İnsanlar büyük bir vücuda ait küçük parçalarsa, şehirlerin bu vücut olduğunu söyleyebiliriz. Âdeta deniz altındaki bir kabuklu canlının bıraktığı kabuğu gibi kimi şehirler sakinleri tarafından terk edilmiş ve bu boş vücutlar, o kabuğu sahiplenen yumuşakçalar gibi doğa tarafından sahiplenilmiştir. Şehirlerin terk edilmesine yol açan pek çok sebep vardır. Bunlar savaş, katliam, iklim değişikliği ya da doğal afetler, ekonomi ve sosyal hareketlilikler olabilir.
Pek çok sebepten dolayı sakinleri tarafından terk edilen bu yerleşimler âdeta durağanlık ve doğa tarafından sahiplenilmiş, hayalet yerleşimlere dönüşmüştür. Bu yazıda tüm dünyadan on hayalet şehri derlemeye çalıştık. Bahsettiğimiz on hayalet şehir arasında Pripyat yok, zira bu şehrin zaten yeterince popüler olduğunu düşündük ve daha az bilinen ya da gerçekten etkileyici bulduğumuz hayalet şehirleri derlemeyi yeğledik.
Ağdam, Azerbaycan
Azerbaycan’ın en ön planda olan takımlarından biri Karabağ FK’dir. Karabağ’ın bu başarısı son derece manidardır, çünkü 1993’ten beri aslında her maçını bir nevi deplasmanda oynar. Kulübün merkezi olan Ağdam şehri, 1993 yılında işgal altına girdiği için kulüp mecburi olarak Bakü’ye taşınmış, o günden bu yana evinde hiç maç oynayamamıştır. 1993’ten önce kulübün maçlarını oynadığı İmarət Stadyumu, şehir uğrundaki çatışmalar sırasında top atışları ile yıkıma uğramıştır.
Ağdam’ın işgalden önce 40,000 civarında olan nüfusu şehri tamamen terk etmek zorunda kaldı Şehir, 2020 yılında tekrardan Azerbaycan kontrolüne geçinceye kadar cephe hattındaydı ve insan yaşamı için hiçbir olanağa sahip değildi. Ağdam, işgal kuvvetleri tarafından âdeta tek bir canlının bile yaşamasına müsaade edilmeyecek ölçüde tahribata uğradı. Tahribatın boyutu o kadar büyüktü ki, şehir “Kafkasların Hiroşiması” diye de anıldı. Ağdam hâlâ büyük oranda mayın döşeli hâlde. Azerbaycan’ın bölgeye dönmesi ile başlayan çalışmalar esnasında, bu mayınlar can kayıplarına sebep oldu. Şehrin mayınlardan tamamen temizlenmesinin on beş yıl kadar süreceği tahmin ediliyor…
Ağdam’ı tanınmaz hâle getiren tahribat hem savaş hem de işgal kuvvetleri tarafından yapı malzemesi elde etmek için teker teker sökülmesi sonucu oluştu. Ağdam’dan geriye kalan tek sağlam yapı şehir merkezindeki cami. Şehir savaş yılları esnasında yaşanan trajedilerin ve gaddarlığın görsel bir izdüşümü gibi, cehennemi andıran ürpertici bir ıssızlığa bürünmüş durumda. Oysa Ağdam bir zamanlar Azerbaycan’ın önemli şehirlerinden biriydi. Örneğin, Sovyetler’in ilk Ekmek Müzesi burada açılmıştı. Şehir, şarabı ve konyağı ile de meşhurdu. Ağdam, 2023 itibariyle hâlâ bir hayalet şehir. Ağdam’da yaşamın yeniden başlaması için yapılan çalışmalarsa sürüyor.
Bodie, Kaliforniya
Kaliforniya’daki Bodie hayalet kasabası, bugün Vahşi Batı ruhunu en iyi koruyan bölgelerden biridir. Burası zaten bir açık hava müzesine dönüştürülmüş ve terk edilmişliğinin de verdiği ürpertici tabiatıyla gece fotoğrafçılarının ilgi odağı hâline gelmiştir. Bodie, 1859’da gözlerden ırak küçük bir madenci yerleşkesi olarak kurulmuştu. Kasabaya ismini veren ve yerleşkeyi kuran madenci W.S Bodey, ileride kasabanın yaşayacağı ihtişamlı günleri göremeden 1859 Kasım’ında bir fırtınada hayatını kaybetti. Kasaba, 1876’dan başlayarak son derece kârlı bir altın cevherinin keşfedilmesiyle âdeta bir cazibe odağı hâline geldi.
