George Orwell‘in 1984‘ünün ve Huxley‘nin Cesur Yeni Dünya‘sının, Zamyatin‘in Biz adlı romanından esinlendiği bilinir. Orwell bunu açıkça kabul etse de Huxley kabul etmemiştir. Hattâ Orwell, Huxley’nin yalan söylediğini iddia eder.
Öyle ya da böyle, Cesur Yeni Dünya beklediğinizden farklı bir eser. Totalier bir rejimin yurttaşlar üzerinde kurduğu biyo-iktidara dair bir kitap bekliyorsunuz. Öyle de zaten. Öte yandan doğal hayata, ilkelliğe dönüş konusunu irdelemesini beklemiyorsunuz. Üstelik, modern totaliter düzen ile ilkel yaşam arasında kesin bir tercih yapmıyor. İkincisine sempati duymamızı sağlasa da, doğayla baş başa yaşamı bir ütopyaymışçasına yansıtmıyor.
Cesur Yeni Dünya’yı okurken, meşhur film Into The Wild gözümde canlandı. Aslında kitabın, söz konusu filmden daha tutarlı olduğu söylenebilir. Into the Wild’ı izlediğimde hayal kırıklığına uğradığımı, hattâ esas karaktere antipati beslediğimi hatırlarım. Kimliğini yakıyor, modern hayatın tüm o kuşatıcılığını ve tüketim toplumunu reddediyor, doğanın kâlbine dönmek arzusuyla evini terk ediyordu.
Gelgelelim, bu girişim hüsranla sonuçlanmıştı. Gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanan bu filmde, benim aklıma yatmayan nokta, modern uygarlığın tüm nimetlerine sırtını dönen birisinin, doğanın kâlbine döndükten sonra, bir geyiği –yine uygarlığın bir eseri olan- av tüfeğiyle vurması, daha da tuhafı, ahşap bir kulübe inşa etmek, hiç olmadı çadır kurmak yerine, metruk bir otobüsü kendine mesken bellemesiydi. Uygarlığı reddederken, reddettiği uygarlığın miraslarıyla kendisine ufak çaplı yeni bir uygarlık kuran bir kişi, Alaska gibi soğuk ve tehlikeli bir yerde yaşamayı göze alıyorsa, yanına en azından harita ve pusula da almalıydı. Onu geçtim, ayağındaki kışlık botları bile, kendisini bir süre kamyonetiyle götüren bir adam tutuşturur eline, “donar, ölürsün” diyerek.
Ben bu ikiliğe katılmıyorum. Baskıcı, hayatın her alanını denetleyen, adeta alnımıza barkod kazıyan totaliter bir uygarlık ile avcı-toplayıcı yaşam tarzını, sanki iki seçenek birbirinin tek alternatifiymiş gibi düşünmek yanıltıcı. Avcı-toplayıcı kabilelerde insan ömrü çok kısaydı. Günü kurtarabiliyorduysanız, ne mutlu. Tarım olmadığı için asla yarın ne olacağınız belli değildi. Neolitik çağın öncesinde, doğrudur, bir anarşi ortamı vardı. Yani ne devlet, ne hiyerarşi, ne de tahakküm söz konusuydu.
Bürokratlar, din adamları, krallar filan yoktu; ama eski insanların çok özgürlükçü olmalarından filan değil. Bunun nedeni, herkesin yemek bulma işiyle uğraşmak zorunda olmasıydı. Yiyeceklerin evcilleştirilmesiyle, yani tarıma geçilmesiyle birlikte artık az sayıda insanın çalışması, çok sayıda insanın karnını doyurmaya yetiyordu. Böylece yemek bulma işinden farklı iş kolları türedi: Zanaatkârlar, bürokratlar vs.
Uygarlık tarihinden, kıyısından bucağından dahi olsa haberi olmayan bir kişinin, “doğaya dönüp avcı-toplayıcı olacağım” demesini anlarım da, tarihin gelişimine bakınca bu gibi istekler kulağa naif geliyor açıkçası. Uygarlığın nimetlerini reddetmeksizin, kötü yanlarını eleştirerek ve törpüleyerek daha iyi bir toplum kurabilmek mümkün. Bugün hayvanlara işkence etmenin kötü olduğuna, kadın ve erkeğin hukuk karşısında eşit olması gerektiğine, bilimin insanlığın zararına değil fakat yararına kullanılması gerektiğine, köleliğin insanlıkdışı olduğuna vs. inanıyorsak, bu yüzyıllardır süregelen rasyonel tartışmanın, inşa edilmiş bir ahlâkın ürünüdür.
Cesur Yeni Dünya’da sorun da budur zaten. Bilim, insanlığı daha iyi denetim altına alabilmenin, onları uyuşturabilmenin, sınıfsal ayrımları kalıcılaştırmanın ve insanların yaşam tarzları ve bedenlerine müdahale etmenin bir aracı hâline, yani belli bir ideolojiye güdümlü hâle getirilmiş. Oysa aynı bilim, hastalıklara çare bulunması, daha verimli tarım yapılması, açlık sorununun çözülmesi gibi amaçlara da pekâlâ hizmet edebilirdi. Bilim nötrdür. Onu hangi ideolojiye tabi kılacağınızdır önemli olan. Hani şu bıçak örneğinde olduğu gibi: Bir bıçağı, sebzeleri doğrayıp yemek yapmak için de, bir insanı öldürmek için de kullanabilirsiniz.
Bunun yanı sıra, özgür irade sorunu kalıyor geriye. Cesur Yeni Dünya’nın boğucu uygarlığından sıkılan ve doğaya dönen, buna karşın uygarlık tarafından bir türlü rahat bırakılmayan Vahşi, şunları söyler:
“Ben keyif aramıyorum. Tanrı’yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum.
‘Aslında,’ dedi Mustafa Mond, ‘siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz.’
‘Öyle olsun,’ dedi Vahşi meydan okurcasına, ‘mutsuz olma hakkını istiyorum.'” (s. 296)
Vahşi’nin istediği, dikkat ederseniz, özgür iradeden başkası değildir aslında. Tamam, uygarlığın nimetlerini reddetmeyelim, ama hayatımıza da karışmayın, kararlarımı, nasıl yaşamam gerektiğini ve inançlarımı ben belirleyeyim. Bunlar benim bireysel özgürlük alanım içinde kalsın. Benim adıma kararlar almayın: Özgür irademe dokunmayın.
Yazar: Tamer Ertangil