Bilimkurguda Kadının Görüntüsü (The Image of Women in Science Fiction, 1970) adlı araştırmasında Joanne Russ şöyle yazmıştı: “Bilimkurguda kadının birçok görüntüsü var, ama kendisi yok.” Son birkaç on yılda bu durum önemli oranda değişti. Temel olarak feminizmin etkisi olmakla birlikte 1970’lerden itibaren kadın yazarların sayısının artması da önemli bir faktördür. Ancak yine de gerçekçi kadın karakterlerin eksikliğini çekmeye devam ediyoruz. Bilimkurgu için yüz kızartıcı bir eksiklik…
Tür bilimkurgusu (janrı) temel olarak erkekler tarafından erkekler için yazıldığından başrollerde kadınları çok az görüyor olmamız pek de şaşırtıcı değildir. Bilimkurgu janrı, birçok şey gibi ataerkil çerçevenin dışına pek çıkamadı. Bilimkurguda kadınlar çoğunlukla erkek başkarakterle bağlantılı olarak ele alınmıştır. Yani arzu ya da nefretin nesnesi olan, kurtarılması ya da yok edilmesi gereken bir varlık olarak… Hele son zamanlardaki alenileşme ile kadınlar, yalnızca ana karakter için bir erkeklik ispat aracı olarak kullanılmaya başlandılar. Yani kadınlar oraya konuyor ki ana karakterin eşcinsel olmadığı anlaşılsın!
1970’lerden önce kadın bilimkurgu yazarları bile kadına atfedilen tipik rolleri kıramadılar. Yazdıkları eserlerde kadınlar evde oturup mutfaktaki otomatik edevatın düğmesine basarken, erkek kahramanlar maceradan maceraya koşuyorlardı. Zamanın kadın dergilerine baktığımızda yumuşak başlı ev hanımlarının olağanüstü sezgileriyle günü kurtardığı hikayeler görüyoruz çoğunlukla.
1970’ten önce yazılmış, ana karakteri kadın olan bir düzineden fazla eser saymakta en sıkı bilimkurgu hayranları bile zorlanabilir. Tanınmışlar arasında şimdilik sayabileceklerimiz:
- Naomi Mitchison, “Bir Uzaykadınının Anıları (Memoirs of a Spacewoman, 1962)”
- Robert A. Heinlein, “Marslı Podkayne (Podkayne of Mars, 1963)”
- Samuel R. Delany, “Babil-17 (Babel-17, 1966)”
- Alexei Panshin, “Geçiş Ayini (Rite of Passage, 1963)”
- Joanne Russ, “Cennette Piknik (Picnic on Paradise, 1968)”
- Anne McCaffrey, “Şarkı Söyleyen Gemi (The Ship who Sang, 1969)”
Bu eserlerin hepsinin, geçiş dönemi sayılan 1960’lı yıllara ait olduğuna dikkat ediniz.
Geleceğin Kadınları: Bilimkurguda Başroldeki Kadınlar (Women of the Future: The Female Main Character in Science Fiction, 1984) adlı eserinde Betty King, 1818’den itibaren yazılmış bütün eserleri listelemiştir. Suzy McKee Charnas’ın belirttiği gibi, bir eserdeki kadının rolü, esere uygulanacak basit bir testle anlaşılabilir: Eğer bir kadın karakter, eserdeki başka bir önemli kadın karakterle bir şekilde bağlantılıysa, o eserin cinsiyetçi olmadığı söylenebilir. Yani, bir eserde birbiriyle herhangi bir yönden ilişki kuran en az iki kadın karakter olmalıdır ki o eserin cinsiyetçi olmadığınğı söyleyebilelim. (Suzy McKee Charnas’ın yalnızca kadın karakterlerden oluşan bir eserini yayınlatmakta oldukça güçlük çektiğini hatırlatalım.)
Karmaşık, çok boyutlu karakter olmalarına izin verilmediği için bilimkurgu kadınları bir takım klişe tiplerle temsil edilmiştir.
- Utangaç Bakire: Her zaman kurtarılmayı bekler, olayları kendi başına kavrayamaz, başkalarının açıklamasına ihtiyaç duyar.
