“…büyüktür. Gerçekten büyüktür. Ne kadar engin, uçsuz bucaksız ve akıllara zarar büyüklükte olduğuna inanamazsınız…”
Otostopçunun Galaksi Rehberi uzay için böyle diyor ve haklı da. Gerçekten de uzayın büyüklüğü biz insan kavrayışının çok ötesindedir. Evrende bildiğimiz en hızlı şey olan ışık bile uzayın büyüklüğü düşünüldüğünde kaplumbağa gibi kalmaktadır. Güneşimizi ele alalım; Dünya’ya uzaklığı 149.6 milyon kilometredir. Işık bu mesafeyi ortalama 8 dakikada aşar. Bu nedenle bizler Güneş’e baktığımızda aslında onun 8 dakika geçmişini görürüz. Bir başka örnekle devam edelim; Güneşimize en yakın yıldız Proxima Centauri’dir. Uzaklığı ise 4.22 ışık yılıdır. Yani ışık hızıyla dahi yol alsanız buraya ulaşmanız 4 yıldan uzun sürerdi. Görüleceği gibi evrendeki mesafeler ışık için bile çok ama çok fazladır.
Kimi bilimkurgu yapıtları, kurgularını sekteye uğratacağı için bu gerçeği görmezden gelir. Onlar için uzay sadece bir dekordan ibarettir. Ancak bilimkurgunun ruhuna sadık pek çok yapıt, bu büyüklüğü çözülmesi gereken ciddi bir engel olarak ele alır ve literatüre birbirinden ilginç fikirler bahşeder. Star Trek‘in Warp Drive’ı, Battlestar Galactica‘nın sıçrama motoru ve Stargate‘in yıldız geçidi bu fikirlere iyi birer örnektir. Tabii işi bu denli kurgusal teknolojilerle geçiştirmeyenler de vardır. Bu yapıtlarda uzayı büken motorlara ya da yapay solucan deliği oluşturan cihazlara rastlamazsınız. Zaten onların derdi yolculuğu mümkün kılmak değil, yolculuğun bizzat kendisidir.
Merkezine uzay yolculuğunu oturtan birçok yapım, insan ömrünün kısalığını da göz önüne alarak çeşitli yöntemler üzerine yoğunlaşır. En çok başvurulan ışık altı seyahat yöntemlerinden biri de derin uyku ya da hibernasyon teknolojisidir. Bu yapımlarda hedefine otomatik olarak ilerleyen uzay gemileriyle ve onların derin uykudaki mürettebatıyla karşılaşırız. Bu sayede zaman ve mesafe sorunu halledilse de işler her zaman istendiği gibi gitmez. Pandorum ve Passengers filmlerinde gördüğümüz üzere yolculuk bambaşka bir seyre de bürünebilir. Eh, bu da bilimkurgunun tuzu biberi zaten. Öte yandan, derin uyku teknolojisi dışında bir başka yöntem daha vardır ki açıkçası en gözde bilimkurgu konseptlerinin de başında gelmektedir: Nesil gemileri…
Uzak yıldızlara ulaşmanın en ilginç yöntemleri arasında gösterebileceğimiz bu gemiler, özünde bir mikro dünya tasavvurudur. Yenilenebilir ve sürdürülebilir koşullarıyla nesiller boyunca sürecek yolculukları mümkün hale getirmek amacıyla yaratılmışlardır. Bunun sadece bir bilimkurgu fantezisi olmadığını da hemen belirtelim. Zira konsepti ilk ortaya atanlar bilim insanlarının ta kendisiydi. Örneğin roket teknolojisinin öncü isimlerinden Robert H. Goddard, The Last Migration (1918) adlı eserinde Güneş’in ölümü sonrası başka bir yıldız sistemine seyahat etmek zorunda kalan insanları anlatıyordu. Tahmin edilebileceği gibi bu yolculuk yüzlerce yıl sürecekti. Yine moleküler biyolog John Desmond Bernal, 1929 tarihli The World, The Flesh, Devil kitabında nesil gemilerinin öncül ve iyi bir örneğini vermişti.
Nesil gemisi fikri, diğer birçok yan temayı da beslemeye uygun olduğu için bilimkurgu yazarları tarafından sık sık konu edilmektedir. Yadırgatıcı evrim ve ekosistem manzaraları resmetmedeki elverişliliği bir yana, özellikle sosyolojik ve felsefi kurgulamalara da son derece müsait bir ortam sunmaktadır. Hatta bir uzay gemisinde yaşadıklarının farkında olmayan toplum betimlemeleriyle bile karşılaşabiliriz. Zira yolculuk o kadar uzun sürmüştür ki, nesiller gelip geçtikçe insanlar dünyayı o uzay gemisinden ibaret sanmaya başlamışlardır. Brian W. Aldiss‘in Yıldız Gemisi ile Robert A. Heinlein‘ın Uzayda Kaybolanlar‘ı, bir uzay gemisine sıkışıp kalmış toplumları anlatan en dikkat çekici eserlerden sadece ikisidir.
Yine Ursula K. Le Guin’in Paradise Lost‘u, Isaac Asimov’un Nemesis’i, Frederik Pohl ve Cyril M. Kornbluth’un Search the Sky‘ı, Richard Paul Russo’nun Ship of Fools‘u, Harry Harrison’ın Captive Universe‘ü, S. M. Stirling’in The Stone Dogs‘u, Ken MacLeod’un Learning the World‘ü, Toby Litt’in Journey into Space‘i, Frank M. Robinson’ın The Dark Beyond the Stars‘ı nesil gemisi fikrinin diğer örnekleri arasında gösterilebilir. Bilimkurgu edebiyatında kendine geniş bir zemin edinen bu konsept, film ve dizilerde de zaman zaman işlenmektedir. Özellikle Star Trek, Stargate, The Orville, The Starlost, Ascension, Battle for Terra, WALL-E, Cargo gibi yapımlarda konunun ilginç örneklerine rastlamak mümkün.
Nesil gemileri gibi izole yaşam alanlarında birbirinden tuhaf hiyerarşik, dinsel ya da toplumsal yapılanmalarla karşılaşmak çok da sıra dışı değil. Elbette bir geminin nesiller boyunca etkinliğini sürdürebilmesi önünde irili ufaklı pek çok sorun var. Her şeyden önce uzayın hiç de dost canlısı bir yer olmadığını ve bu tip gemileri bin bir türlü tehlikenin beklediğini söyleyebiliriz. Gemi içinde sürdürülebilir bir ortam yaratılsa bile, geminin dışından gelecek tehditlerin haddi hesabı olmayacaktır. Radyasyon, mikro meteorlar veya öldürücü ışınlar… Daha da kötüsü, yüzlerce yıl sonra hedefine ulaşan gemimiz büyük bir sürprizle karşılaşabilir. Örneğin gemimiz yola çıktıktan 20 yıl sonra, insanlık çok daha hızlı bir ulaşım yöntemi keşfedebilir ve gemimiz hedefine ulaştığında buranın çoktan kolonileştirildiğini bile görebilir. Bilimkurgu yazarlarımızdan Tevfik Uyar‘ın Arz Cephesinde Yeni Bir Şey Yok derlemesinde yer alan Cennet-i Sükun adlı öyküsü, bu ilginç durumun başarılı bir mizahını sunmaktadır.
Görüleceği üzere bilimkurgu bizi her zaman uzayın ve zamanın sonsuzluğuna götürmez, bazen ufacık bir uzay gemisine de mahkum edebilir…