İnsanı, tanrı ve hayvan arasındaki basamakları tırmanan bir şuur olarak düşünebiliriz. Aslında bir bedene sahip değil, gerçek bir görüntüye de. Sadece bir bilinçtir o, sadece hilkatın bir sedasıdır. Bu sedanın bu gün kırıldığı noktada bizler varız. Kendi görüntümüze aldanmayalım. Bizler yumuşak makineleriz, düşünce, tasarı ve sezgi yumağı. Yarın kim bilir belki de basamaklar yok olup insan kaybolacak, ya da dönüşüme uğrayıp tanrıya doğru bir adım daha yaklaşacak. Bambaşka sezgiler ve hilkatın bambaşka bir sedasına karışacak.
Uzak gelecekte insanlığı bekleyen yıkımlar ya da mucizeleri düşünürken Babil Kulesi geliyor aklıma. Ve elbette bu efsane ile Büyük Filtre Teorisi arasındaki şaşırtıcı korelasyon. Bu korelasyon kaderimiz hakkında pek çok fikir veriyor bize. Büyük Filtre bizi bekliyor, evrimin ve kozmik tepkimelerin tazyikli akıntısı içinde ona doğru savruluyoruz, yeni bir Babil Kulesi inşa ediyoruz. Efsanedeki Babil Kulesi’ni yıkan şey dildi. Tanrı’ya tam ulaşacakken dil, insanları yüzlerce parçaya böldü, kule tamamlanamadı ve yıkıldı. İnşa ettiğimiz yeni kuleyi yıkabilecek çok daha büyük tehlikeler var. İnsanın kendi kendine biçtiği tehlikeler, doğanın ona biçtiği tehlikeler, kaosun biricik varlığı ve entropi ile zamanın ittifağı.

Aslında gelecek sadece bir beklenti yumağıdır. Öngörülerimiz beklentilerimizden husul eder. Bilim-kurgu mu? O kimi zaman fazla karamsar, kimi zaman komik bir şekilde iyimserdir. Bu günün öngörüleri yüz yıl sonrasının karikatürü gibidir. Hatta ve hatta yarının teknolojilerini bile tahmin etmekte zorlanıyoruz. On yıl önceki teknoloji bile şimdiye kıyasla epey değişime uğramış durumda. Fakat karamsar olmaya gerek yok. Bunca belirsizliğe ve teknolojimizin kaotik ilerleyişine rağmen belki de bazı şeyler için tam zamanında yaşıyoruzdur? İnsanlığın yeni evrimini seyrediyoruz belki de.
Her alanda çok dramatik değişimler yaşanıyor. İnsanlar dünyayı kocaman bir metropole dönüştürüyor, vitrinlerde korunmuş doğal alanlar, yüksek gökdelenlerin zirvesinde ise uçsuz bucaksız yalnızlığımız var. Veri teknolojileri hızla gelişiyor ve her yıl depolanması gereken veri sayısı bir o kadar artıyor. Veri mühendisliği geleceğin mesleklerinden biri. Fakat belki de ürettiğimiz veriyi depolayamayacak bir hale geleceğiz. Önümüzdeki yıllarda veri depolama konusunda büyük sıkıntılar yaşayacağız belki de. Bu sorun büyük krizlere yol açacaktır… sırf bu yüzden İnternet çökecek, İnternet’in çökmesinden dolayı ortaya çıkacak karmaşa ekonomiye sıçrayacak, sosyal altyapı sarsılacak ve belki de küçük çaplı bir kıyamet yaşanacak?

Sosyal teknolojilerin gücü yadsınamaz. Dünya onların sayesinde gitgide daha da küçülüyor. İnsanlar birbirlerinden daha çok haberdar. Hiç olmadığı kadar gerçekçi fakat bir o kadar sahte bir dünyada yaşıyoruz. Gerçekler ardı arkası gelmez bir imaj salınımı ile erozyona uğruyor, geride sadece kendi kendine gönderme yapan bir göstergeler zinciri kalıyor. Gerçek hiç olmadığı kadar gerçek ve bu sadece bir ilüzyon.
Ekosistemler kâh bozulup, kâh mutasyona uğruyor. Coğrafya ve iklim değişiyor. İnsanlar şaşkın, umursamaz ama bir o kadar da endişeli. Kripto-paralar ortaya çıkıyor, kimisi bir şaka gibi, kimisi ise hükümetlerin ciddi ciddi desteklediği projeler. Binlerce insan yollarda. Yeni bir kavimler göçü tam da burnumuzun dibinde yaşanıyor. Güney yarım küre giderek eriyip kuzeye doğru taşıyor. Binlerce insan otoban kenarlarında, kamp alanlarında, denizlerde ve akıl alabilecek her yerde, kaçıyorlar, umut peşindeler. Gerekli perspektiflerden baktığımız zaman bunların tümü gerçek bir distopya.
