tekrar etmesinden mi, yoksa bir sistemin gerekliliğini yerine getirmekten mi?
İnsanlar bu post-modern çağda üremeyi tamamen bırakırsa ve hatta bu eylemi zihinlerinden tamamen söküp atarsa bilinçlerinde açılacak muazzam boşluğu ne gibi şeylerle doldurabilir? Artık evrimin en nihai yolculuğunu bu yepyeni doğumsuz nesil bulabilir mi? Evrim kainatta başka yerde mevcut mudur? Yıldızların o trajik varlıklarında da şüphesiz ki bir evrim vardır. Kainat en verimliyi en iyi şekilde muhafaza etmekte ve yeni bir varlığa aktarmakta usta. Fakat kara delikler ile virüsler neden var? İnsanlar ve bilgisayarlar neden var? İsimsiz bir vakum ile çevrelenmiş varoluş neden evrim denen bu güce tabi?
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade