Havalar artık eski havalar değil…
Kimyacı Svante Arrhenius 1896 yılında buz çağlarını sera etkisiyle açıklayıncaya kadar, insanların karbondioksit üreterek üzerinde yaşadığı dünyanın iklimini değiştirebileceği kimsenin aklına gelmemişti. Evet, insanoğlunun kentlerde ve sanayi bölgelerinde havayı kirlettiği, birtakım hayvanların soyunu tükettiği, bazı gölleri ve ırmakları çirkef çukuruna çevirdiği biliniyordu. Ama yaradanın ölümlü kulları olan bizler, koskoca gezegenin iklimini nasıl değiştirebilirdik? Böyle bir olasılık, o tarihten sonra da sadece dar akademik çevrelerde konuşuldu ve uzun zaman fazla ciddiye alınmadı. Bilimkurgu yazarları bile, iklim değişikliği senaryolarını insanların sıradan ekonomik etkinliklerine değil, astronomik ve tektonik felaketlere, nükleer savaş ve uzaylıların saldırısı gibi olağan dışı olaylara dayandırdılar.
Geçen yüzyılın ortalarına geldiğimizde, halkın özellikle yaşlı (yani son 50-60 yılı hatırlayabilen) kesimi havalarda bir terslik olduğunu sezmeye başlamıştı. Ocak sonunda Ayandon Fırtınası ve Mart ortasına doğru kocakarı soğukları gibi meteorolojik öngörüleri boşa çıkan rahmetli anneannem, “Havalar artık eski havalar değil,” diye yakınıyor ve kabahati o yıllarda sık sık yapılan atom bombası denemelerinde buluyordu.
Gidişatı daha o zamandan fark etmeye başlayan tek tük akademisyenler ve köy kahvelerinin şom ağızlı yaşlı bilgeleri, ekonomik kalkınma hevesiyle ve teknolojik gelişmenin heyecanıyla yanıp tutuşan benim gibi genç aydınlar, girişimciler ve emekçiler tarafından tutuculukla suçlanıyorlardı.
Zamanla iklimbilim gelişti, gezegenimizin iklimini oluşturan mekanizmalar hakkında bilgimiz derinleşti. Atmosferin, okyanusların ve dünya ikliminin tarihi hakkındaki veriler geometrik bir artışla çoğalmaya başladı. Artık iklimsel döngüleri ağaç halkalarından 4000 yıl geriye kadar izleyebiliyor, kutup buzullarından karotlar alarak atmosferin bileşimini 30 bin yıl önceye kadar öğrenebiliyorduk.
Dünyamızın giderek ısındığı ve bunun başlıca nedeninin karbondioksit ve diğer sera gazı salımlarındaki artış olduğu 1970’lerden sonra gerek akademik çevrelerde gerekse kamuoyunda yaygın kabul görmeye başladı. Bu yaygın kabul, 1992 Rio Zirvesi‘nde benimsenen BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve ona dayanan 1994 Kyoto Protokolü ile perçinlendi.
Ancak bu yaygın kabule karşın, bazı kişi ve kuruluşlar hala çeşitli itirazlar ileri sürerek diretiyor ve alışkanlıklarını değiştirmeyi reddediyorlar. İlk itiraz, küresel ısınma diye bir şeyin olmadığı ve hatalı ölçümlerin insanları yanılttığı yönünde geldi. Eskiden şehir dışında olan ölçüm istasyonları zamanla genişleyen kent sınırları içinde kalmış, işte bu yüzden ortaya abartılı sıcaklık artışı gözlemleri çıkmış. El insaf! Birileri bizi hatalı istatistiklerle elbette kandırabilir, ama buzullar acaba nasıl kandırılıp da erimeye razı ediliyorlar? Bir başka itiraz da, ısınmanın insan etkinliklerinden kaynaklanan tek yönlü bir süreç değil, doğal nedenlerden kaynaklanan basit bir dalgalanma olduğu, bizim sera gazı salımlarımızın bu süreci önemli ölçüde etkilemediği yönünde. İyimserlikle malul bir diğer itirazcı kesim ise, “Tabiat ana sonunda her şeyi düzeltecek güce sahiptir,” görüşünden hareketle, bu konuda önlem alınması gerekmediği sonucuna varıyor.
Gaia Hipotezi
Tabiat ananın her şeyi düzelteceği görüşünü çevreci bilim adamı James Lovelock da savunuyor, ama farklı bir şekilde ve farklı sonuçlara vararak. Greenpeace örgütünün kurucularından olan ve daha sonra yollarını ayıran Lovelock, Lynn Margulis ile birlikte, Gaia hipotezinin yaratıcısı. Gaia hipotezine göre, tıpkı canlılar ve makineler gibi, gezegenler de istikrarlı denge noktalarını koruyan geri beslemeli sistemlerdir. Dolayısıyla dünyamızı bir nevi canlı varlık olarak düşünebiliriz. Lovelock ve Margulis bu “canlı” varlığa Gaia adını, yani Grek mitolojisindeki yer/toprak tanrıçasının adını veriyor. Lovelock’a göre, Gaia elbette gezegenin dengesini koruyacaktır (yani her şeyi düzeltecektir). Ama bu düzeltici eylem pekala homo sapiens denen türün tasfiyesini içerebilir. Çünkü bizler antroposantrik (insan merkezli) olabiliriz, ama tabiat ana kesinlikle değil.
Anlaşılan kimileri küresel ısınma diye bir şey olmadığına iman etmiş, kimi çevreci kesimlerse böyle bir olgunun tartışmasız varlığına. Ben ehl-i iman değilim, zaten bilimsel konularda kimse de olmamalı. Küresel ısınma sürecinin varlığına ve sebebinin bizler olduğumuza dair bunca karineye rağmen, küresel ısınmanın (daha doğrusu nedenlerinin ve geçici olup olmadığının) tartışılması gereken bir konu olduğunu savunuyorum. İklim değişikliği, makul kuşkuların hep masanın üstünde tutulduğu tartışma süreçlerinde ele alınmalı ki, ikna gücü iman gücüne üstün gelebilsin ve bu yaşamsal sorun, ideolojilerin çatışmasında cephane olarak harcanıp gitmeden, geniş halk yığınlarınca benimsenebilsin.
Peki, ya kimse kimseyi ikna edemezse? Bu soru aklıma elli yıl önce pek revaçta olan sigara/kanser tartışmalarını getiriyor. Sigara içenlerde akciğer kanseri vakalarına, içmeyenlere göre (yanlış hatırlamıyorsam) 5 kat fazla rastlandığı o yıllarda istatistiksel olarak gösterilmişti. Öte yandan, son derece sağlıklı yaşayan ve sigara dumanından fellek fellek kaçan dağ gibi filanca dostumuz kanserden giderken, ucuz filtresiz sigaralarını sabahtan akşama tüttüren falanca ninenin yüz yaşını devirmesi, sigara içmenin kanserle ilgisi olmadığını kanıtlıyordu. Böylece herkes istediğine (ya da işine gelene) inanabilirdi. Öyle de oldu zaten. Ama elli yıl önce aklı başında herhangi biri, “Evet, sigara ile kanserin ilişkisi kanıtlanmadı, ama karineler ciddi, ben iyisi mi içmeyeyim,” diyebilirdi. Böylece kim bilir kaç milyon hasta ve yakınları ölümden, hastalıktan, acı ve üzüntüden, ağır maddi ve manevi kayıplardan kurtulmuş olurdu.
Bugün de keşke geçmişten ders alabilen bir insanlık, karbondioksit salımlarının küresel ısınmayla ilgisi hakkında aklı başında kararlar verebilse. Kuşkularını gezegenimizin geleceği ve insanların mutluluğu lehine yorumlama basiretini gösterse.