Altına hücum ile birlikte kasaba bir anda nüfus patlaması yaşadı ve âdeta küçük bir metropole dönüştü. Kasaba, en iyi günlerinde bir bankaya, gönüllü itfaiye ekiplerine, demiryolu, madenciler ve tamirciler sendikasına, günlük çıkan bir dizi gazeteye ve bir hapishaneye sahipti. Bir mil uzunluğundaki ana caddesinde 65 adet bar sıralanmıştı. Cinayetler, silahlı çatışmalar, bar kavgaları ve posta arabası soygunları olağan olaylardı. Bodie’nin, ana caddeye dik açıyla uzanan bir Chinatown’u bile vardı. Burada Çin kökenli birkaç yüz kişi yaşıyor hatta bu bölgede bir Taocu tapınağı bile bulunuyordu. Çin mahallesinde afyon inleri de hayli fazlaydı. Şehrin kuzey ucunda yasadışı olsa da epey ilgi gören bir genelev bölgesi de vardı. Şehir, Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında, madencilik gelirlerinin de düşmesiyle yavaş yavaş terk edildi ve giderek bir hayalet kasabaya dönüştü.
Burj Al Babas, Türkiye
Sokağa çıktığınız anda bütün binaların bir masaldan fırlamış (ve birbirinin aynısı olan) şatolarla yer değiştirdiğini düşünün… İşte, Burj Al Babas, sayısı neredeyse bine yaklaşan ve Disney şatolarını andıran villaların meydana getirdiği böylesi bir yerleşim. Burası küçük bir şehir olarak dizayn edildi. Eğer tamamlansaydı, bir şehirden daha fazlası olacaktı. Burj Al Babas, bir masal vaat ediyordu, Binbir Gece’den ziyade bir Disney masalı; tabii 370,000 ila 500,000 dolar civarında bir ücret karşılığında…
Burj Al Babas’ın inşaatına 2014 yılında başlandı ve projenin 2019 civarında bitmesi bekleniyordu. İşin aslı villaların neredeyse yarısı proje daha tamamlanmadan satılmıştı bile. Fakat ülkede giderek kötüleşen ekonomi ile birlikte Burj Al Babas için işler sarpa sarmaya başladı. 2018 yılına gelindiğinde villaların satışları da durdu. Ertesi sene başlayan ve tüm dünyayı kasıp kavuran Koronavirüs Salgını da Burj Al Babas’ın tabutuna çiviyi çakmış oldu. Tabii ki tüm bu proje, “bir şey değil, sağlık olsun,” diyerek rafa kaldırılacak türden bir şey değil. Şu an Mudurnu’nun güzelim tabiatının orta yerinde, dev bir ucube öylece bekliyor…
Bu yer, uzaktan bakıldığında Disney Dünyası’nın çarpık bir hayaletini andırıyor. Sanki büyük bir savaş çıkmış ve bu masalsı kent, bütün sakinleri tarafından apar topar terk edilmiş. Bomboş kalan şehir ise uzay-zamanda kendine bir yer bulamayıp bir anda Mudurnu ilçesi yakınlarında belirivermiş. Buranın internette dolaşan fotoğraflarını gördüğünüzde, “böyle bir yer gerçek olamaz, bunu bilgisayarla tasarladılar herhâlde,” diye düşünebilirsiniz. Fakat ne yazık ki, bu ne bir illüzyon ne de aşırı gelişmiş bir bilgisayar tasarımı. O şato benzeri villaların her biri için pek çok ağaç katledildi, peki ne uğruna?
6 Şubat 2023’de gerçekleşen deprem felaketi yüzünden evlerini kaybeden insanların buraya yerleştirilerek en azından Burj Al Babas’ın hayırlı bir iş için kullanılabileceği fikri geliyor akla. Fakat Burj Al Babas’taki evler yalnızca bir çatı ve dört duvardan başka bir şey sunmuyor. Yerleşim, kalıcı ya da geçici insan yaşamı için pek fazla bir olanağa sahip değil…
Şu an bütün bir yerleşim, âdeta ferasetsizliğin, sorumsuzluğun ve estetik yoksunluğunun ironik bir tezahürü gibi öylece duruyor. Âdeta bir distopya. Ortada sayısı bine yaklaşan boş konut var fakat bunlar hiçbir faydalı kullanıma sahip değil. Resmen karanlık bir karikatür ve hemen içimizde. Gündemimiz ise o kadar meşgul ki, ona dikkat bile etmiyoruz. Fakat bu, başkalarının Burj Al Babas’ı görmediği anlamına gelmiyor. Mesela, YouTube’da 100 milyonun üzerinde izlenmesi olan Meduza’nın Lose Control isimli şarkısının klibi Burj Al Babas’ta çekildi. İnsan o klibi seyrederken, “hiçbir işe yaramıyorsa bile bari turistik ya da film benzeri sanatsal faaliyetler için kullanılsın,” diye düşünmeden edemiyor.
Pyramiden, Norveç
Pyramiden ya da Pyramida (Пирами́да), şimdilerde terk edilmiş hâldeki eski bir Sovyet madencilik yerleşimi. Svalbard Takım Adaları’nda yer alan Pyramida, artık bir hayalet kasaba ve de yaşam belirtisinin tek örneği düzenlenen turistik turlar. 1910 yılında İsveç tarafından kurulsa da, 1927’de Sovyetler’e satıldı ve Sovyetler buradan kömür çıkarmaya başladı. 1955 ve 1998 yılları arasındaki süreçte, yaklaşık olarak dokuz milyon ton kömürün bu madenden çıkarıldığı düşünülüyor. 1998’de Pyramida’nın faaliyetleri tamamen durduruldu ve yerleşim terk edildi. Soğuk iklim sayesinde binalar olduğu gibi korunmuş hâlde.
Pyramida, adını eteklerine kurulduğu piramit şeklindeki Billefjorden Dağı’ndan alıyor. Madencilik faaliyetlerinin devam ettiği yıllarda Pyramida’nın nüfusu çoğunlukla Ukraynalıydı; Donbas’dan gelen madenciler ve diğer görevler için Volyn’den getirilen ekipler bu nüfusu oluşturuyordu. Nüfusun en yoğun olduğu yıllarda Pyramida, 1000 kişiden fazla insana ev sahipliği yapıyordu. Tiyatro binası, kütüphanesi, sanat ve müzik merkezleri, spor kompleksleri ve günün 24 saati açık olan bir kafeteryası da vardı. Aynı zamanda bu şehir, dünyanın “en kuzeydeki yüzme havuzuna” da ev sahipliği yapıyordu.
Çin’deki İnsansız Şehirler
Çin’in aşağı yukarı bütün İtalya nüfusunu barındırabilecek kadar büyük miktarda boş konuta sahip olduğu düşünülüyor. Bu konutlar öyle Pekin ya da Şangay gibi büyük şehirlerde kümelenmiş de değil… Bu konutların ekseriyeti, bomboş hâlde bekleyen mega şehirlerde bulunuyor. Çin’de şu an satirik ve sürreal bir romana konu olabilecek türden tuhaf bir durum söz konusu. Bahsettiğimiz o şehirlerin bazısı zaten halihazırda var olan şehirlerin genişletilmesi ile bazısı da kendi başına bağımsız projeler olacak şekilde ortaya çıktı. Hepsinin ortak noktası ise ya hayalet kasaba kabul edilebilecek kadar ıssız olmaları ya da barındırdıkları nüfusun, beklenen nüfusun onda biri bile olmaması.
Zaten bir milyar nüfusu olan bir ülkede, çok büyük miktarda barınma ihtiyacı çeken insan varken bunca şehir nasıl olur da boş kalır? Ya da madem bu kadar yerin boş kaldığı gün gibi ortadayken neden bu şehirler inşa edilir? Bu sorunun cevabı ve hatta Çin’deki bu insansız şehirler meselesi apayrı bir yazının konusu olabilir, hatta bu o kadar uzardı ki, en nihayetinde bir kitap hâline gelmesi bile mümkün olurdu. Çünkü işin aslı çok karmaşık; Çin’in sosyal ve ekonomik düzeninden tutun insanların yatırım tercihlerine kadar pek çok faktör devreye giriyor.
Gelgelelim bu “yeter ki orada dursun, sonra ne olursa olsun” denilerek inşa edilen şehirler silsilesinin başlangıcını, kendini merkezi yönetime ispat etmek isteyen yerel yönetimlerin tavrına bağlayabiliriz. Bir yönetimin hem ekonomik hem de diğer yönlerden başarılı olduğunu ispat etmesi adına seçebileceği en kolay yol nedir? İnşaat yapmak. Böylece hemen hemen tek bir gecede, bir parmak şıklatmasıyla ortaya çıkmış gibi görünen gökdelenlerin, geniş meydanların ve yüksek katlı apartmanların bulunduğu yerleşim birimleri durmadan kuruluyor. Nitekim bu yerleşim birimlerine karşı da asla bitmeyen bir talebin olacağı düşünülüyor. Çünkü orta sınıf ya da üst sınıftan kişiler bu yerlerden evler satın alıyor. Ellerindeki parayı hiç yoktan somut bir şeye yatırmak, oradan gelir elde etmek ya da çocuklarına hatta torunlarına bırakılabilecek bir yere sahip olmak temel motivasyonları. Fakat bu insanlar, o şehirlerdeki evleri satın almış olsalar bile oraya yerleşmiyor. Evleri de öylece kallıyor. Bu da giderek şişen bir emlak balonu oluşturuyor. Bu balon patladığı zaman ne olacak?
Çin’in büyük şehirlerinde konutlara olan talep o kadar yüksek ki, satışlar kura ile yapılıyor fakat hayalet şehirlerde durum farklı. Akıl almaz miktarda boş konut olmasına rağmen ne doğru düzgün bir polis ne sağlık hizmeti ne de doğru düzgün bir yaşam belirtisi var, hâliyle de insanlar oralara yerleşmeyi göze alamıyor. Evet, bu şehirler muhteşem stadyumlara, görkemli heykellere ve müzelere ev sahipliği yapıyor ama finansal faaliyetler ya da oraya yerleşmeye gönüllü bir insan kitlesi olmadıktan sonra ne yapsan boş, koca şehir âdeta bir zombi kıyametine uğramış gibi tenha ve terk edilmiş duruyor.
Yine de bu yeni kurulan ve hayalet şehir olarak ilan edilen yerleşimlerden bazıları tamamen umutsuz değil. Örneğin bir milyon kişiyi barındırabilecek şekilde tasarlanan Yeni Ordos şehri, ittire kaktıra iki yüz binlik bir nüfusa ulaşmış durumda.
Villa Epecuen, Arjantin
Arjantin’in başkenti Buenos Aires’in güneyinde, âdeta “boğulmuş bir şehir” bulunuyor. Burası, 1920li yıllarda şehir yaşamından bunalan insanların kaçamak yapabileceği bir tatil cenneti olarak tasarlanmıştı. Villa Epecuen‘i bu kadar parlatan ve başarılı biçimde pazarlayan kişi bir İngiliz’di. Kasaba, şifalı olduğu iddia edilen bir lagünün kıyılarına kurulmuştu. Kasım 1985’te aşırı yağışlar nedeniyle bu lagünün taşmasıyla bütün kasaba 10 metre yüksekliğindeki suların altında kaldı. Taşma yaşanmadan hemen önce 1500 kişilik nüfus kaçacak vakti ancak bulabildi.
Bu olaydan sonra kasaba tamamen terk edildi ve bir daha asla yeniden kurulmadı. Kasabadan arta kalan harabeler şimdi grimsi ve beyaz bir tuz katmanıyla kaplanmış hâlde. Aslında bu görüntüsüyle Villa Epecuen, bir bilimkurgu filmi seti olmaya aday. Kasaba, felaketten önce otellerin ve çeşitli konaklama merkezlerinin dâhil olduğu 280 civarında işletmeye sahipti. 2009’da kasabayı yutan sular çekilince, Pablo Novak tekrar yüzeye çıkan evine döndü ve bu hayalet kasabada yaşayan tek kişi oldu. Âdeta Gabriel Garcia Marquez’in, Yüz Yıllık Yalnızlık eserini andıran kederli bir hikâye…
Hashima Adası, Japonya
Savaş Gemisi Adası olarak da bilinen Hashima, Nagasaki açıklarındaki küçük bir yerleşim. Adanın en dikkat çeken özelliği, terk edilmiş hâldeki betonarme binaları. Bu binalar doğanın yarattığı ufak tefek tahribat haricinde oldukça iyi durumda. Adanın etrafını saran deniz duvarı ile birlikte, Hashima âdeta distopik bir görüntü sunuyor. Ada, Japonya’nın hızla endüstrileşmesi fakat aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen esirleri zorla çalıştırma gibi savaş suçlarının da bir sembolü.
Adadaki yerleşimin esas amacı kömür madenciliğiydi ve madenler 1887’de açıldı. Adanın nüfusu 1959’da 5259 kişi ile zirve noktasına ulaştı fakat madenler 1974’te tükenince ada terk edilmeye başlandı. Ada, uzun yıllar boyunca terk edildi ve kimsenin ziyaret etmediği hayalet şehriyle öylece kalakaldı. Ta ki 2009’da bölgeye turistlerin girişine izin verilene kadar.
Kolmanskop, Namibya
1908’de, o zamanlar Alman Güney-Batı Afrikası diye bilinen Namibya’da, Zacharias Lewala isimli bir işçi ileride Kolmanskop’un kurulacağı bölgede çalışırken bir elmas buldu ve amiri Alman demiryolu müfettişi August Stauch’a bu elması takdim etti. Bölgenin elmas bakımından zengin olduğunu fark eden Alman madenciler yerleşime başladı ve kısa bir süre sonra Alman İmparatorluğu geniş bir alanı “Sperrgebiet” ilan ederek elmas sahasını işletmeye başladı.
İlk elmas madencilerinin muazzam servetinden güç alan bölge sakinleri, Alman mimari tarzında bir şehircik inşa etti. Bu şehir hastane, balo salonu, elektrik santrali, okul, dokuz kuka sahası, tiyatro, spor salonu, kumarhane, buz fabrikası ve liman kenti Lüderitz’e demiryolu bağlantısı gibi imkânlara sahipti. Aynı zamanda güney yarımküredeki ilk x-ray cihazı da yine bu kasabada bulunuyordu.
Kolmanskop, Birinci Dünya Savaşı yıllarında civardaki elmas madenlerinin tükenmesiyle terk edilmeye başlandı. Kolmanskop’un çöküşünü hızlandıran olay ise 1928’de üç yüz kilometre kadar güneyde o güne kadar alışılmadık büyüklükte yeni bir elmas yatağının bulunmasıydı. Artık 1960lara gelindiğinde Kolmanskop tamamen terk edilmiş hâldeydi. Namibya’nın mistik çöllerinde, Alman usulü bir şehir zaten yeterince ilginçken, şimdilerde bu şehirden arta kalanların kum ile dolup taşması, binaların yarı yarıya kuma gömülmüş silüetleri dünyadaki en ilginç yerlerden biri olmaya aday.
Maraş, Kıbrıs
Vakti zamanında Doğu Akdeniz’in omzuna konmuş Beyrut, dünyanın en güzel şehirlerinden biriydi. Fakat talihi, böylesine efsunlu bir güzelliğe sahip her şeyin başına gelen trajik sonlar gibi, acı oldu. İç savaş ile birlikte şehir bir kâbusa dönüştü. Ondan kalan güzellik zirvesini ise Beyrut’tan ateşlenen bir füzenin yanlışlıkla düşebileceği kadar yakında olan Maraş doldurdu. Maraş, Mağusa şehrinin güney kesmine doğru uzanan bir yerleşim şeridiydi, giderek şehir hüvviyeti alan bir çeşit banliyöydü.
Osmanlı, 1571 yılında Kıbrıs’ı fethettiğinde, Türkler surların içindeki kente yerleştirildi, Rumlar ise şehrin dışına, güneye taşındı. Gel zaman git zaman Mağusa’nın surlar içindeki kesimi giderek daha da gözden düştü. Ada, 19. yüzyılda el değiştirip İngiliz hakimiyetine geçti ve Mağusa güneye doğru büyümeyi sürdürdü. 1970’li yıllara gelindiğinde şehrin güneyinde portakal bahçeleri, lüks apartmanları, ihtişamlı otelleri, villaları, restoranları, şık mağazalarıyla âdeta ütopik bir filmden çıkmışçasına gösterişli yeni bir şehir belirdi. Maraş, İngiliz kraliyetinden batının yıldızlarına kadar herkesin ilgisini çekecek türden bir yere dönüştü.
Maraş’ın bütün ihtişamıyla yükseldiği bu yıllarda, eski şehrin surları çok farklı bir manzaraya tanıklık ediyordu. O dönem 1963’ten başlayıp 1974’e kadar süren bir savaş vardı. Surlariçi, civar köylerden kaçıp gelen Türkler’in toplandığı bir kantona dönüştü ve giderek artan nüfusunu artık kaldıramadı. Bu insanlar, kuşatma şartlarının getirdiği pek çok sıkıntı içinde yaşamlarını sürdürdü. Öyle ki, tarihi yapılar bile yerleşime açıldı. O dönem Türkler’den bazıları, surlara çıkıp bakınca görülebilecek kadar yakında olan o yeni şehrin inşaatlarında işçi olarak çalıştı.
Maraş’ın ihtişamlı yükselişi, 1974 yılında sona erdi. Barış Harekatı ile bölgeye gelen Türk ordusu, Mağusa’yı ve hâliyle Maraş’ı kontrol altına aldı. Ne bir harekat ne de Maraş’ın el değiştireceği bekleniyordu. Oteller rezervasyonlarla dolup taşıyordu. Malum araba galerisinde, döneminin şık parçaları art deco estetiğinin fiyakalı cıvıltılarıyla sahiplerini bekliyordu. 1970’li yıllara has bir zevki sefa, ihtişam ve lüks, biraz ötede sahili kucaklayan dalgaların yansıttığı tatlı ışık oyunları misali şehrin sokaklarına dağılıyordu. Bunların hepsi birkaç gün içinde bitti. 1974’ten sonra bütün Maraş dikenli tellerle çevrili bir yasaklı bölgeye dönüştü.
Eğer Türkler, S.T.A.L.K.E.R benzeri bir oyun yapsaydı bu oyun kesinlikle Kapalı Maraş harabelerinde geçerdi. Maraş’ın doğa tarafından ele geçirilen harabeleri, S.T.A.L.K.E.R’a ev sahipliği yapan Pripyat’tan daha az mistik değil. Üstelik hemen yanı başında, Mağusa’da yaşam hâlâ sürüyor ve Mağusa hızla büyüyor, bunun çarpık bir büyüme olduğunu söyleyebiliriz. Mağusa, kendi gölgesinin lanetine mahkum. Asla kaybettiği yarısı kadar güzel olamayacak, belki de Mağusa’nın kendine has kederli güzelliği bundan ileri geliyor. Maraş, Mağusa’nın talihine ait bir gölge gibi, Doğu Akdeniz’e yayılmış öylece bekliyor. Oradan, kaynağı belirsiz bir koku yükseliyor. Çok güzel ama biraz da rutubeti andıran bir koku. Belirsiz hatıraları çağrıştırıyor. Ne kokunun kaynağı ne de hatıraların tam olarak ne olduğu belli. Orası gerçek olmayan bir yer, zamanın 1974’te durduğu, pek çok trajedenin belki de birkaç saat içinde yaşanıp bittiği ve artık dünyadan silinen bir yer. Biz onun yalnızca gölgesini görebiliyoruz.
Craco
Craco, doğal afet sonucu terk edilen, İtalya’daki bir hayalet şehir. Adeta İncil’de tasvir edilen kutsal şehirleri andıran bu kasvetli yerleşim, turistik bir merkeze ve aynı zamanda pek çok film için sete dönüşmüş durumda.
Craco, İtalya’nın siyasi bütünlüğüne doğru giden çalkantılı yıllarda pek çok çatışmaya tanıklık etti. 1815 civarında iki büyük semte ayrılabilecek kadar büyük bir şehirdi. Kale yakınlarında yerleşen Torravecchia ve San Nicola Kilisesi civarındaki Quarter della Chiesa Madre. Ancak 19. yüzyıldaki çatışmaların ardından şehir, bu sefer kötü iklim koşulları tarafından sınanmaya başlandı. Ahalisi, akın akın Kuzey Amerika’ya göç etti. 1963’te gerçekleşen bir heyelan ile şehir tamamen boşaltıldı. 1972’deki selle de şehir kesin bir şekilde yerleşime kapandı.
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade