Çevremizi duyularımızdan beynimize gelen verilerle algılarız. Ama ya duyularımız manipüle ediliyorsa, yani yönlendiriliyor, kandırılıyorsa…
Ne demek istediğimi popüler bir sinema ürünüyle anlatmaya çalışayım; The Matrix filminde Neo adlı karakterin esasında insan tarlalarında bir kapsülde olduğu halde Matrix içinde bir şehirde yaşadığını düşünmesini hatırlayın. Şu anda sanal bir dünyada yaşamadığınızı nereden biliyorsunuz?
Böylesine bir kuşku insanlığın ilk çağlarından beri vardır. Platon’un mağara benzetmesine göre esasında insanlar bir mağarada zincirlenmişlerdir, yaşamları boyunca gördükleri her şey hayaldir.
Abartılı mı geldi? Biraz daha kuşku ekleyelim… Hayatınız boyunca Türkiye dışına çıkmamış biri olduğunuzu düşünün. Size ABD diye bir ülke olduğunu söylüyorlar, televizyondan oradan haberler seyrediyor, oradan gelen makineler kullanıyor, filmleri seyrediyorsunuz… Ama belki de öyle bir ülke yok. Bütün o görüntüler, dokümanlar, filmler sizi kandırmak için hazırlanıyor. Nereden biliyorsunuz?
Belki dünya, çok zeki canlıların kurduğu devasa bir stüdyo içinde, etrafındaki her şey bir projeksiyon.
Beynin kandırılması sandığınızdan kolaydır, illüzyonistler mesleklerini beyni kandırarak yürütür, sinema sanatı da bunu kullanır. Beynin dünyaya açılan kapıları duyularımızdır, onları kandırdıklarında beyin de kandırılır.
Beyni kandırma sadece fiziksel şekilde olmaz; George Orwell’ın 1984’ünde tek bir gazete vardır ve bu gazeteyi geriye doğru sürekli değiştirirler. Mesela kişi başına aylık çikolata tayını 30’dan 25 grama düşürülür ama devlet der ki; “20’den 25 grama çıkardık.” ve herkes buna inanır.
Diyelim ki çılgın bir adam var, bir bebeği doğumundan itibaren bir odada büyüttü. Çocuk hiç gökyüzünü görmedi, hiç odanın dışında bir yer görmedi. Bu çocuğun etrafını, evreni nasıl algılayacağını hayal edebiliyor musunuz? The Truman Show’da bu dediğim bir kasabaydı. Truman bir stüdyo içine kurulan kasabada doğduğundan beri yaşayan ve kendi haberi olmadan bütün dünyanın seyrettiği bir şovun kahramanıydı.
Biraz uzun bir giriş oldu, yıldızlar arası seyahate gelelim…
Ascension adlı bir bilimkurgu dizisinde bir uzay gemisiyle başka bir güneş sistemine yolculuk yapan insanlar anlatılıyor. Yolcuların çoğu gemide doğmuş, dünyayı görmemiş insanlar. Doğal olarak gemide bazı sorunlar çıkıyor ve mürettebat bunlarla uğraşıyor. Ama korkunç gerçek başka. Gemi koca bir hangarda, hareket bile etmiyor, uzay görüntüleri projeksiyon… Yıldızlar arası bir seyahatte ortaya çıkabilecek sorunlar üzerine bilim insanları tarafından inceleniyorlar!
Bu diziyi yazanlar Frank Herbert’in Destination: Void (Görevimiz : Uzay Boşluğu) adlı eserinden mi etkilendi bilmem ama benzer bir konusu vardır… Başka bir güneş sistemine yola çıkan uzay gemisinde çeşitli sorunlar çıkar (mekanik aksilikler, isyanlar, sabotajlar) ve güneş sisteminden çıkamadan yolcular ölür. Bu yolculuklar defalarca aynı yolcu grubuyla tekrarlanır, her seferinde başka türlü sorunlar ile başarısız olurlar.
Korkunç gerçek nedir? Yolculuklar büyük bir laboratuvar ortamındadır, ölenler klondur. Amaç gerçekten yapılacak bir yıldızlar arası seyahatin provasını yapmak, çıkabilecek sorunları simule etmektir.
Sadece simülasyonlarını değil, yıldızlar arası seyahat romanı yazan başka bilimkurgu yazarları da vardır. Efsane yazar Robert A. Heinlein’in Orphans Of The Sky (Uzayda Kaybolanlar) romanında iki nesil sürecek bir uzay yolculuğuna çıkanların başına gelenler anlatılır. Çıkan bir isyan nedeniyle medeniyet sıfırlanır. Yolculukta doğanlar devasa bir uzay gemisinin içinde olduklarını, uzayı bilmemektedirler. Geminin içinde değişik toplumlar, hakimiyet bölgeleri, dinler oluşur.
Yine bir başka efsanevi bilimkurgu yazarı Brian Aldiss’in ödüllü Starship (Yıldız Gemisi) adlı romanında da bir uzay gemisi içinde olduklarını bilmeyenlerin yolculuğu anlatılır. Yıldız Gemisi başka bir güneş sistemine gider, oradaki bir gezegenden su rezervlerini doldurur ve Dünya’ya geri dönüş yolculuğuna başlar. Ama o gezegenden aldıkları suyun yapısı bildiğimiz sudan farklıdır. Çoğu ölür, suya uyum sağlayıp kalan nesiller ise daha küçük ve metabolizmaları çok daha hızlı (bu nedenle de yaşam süreleri kısa) yaratıklara dönüşür.
Böyle eserlerin bir yararı var, kendi algıladığımız dünyayı, geçmişimizi sorguluyoruz: İnsan türü bu gezegende mi doğdu acaba? Bu yaşadığımız uygarlıkların ilki mi, yoksa defalarca mahvedip, yeniden başladığımız süreçleri mi yaşıyoruz?
Gerçekten de üç boyutlu bir uzay içinde, uzay boşluğunda yol alan bir dünya üzerinde miyiz?
Yeri gelmişken aklınıza kuşku tohumları ekeyim: Bazı bilim insanları esasında evrenin sandığımız gibi üç (hatta çok daha fazla boyutlu) değil iki boyutlu olduğunu söylüyor. Başka bir teori de evrenin simülasyon olduğu. Kötü haber şu ki teorilerini destekleyen veriler var. Eğer bu teorileri merak ederseniz Morgan Freeman’ın sunduğu Through Of The Wormhole belgeselini izlemenizi tavsiye ederim. Bu programın bütün bölümlerinizi izlediğinizde sanki üçüncü gözünüz açılmış gibi hissedeceğinizi garanti ederim.
[imdb id=”tt1513168″]Son diyeceğimiz şu olsun: Budist rahip bir gece rüyasında kendisini kelebek olarak görmüş, uyandığında şöyle düşünmüş: “Ben insanım da rüyamda kendimi kelebek olarak gördüm, yoksa rüyasında kendisini insan olarak gören bir kelebek miyim?” Belki de değişik alemlerde eğlenen, vakit geçiren veya eğitim gören ruhlarız. Veya gerçek varlığımız Platon’un mağarasında rüya görüyor, Matrix’in kapsüllerinde sanal alemde veya kim bilir hangi şartlarda evrenden evrene bedenler içine ışınlanıp maceralar yaşıyor.
Hazırlayan: Orkun Uçar