- Amazon Kraliçesi: Cinsel cazibesi vardır ama aynı zamanda da korkutucudur, süper güçlü maço kahraman tarafından “ehlileştirilmesi” gerekir.
- Kızkurusu: Genellikle bilimkadınıdır. Mutsuz, gergin, hayal kırıklığına uğramış ve sinirlidir. Temel görevi kadın okuyucuya kariyer peşinde koşmanın kadınlığı nasıl yok ettiğini göstermekten ibarettir.
- İyi Eş: Sessizdir, geri planda kalmayı sever, erkeğine âşıktır, asla sorun çıkarmaz.
- Erkek Fatma: Cinselliği fark edilir derecede gelişinceye kadar çok fazla ön plana çıkmasa da karaktere sahiptir, sonrasında ya utangaç bakireye ya da iyi eşe dönüşür. (Aklıma Harry Potter’daki Hermione geliyor.)
Bu arada bilimkurgudaki erkek karakterlerin büyük bölümünün de klişe tipler olduğunu hemen belirtelim. Pek çoklarıyla birlikte David Ketterer’ın Eskisinin Yerine Yeni Dünyalar: Apokaliptik İmgelem, Bilimkurgu ve Amerikan Edebiyatı (New Worlds for Old: The Apocalyptic Imagination, Science Fiction and American Literature, 1974) adlı eserinde yarı şaka yarı ciddi olarak belirttiği gibi, bilimkurgu karakterlerinin “zayıflığı” esasında onların güçlü yanıdır. Hiçbir kişisel sorunla boğuşmadıkları için “kozmik” sorunlarla ilgilenme fırsatı bulabilirler.
Kimi yazarlara göre kadınların hiç olmamasındansa, klişeleşmiş olmaları daha iyidir. Ancak Gwyneth Jones bunun tersini savunuyor. Ona göre, genç bir kız için kitapta bir kadın karakterin bulunmaması, kitabın okumasını kolaylaştırabilir. Çünkü o zaman kitabın ana karakteri olan erkekle özdeşleşmesi daha kolay olacaktır. Ne de olsa okurun kâğıt üstündeki karakterle özdeşleşmesi, kendi varlığının inkârı anlamına gelmez. (Writing Science Fiction for the Teenage Reader, 1990)
Hatta Jones’a göre ataerkil statüyü güçlendirmekten başka bir işe yaramayan klişelerin varlığı faydadan çok zarar verir. Gerçi Jones gençlere yönelik bilimkurgudan bahsetmiştir, yine de iddiaları diğer yaş grupları için de geçerli olabilir. Kadınlar ve Bilimkurgu (Women and Science Fiction, 1978/79) adlı makalesinde Susan Wood kadınların klişeleri büsbütün reddetmek yerine onları “ehlileştirmesi” gerektiğini söylemiştir. Zaten birçok kadın yazar bunu yapmıştır. Onlar, klişeleri ehlileştirmenin yanı sıra, kadın karakterlerine büsbütün yeni roller biçip yeni olasılıkların kapılarını zorlamışlardır aynı zamanda.
1960’lardan itibaren bilimkurgu ciddi insanlık durumlarını ele almaya başlamıştır. Aynı zamanda yeni yazarlar (özellikle de Yeni Dalga yazarları) eski ucuz roman klişe ve kalıplarını reddederek kendilerine yepyeni deneysel ve gerçek değerler oluşturmuşlardır. Bu yıllardan itibaren bilimkurgunun toplumdaki imajı değişmeye (bu değişimde Star Trek’in rolü hiç de azımsanacak gibi değildir) ve bilimkurgu toplumda giderek daha fazla insanın ilgisini çekmeye başlamıştır. Böylece bilimkurgu daha önceden düşünülemeyecek satış rakamlarına ulaşmayı başarmıştır.
Bu değişimle birlikte giderek daha fazla kadın bilimkurguya yönelmiş, bu arada kadın editörlerin sayısı da artmıştır. Bunun sonucunda kadın karakterlerin bilimkurgudaki rolü de gerek estetik, kişisel ve siyasi tercihler nedeniyle değişmiştir. Bu değişimde ticari nedenler de azımsanamaz. Yapılan araştırma ve anketler giderek daha fazla kadının kitap satın almaya başladığını ortaya koymuştur. Bu durum, bilimkurgu yazarlarının artık kadını görmezden gelmeye devam edemeyecekleri anlamına geliyordu.
Klişeler yok olmuş değildir. Ama kadın yazarlar klişeleri tersine çevirmeyi de beceriyorlar. İyi eş gidiyor lezbiyen bir yıldız-pilotuyla evleniyor, kızkurusu bilimcinin renkli ve doyurucu bir cinsel hayatı oluyor, Amazon kraliçesi ehlileştirilmeyi reddediyor vs. Erkek yazarlar da kadın yazarlar tarafından değiştirilen bu rollere ayak uydurmak zorunda kalıyorlar. Hiçbiri okuyucusunun kafasını karıştırmak istemeyecektir ne de olsa. Sonuç olarak hala elinde mızrağıyla Amazon kraliçeleri ya da gözlüklü kız kuruları ara sıra boy göstermeye devam etse de eserlerde çocuklara kimin baktığı belirsiz bırakılarak roller karakterlere eşit olarak dağıtılıyor denebilir. Bazı yeni erkek yazarlar (aralarında Greg Bear, Colin Greenland, Paul J. McAuley, Ian McDonald ve Bruce Sterling sayılabilir) kimi iradeli kadın kahramanlar yaratmayı başarsalar da güçlü kadın kahramanların çoğu yine kadın yazarların elinden çıkıyor.
Ne yazık ki edebiyattaki bu olumlu değişimlere karşılık popüler sinema eskisinden bile beter kadın klişeleri yaratmaktan hiç çekinmiyor. Popüler sinema kadına sınırlı roller vermeye devam ediyor. Üstelik bu roller genelde erkek kahramanlarla bağlantılı, yardımcı roller oluyor. Aksiyon filmlerinde kadınlar hâlâ kurban, robot ya da seks işçisidir (bazen üçü birden!). Çoğunlukla da yatakta ya da mutfakta kahramanlarının gelmesini beklerler.
Alien (1979)’da Sigourney Weaver’in oynadığı rol diğerlerinin arasından ciddi bir istisna olarak ön plana çıkıyor. Bu filmde kadın, gerçek anlamda bir dişi kahraman, çetin ceviz bir aksiyon karakteriydi. Gemi mürettebatının diğer üyelerinden hiçbir farkı olmayan, üç boyutlu bir karakterdi ve yaratığın hedefinde herkesle eşit derecede bir kurbandı. Kadın olduğu için diğerlerinden daha zayıf ya da özel değildi. Ancak devam filmi olan Aliens (1986)’da insan/yaratık savaşı sembolik olarak iki dişinin savaşına dönüştürüldü. Bu bir insanın bir canavarla mücadelesi değil, iki kadının yavruları için verdiği mücadeleydi.
Kadının rolü gelecekte daha da önemli hale gelecektir. Toplumun en yaratıcı kesimi, genellikle en çok sömürülen kesimidir. Kapitalist toplumda kadının erkeğe göre daha fazla sömürüldüğünü bilmekteyiz. Sömürü, sadece iş gücü anlamında değil, bedensel, psikolojik ve başka yönlerden de devam etmektedir. Ancak kadın eninde sonurda rolünü fethetmeye başlayacaktır. Geçmişte ataerkil tanrıların egemen olması süreci bu kez tersine çalışıyor ve ataerkil tanrılar alaşağı ediliyor. Gelecekteki rolleri bu savaştan yara almadan çıkamayacaktır.
Kadının yaratıcı rolü erkeği her zaman ürkütmüştür. Kadının en aşağı görüldüğü toplumlarda bile onun gücünden korkulmaktadır. Batı toplumlarında da kadın sömürüsü el altından sürüyor ve bu durumun bir süre daha böyle devam edeceğini tahmin edebiliriz. Ancak yaratan güç, haklı olandır aynı zamanda. Nihai olarak bilimkurguda kadın karakterlerin hak ettikleri rolleri alacağı kesindir.
Ancak sadece erkeğin rolünü ele geçirmek bu iş için yeterli olamaz. Beklentimiz, daha yaratıcı ve zeki karakterlerin ortaya çıkarak yüzlerce yılın dumurunu ortadan kaldırmasıdır.
Kaynak: SFE