Bu büyük değişimler savaş alanına da sıçrıyor tabii ki. Artık savaşmak ve imha etmek için mesafeler önemsiz. Balistik füzeler ile yüzlerce kilometre ötede bulunan hedefler vuruluyor. Uzaydaki uydular sayesinde yeryüzünün detaylı haritasını çıkarabiliyoruz. İHA’lar hem çatışma, hem de istihbarat yönünden kilit rolleri oynuyorlar askeri anlamda. İstihbarat elde etmek için geçmişe kıyasla daha çok yöntem bulunuyor.
Geleceğin savaş meydanlarında uzaktan kontrol edilebilen insansız araçlar boy gösterebilir. Hatta bunları yapay zekalar da yönetebilir. Silahlı insansız hava araçları orduların envanterinde gözükmeye başladı, şimdi sıra insansız kara araçlarında. Geleceğin savaş meydanlarını insansız araçlar, robotlar, belki de aşırı güçlendirilmiş mekanik dış iskeletler ile takviye edilen askerler dolduracak? Belki de tahmin bile edemeyeceğimiz yepyeni bir boyuta taşınacak muharebe düzeni. Son zamanlarda askeri alanda yaşanan gelişmeler hem şaşırtıcı, hem de insanı karamsar düşüncelere sürüklüyor. 6 Ocak 2018 tarihinde muhalif güçler Suriye’de bir Rus üssü olan Hmeynim’e ve Tartus’taki donanma üssüne yönelik insansız hava araçları ile baskın düzenlemişti. Bu baskının önemli yönü, tarihe ilk sürü İHA saldırısı olarak geçmiş olması. Fakat saldıran İHA’ların sayısı on üç civarıydı. Sadece on üç… gelecekte onların binlercesi ile yapılabilecek geniş çaplı sürü İHA saldırılarının yaratacağı tahribatı düşünün.
Birinci Dünya Savaşı‘nda imha gücü açısından emsali görülmemiş silahlar kullanıldı. Bunlardan en önemlisi hiç kuşkusuz tanktır. Savaş meydanları yeni bir çehre kazanıyordu o tarihlerde. Saflar halinde birbiri üzerine yürüyen ordular artık siperler kazıyor, bu siperlerden ağlar örüp aylar boyu oralarda ikamet ediyordu, ta ki ilerleyip düşman siperlerini ele geçirene, ya da kendi siperlerini kaybedene kadar.
1915 Verdun Muharebesi’nde Almanlar savaş alanına yeni bir imha aracı daha getirmişti. Bu alev makinesiydi. Tarihte Yunanlılar ve Bizanslılar meşhur grejuva ateşini kullanmış olsalar da, modern bir alev makinesi ilk kez Birinci Dünya Savaşı‘nda kullanılmıştır. İHA‘nın atası kabul edilebilecek bir makine de yine bu tarihlerde ortaya çıkmıştır. Elmer Sperry ve Peter Hewitt Birleşik Devletler Donanması için insansız bir hava aracı tasarlamıştı. Bu araç ilk uçuşunu 6 Mart 1918’de Long Island’dan yapmıştı. Jiroskop ve barometreden oluşan bir düzenek ile uçuyordu. Fakat bu çeşit bir ‘işaretle ve uç’ mantığı açık denizde gemilere karşı işe yaramadığı için insansız hava araçlarına olan ilgi kayboldu.

Birinci Dünya Savaşı‘nın getirdiği yıkım korkunçtu. Dünyanın çehresi tamamen değişmişti. Monarşiler düşmüştü. Çağ demokrasinin, özgürlüğün ve bireylerin çağıydı. Sahte bir bahar yaşanıyordu, kapitalizm artık küreseldi. İnsanları korkutan yepyeni ve yabancı bir ülke ve bu ülkenin desteklediği bir dava vardı; Sovyetler Birliği, komünizm, kızıl korku. Batılı şehirlerde, özellikle de Amerika’da kızıl paranoya hüküm sürüyordu. Amerika’nın izolasyonculuk politikasını izleyip kendi içinde yeni bir dünya yarattığı yıllardı. Amerika dünyanın bankası ve rüya gördüğü yumuşak bir satıhtı. O rüya pek çok misafiri cezbetmişti. İtalyanlar, Polonyalılar, Çinliler, Almanlar ve dahası. Sacco ve Vanzetti İtalyan asıllı iki anarşistti. Tam olarak kanıtlanmamış bir soygun suçundan dolayı idam edilmişlerdi. Ve tabii meşhur Godfather serisinde resmedilen İtalyan mafyası bu devirde güç kazanıyordu. Çünkü Amerika’da içki yasağı vardı o yıllarda, mafya babaları gizli gizli içki satan eğlence mekanları kuruyor ve bir devlet kadar zengin oluyorlardı. Politikaya karışıyor, resmilere rüşvet veriyor, güçleniyor, şehirlere egemen oluyor ve birbirleriyle savaşıyorlardı.
Kıta Avrupası’nda huzursuz bir güç vakumu vardı o yıllarda. Yeni nesil kadınlar ortaya çıkıyordu, kendi hayatları üzerinde biraz daha egemen, çalışan, içki ve sigara içen kadınlar... Demokrasi ve düşünce özgürlüğü hiç olmadığı kadar yaygındı şimdi. İnsanlar yeni nesil teknolojilerle tanışıyordu. Radyolar, buzdolapları, arabalar, sinema ve dahası. Üstelik tüm bu teknolojiler seri üretim sayesinde orta sınıfın da elde edebileceği kadar ucuzdu. Tüketim çılgınlığı başlıyordu. İnsanlar bir ölçüye göre özgür ve değerliydi şimdi… 1920li yıllar, Batı’da bilinen ismiyle, Roaring Twenties yani ‘Kükreyen Yirmiler’in ilüzyonu.

Ne yazık ki 1920lerin yalancı baharı kısa sürdü. O yeni nesil kadınlar evlenir evlenmez geleneksel ev hanımı modeline seri bir dönüş yaptılar, 1929’da Wall Street çöktü, buna müteakip Avrupa’da da ekonomik kriz başladı. İnsanlar birkez daha sefildi, birkez daha umutsuz ve yorgun. Evsizlik, ahlaksızlık ve de açlık yeniden başladı. Ateşli umutlar vaat eden radikal güçler meydandaydı şimdi. Hitler’in Nazi Partisi 1930’daki seçimlerde 107 koltuk kazanarak en büyük ikinci parti haline geldi… bahar, hızla yakıcı bir yaza, hemen ardından da dondurucu bir kışa dönüştü. Geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında patlak vermiş dünya savaşlarını göz önünde bulundurursak yeni bir dünya savaşı ya kıyamet ya da insanlığın evrimindeki yeni bir nokta olur. Fakat çağımız yeni bir dünya savaşı için elverişli değil. Evet, karamsarlığa hiç gerek yok. Küresel bir savaş büyük olasılıkla artık patlak vermeyecek. Bu çeşit bir savaş büyük ihtimalle geçmiş yüzyılda kaldı. Bu devre de ancak paranoyayı miras bıraktı. Artık yeni bir çağdayız. Artık diplomasi çok daha etkin bir silah, artık vatanperverlik eskisi kadar yaygın değil, artık çağ ulusların değil bireylerin çağı… ve de emin olun bir ülkenin para piyasasını alt etmek topraklarını işgal etmekten daha büyük bir etki yaratır.
Bronz Çağı Çöküşü’nün bir benzeri gibi olacaktır belki. Bronz Çağı Çöküşü sırasında saray bazlı sosyo-ekonomi sistemleri bertaraf olmuştu. Değişen teknolojilerin, volkanik faaliyetlerin, göçlerin ve yeni silahların getirdiği rüzgar Akdeniz havzasındaki medeniyeti bir karanlık çağa sürüklemişti. Nüfus yoğunluğu bir difüzyona uğramıştı. Şehirler ıssızlaşmış, nüfus kırsala doğru kaymıştı. Retrofütüristik bir bilim-kurgu alt-türü olan sandalpunk bu dönemi ele alır. Mitoloji, felsefe ve bilim-kurgunun füzyonladığı muazzam bir hiciv yaratabilir sandalpunk. Birkaç şehir devletinin kurduğu ittifağın merkezindeki akropolise ejderhalar ile saldıran terörist asiler, onlara karşı deniz aşırı savaşlara giden tiranlar, insanları büyü–teknoloji kırması bir düzenek ile birbirine bağlayan sosyal ağlar, efsunlu adalar, yasaklı bilgiler, tanrılar, din, uzay, anakronistik icatlar ve dahası.
Tüm dünya artık küresel bir köy ve bu bir bakıma iyi bir durum. (Globalizm kültürel yozlaşmadaki bir katalizör olabilir, bunu kabul ediyorum.) İnsanlar artık birbirinden daha çok haberdar, yani bir bakıma birbirlerine karşı daha duyarlılar, özgürlük artık çok daha hassas bir nokta. Özellikle de kişisel özgürlükler. Bireyler hiç olmadıkları kadar özgürler… peki ya bu gerçekten böyle mi? Bireylerin özgürlüğü kitlesel oyuncakların kişiselleştirildiği olay ufkundan kopan bir ilüzyon mu yoksa? Belki de bireyin trajedisi, sahiden bir birey olduğunu sanması. Oysaki birey ne kadar özgür olursa olsun, o kaçınılmaz sosyal yapboza dahil olduğu anda özgünlüğünü yitirir. Bir aynaya dönüşür ve etrafındakiler de aynalardır. Birey kitlenin bir silyasıdır, kendi ufak perspektifinde özgür olduğunu sanabilir. Her şeyin ötesine geçtiği zaman bile özgür olamaz çünkü o bilincin esiridir. İnsan, insanlığa mahkumdur hâlâ.
Bu kadar karamsar olmaya gerek var mı? Sanmıyorum. Belki de birkaç milenyum kadar sonra transhümanizm insanlığı bambaşka bir boyuta taşıyacaktır? İnsan, insanlık zincirlerini kıracaktır belki de ve mutlak kaderini ve evrimin son aşaması olan ölümü yenecektir? O zaman insanlar artık insan olmaktan tamamen uzakta, bambaşka tanrısal varlıklara dönüşeceklerdir elbet. Her biri ötekinden farklı, her bir zihin bambaşka bir evren. Fakat yine de varlığın esiri, varlığın ötesine geçtikleri takdirde bile şuurun esiri hepsi. Fakat tüm bunlar ne kadar olası? Sahiden bu uçsuz bucaksız geleceğin vahşi karanlığında bir insan başlı tanrı var mıdır?

Şimdiki zamanı ele alacak olursak karamsarlığın yersiz olduğunu düşünüyorum. Evet, soyu tükenmek üzere olan pek çok tür var. Evet, kutuplardaki buzullar eriyor. Evet, kutup ayıları çok yalnız. Evet, ekolojiyi mahvetmek için elimizden geleni yapıyoruz. Evet, robotlar takla atıyor. Evet, yapay zeka dünyayı ele geçirecek, (en fazla işinizi elinizden alırlar, korkmayın). Dünyanın dört bir tarafında savaş çanları çalıyor olabilir, nükleer alarm sirenlerinin sesi zihinlerde yankılanıyor olabilir…
Fakat isterseniz biraz rahatlayalım. Artık bambaşka bir çağdayız. Emsali görülmemiş bir ‘duyarlılık’ ve ‘tolerans’ ile dolu bir çağ. Artık yeni sorun şiddet ve türevleri değil, yeni sorun yozlaşma… Pekâlâ büyük değişimler, devrimler ve teknolojide ardı arkası kesilmez atılımlar yapılıyor. İnsanlar buna ayak uydurmak için algılarını kısmak zorunda. Hıza katılmak için zihinlerindeki ağırlıklardan kurtulmalılar. Kimi zaman özgürlüğünün tehlikeye girdiğini ya da ihlal edildiğini düşünen insanlara içten içe gülüyorum. Sahiden de trajikomik bir durum aslında. Çünkü iş işten çoktan geçmiş özgürlük konusunda. Bir insan o mutlak sosyal yapboza ilk dahil olduğu andan itibaren özgür değildir ki. İlla bir tutsaktır. Nitekim önümüzdeki yıllarda süper faşist bir yönetimin işleri eline alacağını hiç sanmıyorum. Buna gerek yok. Artık bunların devri geçti. 1984 hem yanıldı, hem de haklı çıktı. Evet insanları izliyorlar, onlarla oynuyorlar ve insanlara olmayan şeyler anlatıp onlarla adeta dalga geçiyorlar. Fakat bunu isteyen kimler? Elbette insanların ta kendisi. Gözetlenmek isteyen kimler? Doğru bildiniz, insanların ta kendisi. Devletler neden var? İnsanlar evlerinin etrafını neden duvarlarla çevirir? İnsanlar neden güvenlik kamerasına güvenir? Elinde sosyal medya gibi imkanlar belirince neden kendini teşhir etme isteği duyar? Bu soruları sordukça ve yanıt aradıkça özgürlük kavramı komik geliyor sahiden. Kendi kendimize ördüğümüz duvarlar zaten yeterince yüksek. Başkalarının ördüğü duvar mı? Bundan bin yıl önce de insanlar büyük bir güç tarafından aldatılmak arzusu içindeydi. İki bin yıl önce de ve üç bin yıl önce de. İnsanlar kandırılmayı ve yönetilmeyi seviyor. Gelgelelim artık bambaşka bir devirdeyiz. Yirminci yüzyılın formülleri ve hesapları bu devirde geçerliliğini yitirmeye başlayacak. Bu devir kendi filozoflarını ve kendi değerlerini yaratacak. Geleceği öngörmek ne kadar zorsa bu günün mahiyetini kestirmek de bir o kadar zor.
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade