evren-ve-insan

Dil Abartılmış Bir Mucizedir

Dilin yok olduğu bir geleceği düşünmemek elde değil. Organların birer asalak olduğunu düşünürsek, dil çok daha tehlikeli bir parazittir. Organlarımızdan kurtulabileceğiz belki. Onların bulunduğu bir vücut yerine, daha etkili bir vücut yaratabiliriz kendimize. Dil ise türümüzün en büyük avantajı. Neredeyse dil sayesinde hayal kuruyor, dil sayesinde düşünüyoruz. Fakat ya gelecekte?

Gelecekteki bir medeniyetin uzaya yayılacağını düşünürsek insanlar arasında oluşacak mesafenin ne denli korkunç olacağından bahsetmeme gerek yok. Dil ortaya çıktığı zaman insanlar iç içeydi. Dil bir stratejiydi. Dil bilgiyi en hızlı şekilde aktarmak ve üstünlük sağlamak için kullanılan bir teraziydi. Fakat uzayda bugün konuştuğumuz dilin artık işlevini yitireceğini düşünmeden edemiyorum. Dil belki de zamanla ilkelleşecek. Bunun için uzaya çıkmamıza bile gerek yok. Bilginin bu denli hızla çoğaldığı bir çağda bizim zavallı dilimiz ne kadar etkili olabilir ki onu işlemekte? Her gün korkunç bir veri bombardımanına maruz kalıyoruz ve bu her geçen gün artıyor. Dil tamamen ortadan kalkmasa bile şekil değiştirip bugün asla tanıyamayacağımız bir hâle gelebilir mi?

dil ve imgelem

Bu beni çok korkutsa da bir yandan heyecanlandırıyor. Dilin ardında bıraktığı o devasa ve verimli zihinsel alanı kim bilir neyle dolduracak insanlık? Belki de bir gün insanlar artık ne yazı yazacak, ne de konuşacaklar… Ne şiir söyleyecek ne de hikayeler anlatacaklar birbirlerine. Bir gün gelecek düşlerimizin hepsi buhar olacak bizimle birlikte, biz arzın sathında yanan kandiller ağzını açmış bekleyen bir kara deliğin etrafında soluk dualara dönüşeceğiz. Veri, hiçbir yorumlamaya ya da parçalanmaya maruz kalmadan olduğu gibi, tüm özüyle insan zihnine dolacak. Tekilliğin kudreti sayesinde ne düşler ne de hayaller kalacak. Gerçeğin tüm korkunçluğu ile üzerimize geldiğini göreceğiz. Kozmik bir kabusa dönüşeceğiz belki de. İnim inim inleyen genetik sarmallar ve sonsuzluğa doğru saplanan bir foton mızrağı boyunca gürül gürül akan insanlık… Tanrısal spermatozoa… Hikâye böyle başladı, böyle devam edecek ve akacak sonsuzluğa.

Bir kara deliği istila eden parazitik insanlığın göreceği düşleri merak ediyorum ya da artık düş görmelerini sağlayacak herhangi bir insani özellikleri kalacak mı? Düş görmek yalnızca insanlara mı mahsus? Tabiattan tamamen koptuğumuz zaman belki anlayabiliriz bunu. Zihinlerimize entegre ettiğimiz bilgisayarlar sayesinde bir zamanlar nice şarkının söylendiği en büyük mirasımızı, dili yitirebiliriz. Dil yitince insanlıktan geriye ne kalacak? Dil bizim kolektif hazinemiz. Yüzlerce masalı, şarkıyı ve küfürü barındırıyor. Onun yerini ne doldurabilir? Belki de asıl soru; dilin yerini başka bir şeyle doldurmalı mıyız olacaktır?

bilinç

Dil hâlâ çok gizemli. Onun nasıl ortadan kalkacağını, hatta kalkıp kalkmayacağını tartışmak bile belki de gülünç, çünkü dilin henüz nasıl ortaya çıktığını tam olarak bilmiyoruz. Kimi tanrısal bir hediye olduğunu, kimi zihinsel bir mutasyon olduğunu söylüyor. Dil yeteneği genlerimizde var. FOXP2 geni. Fakat bu genden başka canlılarda da bulunuyor. Yunuslarda da dil yeteneği olduğu saptanmış. Hatta karıncaların da kimyasal bir dili var. Fakat hangi biri bizimki kadar üstün? Dil büyük ihtimalle evrimle bağlantılı. Bu evrim zincirini takip ederek dilin gelecekte alacağı hâli kestirmek mümkün mü?

Dilin ortaya çıktığı zaman dilimi ile şimdiki bir değil. O zamanın insanları çok daha alelade ve tehlikeli hayatlar yaşıyordu. Medeniyet ortada yoktu. Tabiatın birer parçasıydık. Fakat insanlığın konumundan bağımsız olarak hem bugünü, hem dünü, hem de yarını kapsayan bir soru aklımı kurcalıyor. İnsanların neden konuşma ihtiyacı duyar? Sosyal canlılar olduğumuzdan dolayı belki de. Belki de hayal kurma yeteneğine sahip olduğumuzdan. Belki de evrimin attığı o zarlar bizi buna mecbur etti. Belki de iletişimimizi farklı yollarla, belki de bir çeşit telepati ile yapabilirdik. Sembolik düşüncenin esiri olmasaydık zihinlerimiz belki de böylesi egzotik ve gerçek dışı kabul edilen özelliklerle dolabilirdi.

Fakat dili kötülemek belki de acı bir küstahlıktan başka bir şey değil. Yine de dilin esnekliği, ama bir o kadar da tehlikeli oluşu beni hep düşündürür. Çünkü dil ‘canlı’ olsa da kayıtsızdır. İçinde barındırdığı veriyi kendisi açamaz. Bilgi yorumlanabilir. Dil bir anda düşmana dönüşür. Bir diğer an ise en iyi dosttur. Bunu yüzlerce yıl önce Ezop da söylemişti. İnsanlar belki de söylenebilecek her şeyi söyledi. Dil belki de vadesini doldurdu, fakat delirmemek için insanlar onu kullanmaya mecbur. Dilde entropiye maruz kalan bir kavramdır diye düşünüyorum. Muhayyilede bir görüntü canlanır, yahut fiziksel dünyada etkileyici bir olay cereyan eder, bazı zamanlar dil bunu isimlendirmekte ya da aktarmakta yetersiz kalır. Düşünce dil ile dışarı çıktığı zaman özünü yitirir. Artık o düşünce bir parça eksiktir. Bana kalırsa en kusursuz hatip bile aklındaki düşünceyi ilk hâliyle, gerçekten olduğu hâliyle, tam verimlilikle kelimelere dönüştürüp aktaramaz. Düşünce her zaman bir parça eksilir. Tıpkı benim şu yazıyı yazdığım zaman olduğu gibi.

Babil Kulesi Efsanesini düşünüyorum. Dilin entropisinden bahseden belki de en güçlü aleogori bu. İnsanlığın hüzünlü yönünü de görüyorum bu hikayede. Yüzlerce farklı sesin haykırdığı tek düşünce ve en nihayetinde parçalanan bir kule. Yine bir tekillik oluşturabilsek ve yine tanrıya doğru yükselmeye başlasak o bu gidişata karşı kayıtsız kalır mı bu sefer? Tanrı varsa eğer bir hudut da vardır. Sonsuzluğu düşünemiyorum. Tanrı varsa bir nihayeti vardır varlığın. Muhayyilenin merkezindeki nüveye dalmak istiyorum. Katman katman sarılmış tüm o yalanlar, efsunlar ve mitologialardan arınmış, bir maymunun alevli düşlerine karışmak ve dünyayı çalmak hırsına en ilkel tutkuyla sarılmak istiyorum. Bir yandan da bedenimi katrandan denizleri olan volkanik bir dünyaya sıçratmak, küresel bir sanat eserine dönüşmek istiyorum. İntihar etmek istiyorum, tanrının ego ölümü kadar kudretli, bir aurora kadar gereksiz… İnsanlar beni seyretmek için milyonlarca kilometre öteden gelsin, uçaklar, zaman makineleri, yeni yeni beliren paradokslar ve yine çözülmeyecek bir gizem…

Tüm metinler yazılacak, yazılabilecek her türlü metin, edilebilecek her türlü küfür, söylenebilecek tüm güzel sözler, hiçliği bile bir metafor olan insan bir gün kendini tüketecek ve batıp giden bir yıldız ihtişamıyla novaya dönüşecek. Bir hududu var yaşamanın, bir hududu var varlığın. Eğer yoksa, tanrı da yok. Fakat sonsuzluğun da bir sonu vardır, çünkü en temel gerçeğimiz entropidir. Sonsuzluğun formülü durmadan çöken düşlerimizden tut, paramparça olan yıldızlara kadar her yanda. Tüm anları görmek istiyorum bu yüzden. Başlangıcı ve sonu ve aradaki sonsuzluğu. Her anı görmek istiyorum. İlk anda, ilk nedeninin tetikleyicisi olan o kozmik solucanların alevden salyaları ile gezindiği evreni, alev alev yanan plazmik düşlerini tanrının ve sonra soğuyan evrende kayasal gezegenlere dokunan hayatın ilk öpücüğü…

İnsanlığın içinden kim bilir neler çıkacak çökünce. Bunu düşünmek beni hem korkutuyor hem de arzulu bir hâle getiriyor. İnsan novası neye dönüşecek, kim bilir? Kim bilir milyonlarca yılın azabı, ruhlarımızın üzerinde birikmiş ve yüreğimizi balçıktan örülü zavallı bir mezbele kadar bırakmıştır. Çok yorgunum çok. Bir an önce bitse keşke rüya. Anlasak keşke, anlasak ki biz yıldızlara gidemeyeceğiz. Yıldızlara gidersek biz artık biz olamayacağız. Ne dil aynı kalacak ne de muhayyile. Orada, insan için yeni bir şafak sökecek. Ben o şafaktan korkuyorum ama onu bekliyorum merakla. Bir yandan da kendimi gaz maskesi takan kudretli bir deve dönüştürmek istiyorum. Elimde alev püskürten bir makineyle gezinmek istiyorum Ay’ın yüzeyinde. Cansız ve ışıksız toz bayırlarını yakmak… Uzayda oksijensiz alevler…

Bitse keşke bu rüyalar. Anlasak ki Âdem bir hırsız değildi, Prometheus da öyle. Ateş ve elma. Tekerlek ve ateş; arabalar ve rüya. Çığlık atan gazolin, dumanlara dönüşen yollar ve bir topak kadar kalan dünya. Anlasak keşke biz hırsız maymunlar hiçliği çalıp düşler yarattık ondan, nereye kadar sürecek bu? Bitse keşke. Ve sahiden de dil abartılmış bir mucizedir. Hiçlikten çaldığımız düşlerle kurduk biz onu. Devletler, isimler ve tanrılar. Hepsi dilin ortak meyvesi. Birbirinden milyonlarca mil ötede iki insan aynı yıldıza bakıp aynı düşü kurabiliyor mu? Tenimizin dili, bedenimizin dili, ırkımızın dili, genlerimizin dili kanayan bir yara kadar açıkta… Dil kanayan bir yara gibi açıkta… Ya ruhumuzun dili? Düşlerin dili?

Bir düşü kusursuz anlatacak dil hangisi?

Yazar: Tuğrul Sultanzade

2000 yılında Bakü'de doğdu. Uzun bir süredir Kuzey Kıbrıs'ta yaşıyor.

İlginizi Çekebilir

interstellar kapak

Interstellar’da Gördüğümüz 14 Şeye Bilimsel Bir Bakış

Interstellar (Yıldızlararası) filminin bilim danışmanı ve yapımcısı olan Kip Thorne, filmin senaryosundaki bazı noktaları açıklayan …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et