Bilimkurgu, konusu itibarıyla geleceğin tasvir edildiği bir alandır. Teknolojik gelişmelerin ne gibi toplumsal dönüşümlere sebep olabileceğini sorgular ve bu konuda çıkarımlarda bulunur. Böylece gelecekte bizi bir ütopya mı yoksa bir distopya mı beklediğini ortaya koyar. Bir dönemin bilimkurgusu, başka bir dönemin gerçeği olabilir. Geçen yüzyılın başlarında, yavaş yavaş gelişen medya teknolojileri ve özellikle de Leni Riefenstahl gibi yönetmenlerin Nazi Almanya’sı için yaptığı propaganda filmlerinin gücü ve etkisi üzerine Susan Sontag gibi pek çok araştırmacı, medyanın toplum mühendisliği üzerindeki etkilerine dikkat çekti. Elbette bilimkurguda da medya gücü üzerine yapılan işlerin sayısında bir artış görüldü.
Medyanın toplumsal yönetimde etkin bir şekilde kullanılmasını konu alan 1984, V for Vendetta gibi çok sayıda eser ortaya çıktı. Gelecekteki distopik dünyayı anlatan bu eserlerin yanında, medyanın toplumu yönlendirmesini konu alan güncel filmler de çekildi. The Truman Show ve Er Ist Wieder Da gibi filmlerde, medya aracılığıyla toplumun nasıl yönlendirilip manipüle edildiği işlendi. Sontag’ın çalışmaları, yaklaşık elli yıl sonra gerçeğe dönüşmeye başladı. Sontag döneminin bilimkurgusu, bugünün gerçeği oldu. Özellikle sözü edilmesi gereken bir başka yazar da Don DeLillo. Romanlarında yazar, medyanın toplumu yanlış yönlendirdiği ve insanların toz pembe bir dünyada yaşayıp çevrelerinde olup bitenleri göremediği bir Amerika’yı anlattı. Ancak onun bu anlatıları ülkemiz için de geçerli. Özellikle de 90’lar Türkiye’si tam olarak Don DeLillo romanlarından çıkmış gibi.
1990’lar Türkiye’si, siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan önemli dönüşümlerin yaşandığı bir dönemdi. Soğuk Savaş sonrası dünya düzenine adapte olmaya çalışan Türkiye, bu yıllarda neoliberal ekonomik politikaların etkisiyle hızlı bir dönüşüm sürecine girdi. Özellikle iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, küreselleşme olgusunun etkisini hissettirmesi ve özel radyo ve televizyonların açılmasıyla birlikte ülkenin kültürel yapısı derin bir değişim yaşadı. Bu değişimin en görünür alanlarından biri ise pop müzik furyası ve bunun etrafında şekillenen popüler kültürdü. 1990’lar, özel yayıncılığın ve pop kültürünün Türkiye’de geniş halk kitlelerini etkisi altına aldığı, yeni tüketim kültürünün inşa edildiği bir dönem oldu.
1990’lara kadar Türkiye’de yayıncılık alanında TRT’nin tekelci yapısı hâkimdi. 1964 yılında kurulan Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT), tek devlet kanalı olarak haberden eğlenceye, kültür-sanat programlarından müzik yayınlarına kadar tüm içerikleri belirleyen bir konumdaydı. Ancak 1980’lerin sonlarında, dünyada medya alanında yaşanan özelleştirme dalgası Türkiye’ye de ulaşmaya başladı. 1990 yılında ilk özel televizyon kanalı olan Magic Box (Star 1), Almanya üzerinden yayın yapmaya başladı. Bu kanalın ardından Show TV, Kanal D, ATV gibi özel televizyonlar hızla yaygınlaştı ve medya sektörü kısa sürede farklı seslerin bir araya geldiği dinamik bir alana dönüştü. 1994 yılında yapılan yasal düzenlemelerle özel kanalların resmi statüye kavuşması, bu süreci resmen onayladı.
Özel radyolar da bu dönüşümün önemli bir parçasıydı. 1992’de yayın hayatına başlayan Best FM, yerel pop müziğin yükselmesinde önemli bir rol oynadı. Popüler kültür ve müzik, devletin kontrol ettiği TRT’nin sınırlı yayın politikalarının ötesine geçerek geniş bir kitleye ulaşmaya başladı. Özel radyo ve televizyonlar, Türkiye’de medyanın içerik ve format açısından çeşitlenmesine neden oldu. Artık yalnızca devletin belirlediği çerçeveyle sınırlı olmayan, daha özgür ve renkli bir yayıncılık anlayışı halkın ilgisini çekti. Sabah şovları, yarışma programları, talk şovlar ve yerli dizilerle beraber eğlence sektörü genişledi. Bu kanallar aynı zamanda dünya popüler kültürünün Türkiye’ye daha hızlı bir şekilde taşınmasını sağladı. Batı’dan ithal edilen müzik klipleri, Hollywood filmleri ve MTV gibi global yayınların etkisiyle gençler arasında yeni bir yaşam tarzı benimsenmeye başladı.
1990’lar, Türkiye’de pop müziğin altın çağı olarak kabul edilir. Bu dönemin öncesinde, Arabesk ve Türk Sanat Müziği gibi türler baskınken, özel radyolar ve televizyonlar sayesinde pop müzik yeni bir ivme kazandı. Bu dönem öncesine kadar Sezen Aksu, İlhan İrem, Selçuk Ural ve biraz da Barış Manço dışında pop müzik âdeta yok denecek kadar azdı. Ancak 1991’de Yonca Evcimik’in “Abone” albümü ve albüme adını veren şarkısı ve klipi, Türk müziğinde bir milat oldu. Hemen ardından neredeyse her gün yeni bir pop şarkıcısı müzik piyasasına çıktı. Tarkan, Sertab Erener, Kenan Doğulu, Mustafa Sandal, Mirkelam gibi sanatçılar da geniş kitlelere ulaşarak dönemin ikonları hâline geldi. Üstelik artık özel kanal ve radyolar da olduğu için hepsi de medyada kendine yer buluyordu.
TRT sansürüne takılma korkusu yaşamayan bu yeni nesil şarkıcılar, doğrudan cinsellik atıflı şarkılar yazıp, cesur video kliplerle eserlerini kitlelere sunuyordu. Barış Manço’nun “Lambaya Püf De” şarkısı bile tek kanallı dönemde sansüre takılıp yasaklanmıştı. Ancak 90’larda Tarkan, adı bile doğrudan laf atmalı “Hepsi Senin mi?” şarkısını cesurca söylüyordu. Geçenlerde hayata veda eden Metin Arolat’ın “Dert Değil” şarkısı da cesur sahneler içeren bir video kliple sunuldu. Yabancı müzik de Türk dinleyicisi ile buluşmuştu. Michael Jackson, Madonna, Metallica, Bon Jovi, Brian Adams ve daha niceleri ülkemizde konserler verdi. O zamanki adıyla İnönü Stadı, yalnızca Beşiktaş’ın maçlarını oynadığı bir stadyum olarak tanınmaktan çıkmış, popüler bir konser alanına da dönüşmüştü. TRT sansürünün artık olmaması yalnızca müzik alanında kendini göstermedi. Filmlerdeki öpüşme sahnelerini bile sansürleyen TRT’nin aksine özel kanallar bu sahneleri sansürlemiyor ve hatta doğrudan erotik filmler yayımlıyordu. Show TV ile hayatımıza kırmızı nokta kavramı da girmiş oldu.
Özel radyo ve televizyonların açılmasıyla birlikte medya içerikleri daha ticari bir yapıya büründü. Artık daha fazla reklam geliri elde etmek ve geniş kitlelere ulaşabilmek için eğlence odaklı içerikler ön plana çıkarıldı. Bu durum, yüksek kültür ile popüler kültür arasındaki sınırların bulanıklaşmasına neden oldu. TRT döneminde daha çok “eğitici ve öğretici” içeriklere yer verilirken, özel kanallar bu çizgiyi aştı ve kitlelerin zevkine hitap eden programlar üretmeye başladı. Artık herkesin bir popisi vardı. MTV tarzı müzik kanalları ve magazin programları, Türkiye’de yıldız kültürünün oluşmasını hızlandırdı. Artık müzisyenler ve televizyon yıldızları yalnızca birer sanatçı değil, aynı zamanda birer popüler kültür figürü hâline de geldi. Magazin programlarıyla ünlülerin özel hayatları ekranlara taşındı ve toplumun gündemini meşgul etmeye başladı. Özellikle de dönemin en popüler programı olan TeleVole ile bugün “TeleVole Kültürü” dediğimiz kavram ortaya çıktı.
1990’lar Türkiye’sinde yaşanan bu dönüşüm, yalnızca medya ve eğlence dünyasıyla sınırlı kalmadı, toplumsal yapıda da derin izler bıraktı. Özel radyo ve televizyonların yaygınlaşması, iletişim ve bilgiye erişim konusunda yeni bir dönem başlatırken, tüketim kültürünü de beraberinde getirdi. Bu dönemde reklamcılık sektörü büyük bir atılım gerçekleştirdi. Televizyon ve radyolar aracılığıyla pazarlanan ürünler, yeni bir tüketim alışkanlığı yarattı. Örneğin, pop müzik yıldızlarının giydiği kıyafetler, kullandıkları aksesuarlar ve reklam yüzü oldukları ürünler gençler arasında trend hâline geldi. Moda ve popüler müzik arasındaki bu bağ, Türkiye’de “marka bilinci”ni artırdı ve küresel tüketim kültürünün etkilerini hissettirdi.
Batı’nın 1980’lerindeki ekonomik liberalleşme, tüketim kültürünün yükselişi ve medya endüstrisinin gelişimi, 1990’larda Türkiye’ye geç ulaştı. Ancak Türkiye, bu değişimi kendi koşullarına özgü bir hız ve çarpıcılıkla deneyimledi. Medyanın devlet denetiminden çıkması, bireylerin yalnızca eğlenceyle değil, aynı zamanda yeni bir kimlik arayışıyla da tanışmasına olanak tanıdı. Bu süreç, hem pop müziğin hem de televizyonun toplumsal yaşamda merkezî bir rol üstlenmesine zemin hazırladı. 1990’larda Türkiye, Batı’nın 1980’lerde deneyimlediği dönüşümü yaşadı. Popüler kültürün ve pop müziğin yükselişi, medya sektörünün devlet tekelinden çıkışıyla birleşerek toplumsal ve kültürel dinamikleri kökten değiştirdi. Bu süreç, Türkiye’nin modernleşme yolunda attığı adımlarla uyumlu görünse de aslında derin çelişkiler ve gerilimlerle dolu bir dönemi de beraberinde getirdi. Bu çok seslilik ve çok renklilik ile 90’lar Türkiye’si bir ütopya gibi görünse de, aslında daha ‘derinlerde’ distopik bir Türkiye de eş zamanlı olarak yaşanıyordu.
12 Eylül Darbesi‘nin izlerini yeni yeni silmeye başlayan Türkiye, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte dünyadaki eski yerini kaybetmiş ve kendine Soğuk Savaş sonrası dünyada yeni bir yer bulamamıştı. Bunun da etkisiyle 90’lar, Türkiye’nin politik ve ekonomik anlamda en istikrarsız olduğu dönemdi. Don DeLillo’nun romanlarında olduğu gibi, 90’lar Türkiye’si sık sık şiddet olayları, kaos ve toplumsal korkularla sarsılıyordu. Suikastlar, faili meçhul cinayetler ve derin devlet-mafya-siyaset ilişkileri, toplumsal dokuyu tehdit eden unsurlar olarak sürekli gündemdeydi. Turan Dursun, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Ahmet Taner Kışlalı gibi aydınlara yönelik suikastlar; Madımak, Gazi Mahallesi olayları ve her yıl çatışmayla sonuçlanan 1 Mayıs gösterileri, Susurluk Kazası ve ardından başlayan ışık kapatma eylemleri ve sokak gösterileri aslında o dönem Türkiye’sinin medyadaki gibi cıvıl cıvıl ve renkli yüzünün yanında başka bir yüzü olduğunu da bize gösteriyordu.
Öte yandan PKK ile çatışmalar ve Güneydoğu Anadolu’daki olağanüstü hâl, zorunlu göçlere ve derin insani krizlere yol açtı. Terör örgütü tarafından köylerin yakılması, sivillerin hedef alınması ve buna mukabil askeri operasyonlar, bu bölgede yaşayanlar için bir distopyayı inşa etti. Ancak bu gerçeklik, ulusal medyada üstü örtülü bir şekilde sunuldu. Türkiye’nin geri kalanı için bu çatışmalar, gündelik hayatın bir parçası hâline gelen soyut bir şiddet algısına dönüştü. Kamuda ve eğitimdeki tesettür yasağı, bu bağlamda yapılan eylemler ve eylemcilere yönelik sert polis müdahaleleri, ardında yatan sosyo-politik durum irdelenmeden sıradan bir olay gibi aktarıldı. 28 Şubat ve sonrasında toplumun belli bir kesimine uygulanan baskı ve yıldırma politikaları ise âdeta görmezden gelindi.
Ekonomik krizler, Türkiye’de toplumsal huzursuzluğu derinleştirirken sürekli değişen hükümetler de siyasi istikrarsızlık algısını besledi. 1994 ekonomik krizi, halkın alım gücünü ciddi şekilde düşürdü, ancak aynı dönemde medya ve reklamcılık sektörünün yükselişiyle tüketim kültürü de yaygınlaştı. İnsanlar, gerçek ekonomik sıkıntılar içinde yaşarken medyada sunulan zenginlik ve refah görüntüleri bu durumu çelişkili bir ütopyaya dönüştürdü. Zaten ekonomik olarak darda olan halka, bir de satın alma olgusu dayatılmaya başlandı.
Medya, 1990’lar Türkiye’sinde bu distopik atmosferi parlak bir paketle sunarak âdeta bir ütopya yanılsaması yarattı. Özel televizyonlar, rengârenk müzik klipleri, dans programları, talk şovlar ve yarışmalarla halkı büyüledi. TV kanallarının sabah programlarından akşam kuşağı dizilerine kadar her şey, izleyiciyi günlük hayatın karanlık gerçeklerinden uzaklaştıran bir kaçış aracı oldu. Televizyon dizileri de bu ütopya algısının bir parçasıydı. Örneğin, “Süper Baba” ve “Mahallenin Muhtarları” gibi diziler, idealize edilmiş mahalle yaşamları ve sıcak insan ilişkileri sunarak toplumsal gerilimleri görünmez kıldı. Aynı zamanda magazin programları, ünlülerin hayatlarını gözler önüne sererken izleyicilere başka bir dünyaya aitmiş gibi görünen bir yaşam tarzını tüketme fırsatı sundu.
Türkiye’de özel televizyonların ve radyoların hızla artmasıyla, toplum gerçek sorunlardan uzaklaştırıldı. Suikastlar, ekonomik krizler ve Güneydoğu’daki çatışmalar, medyada ya dramatize ya da karikatürize edilip görmezden gelindi. Bunun yerine tüketim kültürünü teşvik eden parlak içerikler, toplumun gerçeklik kaybı yaşamasına neden oldu. Magazin programları, moda şovları ve reklamlar, halkın dikkatini siyasi ve ekonomik çalkantılardan başka yönlere çekti. Medyanın yarattığı bu sanal gerçeklik, toplumun kendisini bir ütopyanın içinde yaşıyor gibi hissetmesini sağladı. Ancak bu ütopya, aslında ekonomik eşitsizliklerin, toplumsal gerilimlerin ve siyasal baskıların üzerini örten bir illüzyondan ibaretti.
Eğer 1990’lar Türkiye’si bir Don DeLillo romanı olsaydı, medyanın ve pop kültürün yarattığı ütopya algısıyla maskelenen bir toplum çıkardı karşımıza. Gerçek ve kurgunun birbirine karıştığı bu dönemde, medya ve kültürel dönüşüm, bireylerin hem umutlarını hem de korkularını şekillendirdi. Don DeLillo’nun eserlerindeki gibi, bu yıllar Türkiye’de gerçeklik algısının sürekli sorgulandığı, kaotik ama bir o kadar da büyüleyici bir dönem olarak tarihte yerini aldı. 90’lar, Türkiye’nin çelişkilerle dolu bir kimlik arayışı hikâyesiydi; hem modernleşme hem de toplumsal travmaların aynı anda yaşandığı bir dönemdi. 90’lar Türkiye’si, Batı’nın 80’lerde yaşadığı modernleşme ve popülerleşme deneyimini kendine özgü bir şekilde yeniden üretti. Ancak bu süreç, hem ekonomik hem de toplumsal eşitsizliklerin gölgesinde yaşandı.
Medyanın özgürleşmesi, popüler kültürün yükselişi ve tüketim kültürünün yaygınlaşması, toplumu bir yandan Batı’ya yaklaştırırken diğer yandan gerçek sorunlardan uzaklaştırdı. Ekonomik krizler, siyasi suikastlar ve toplumsal çatışmalar, medya ve pop kültürün yarattığı parıltılı dünyanın arkasında gerçek bir distopya oluşturuyordu. Bu nedenle 90’lar Türkiye’sini değerlendirirken, Batı’nın 80’lerde yaşadığı kültürel dönüşümün Türkiye’de hem umut hem de kaos dolu bir şekilde yeniden üretildiği sonucuna varabiliriz. Pop müzik, televizyon ve medya, bu dönüşümün taşıyıcıları olarak Türkiye’yi modernleştirirken, aynı zamanda toplumsal çelişkilerin daha görünmez hâle gelmesine de yol açtı.
Harika bir yazı!
1-2 noktada belki farklı fikirlerim olabilir.
Bir tanesi, bilim kurgunun genel tanımı dışında, izleyici/okuyucu kitlede yarattığı hissiyattan dolayı her zaman olumsuz fikirleri, senaryoları, olumlulara tercih etme eğiliminde olmasıdır. Üretici, genel olarak ana kurguda olumsuz bir alt yapı bina ederken, bireysel kahramanlıklarla, mutlu sonlarla izleyici/okuyucunun ağzında iyi bir lezzet bırakmaya çalışır.
Diğer konuysa, 90’lar… Gerçekten inanılmaz bir dönem. Basının bizi nasıl manipüle ettiği konusunun dışında, basın özgürlüğünün de aslında bir miktar daha fazla olduğu notunu, mizahın gücünün ve etkisinin daha fazla hissedilebildiğini söyleyerek pekiştirmek yanlış olmaz diye düşünüyorum. Nitekim, yapılan siyasi mizah, eleştirilerin dozajı, hele ki bugünle karşılaştırıldığında kendini çok net gösteriyor.
Tekrar emeklerinize sağlık, selamlar.