Distopik rejime karşı isyan, tür bilimkurgusunun mottosu haline gelmiştir. Bunun nedenlerinden biri de söz konusu formülün içerdiği melodram imkânı olabilir. Standart senaryo, teknolojik imkânlarla toplumu baskı altında tutan totaliter rejimin daha yeni teknolojik imkânları kullanan isyancılar tarafından yenilgiye uğratılmasıdır. Russell’in İkarus’ta anlattığı gibi, seçkinler yeni ve gelişmiş teknolojilere olan ilgilerini kaybederler, bu da onları durağanlığa iter. Doğal sonuç, seçkin sınıfın anlamadıkları ya da engel olamadıkları yeni teknoloji tarafından alaşağı edilmesi olur.
Bu formülü kullanan eserlere örnek olarak 1940’larda Robert A. Heinlein tarafından yazılan “Böyle Devam Ederse (If This Goes On-, 1940)” ve “Altıncı Kolon (Sixth Column, 1941)”; 1949’da Fritz Leiber tarafından yazılan “Toplan, Karanlık! (Gather Darkness!, 1943)”; Malcolm Jameson tarafından yazılan “Lekeli Utopia (Tarnished Utopia, 1942)” ve Raymond F. Jones tarafında yazılan “Rönesans (Renaissance, 1944)” adlı eserler gösterilebilir. Bu formül 1950’lerin tür bilimkurgu dergilerince daha da geliştirilmiş ve süslenmişti. Böylece bilimkurgu edebiyatı, çeşitli güç odakları tarafından baskı altında tutulan toplum örnekleriyle dolup taştı. Örnekleri sıralayalım:
- Frederik Pohl ve M. Kornbluth tarafından yazılan “Uzay Tacirleri (The Space Merchants, 1952)”nde toplumu kendi çıkarları doğrultusunda şekillendiren reklamcılar,
- Edson McCann tarafında yazılan “Tercih Edilen Risk (Preferred Risk, 1955)”da sigorta şirketleri,
- Damon Knight tarafından yazılan “Cehennemin Parkeleri (Hell’s Pavement, 1955)”nde süpermarketler,
- Kornbluth tarafından yazılan “Yargıç (The Syndic, 1953)”da şantajcılar,
- Ward Moore ve Robert Bradford tarafından yazılan “Vahşi Caduceus (Caduceus Wild, 1959)”da doktorlar.
- James E. Gunn tarafından yazılan “Zevk Yapıcılar (The Joy Makers, 1961)”da hedonist bir tarikat.
Yukarıda adı geçen romanların hepsi de tür bilimkurgusunun kolaycı formüller peşinde, melodrama yaslanan distopya taklitleri olarak ele alınabilir. Yarattıkları baskı grupları inandırıcılıktan uzaktır. Reklamcılar, doktorlar, sigorta şirketleri mi, hadi canım sende! Bunları kim ciddiye alırdı ki. Doğal olarak bu eserlerin politik bir iddiası yoktu. Bunlar daha çok abartılı ve soyut istiareler olarak görülmelidir.
Örnek olarak The Syndic’in konusunu ele alalım. Romanda Amerika Birleşik Devletleri federal hükumeti suç örgütleri tarafından İzlanda’ya sürülmüş; ülkede ise herkes haracını ödediği sürece hayat normal bir şekilde akışını sürdürmektedir. Bu arada sürgündeki yasal hükumet baskıcı, otoriteryen ve terörist bir karaktere bürünmüştür. Onunla kıyaslandığında, suç örgütlerinin yönetimi bir çeşit ütopya gibi görünür.
Bu dönemde tür bilimkurgusunun tek gerçek distopyası artık klasikleşmiş olan Fahrenheit 451 (1951) oldu. (Gördüğünüz gibi yazarını bile belirtmeye gerek duymuyoruz.) Eserde yönetici sınıfın karakteri özellikle belirsiz bırakılmış, ama ona maşa olarak hizmet eden bir kitap yakım görevlisi itfaiyeci kimliğiyle baş role oturtulmuştu. 1950’lerin tür bilimkurgusunun daha az değerli kimi örneklerinde baskıcı rejimler bir grup isyancı tarafından alaşağı edilemeyecek kadar güçlü olabildiği için çözüm olarak uzay gemisiyle kaçış gösterildi.
İkinci Dünya Savaşından sonra gelen dönemde bilimkurgu dergileri dışında geniş bir distopya furyası başlamıştı. İçerdiği kara komedi bakımından büyük bir çeşitlilikti bu.
- Aldous Huxley’in “Maymun ve Öz (Ape and Essence, 1948)”ü bilim karşıtı bir tartışma;
- Evelyn Waugh’un “Yıkıntılar Arasında Aşk (Love Among the Ruins, 1953)”ü iğneli bir politik hiciv;
- Bernard Wolfe’nin Limbo’su (1952) ölümcül bir “silahlanma” yarışının dehşetli tasviri;
- Gerald Herald’ın Doppelgangers’i (1947)
- Sarban’ın The Sound of His Horn’u (1952)
- David Karp’ın One’ı (1953)
- P. Hartley’in Facial Justice’ı (1960)
- Anthnoy Burgess’in Otomatik Portakal’ı (A Clockwork Orange, 1962)
Yukarıda adı geçen eserlerden son beş tanesi sürrealist bir anlatıma sahipti. Bu romanların pek çoğu belli bir toplumsal etkeni hedef almaz, anlattıkları distopyanın özelliklerini analiz etmekten kaçınırlar. Daha çok yeni filizlenen bir umutsuzluğun tezahürü gibi görünürler. Aralarından sadece birkaçının (özellikle de Doppelgangers) kötülükle savaşta belirgin bir umut içerdiği söylenebilir. Bu eserler daha iyi bir geleceğe yönelik umudun azaldığı bir dönemde yazılmışlardır. Toplumu uyarmaya falan çalışmıyorlardı, onlara göre distopya sadece gerçekçi bir gelecek tasviridir.
Tür bilimkurgusunun yönelimi de kısa sürede değişti. Distopyalar öylesine ilgi çekiyordu ki dergiler yeni trende ayak uydurdular. 1960’lı yıllardaki gelişmeler de çağın karamsarlığına uygun bir şekilde geleceğin distopik olacağına dair işaretler veriyordu. Dönemin sıkça ele alınan temaları şunlardı:
- Nüfus artışı: Nüfus artışıyla ilgili Malthus’un ortaya koyduğu ilkeler bilimkurguda daha önceleri pek de karşılık bulmamıştı. Bu konu ancak bu dönemde yazılan bazı eserlerde ele alınmıştır. 1966’da Harry Harrison’un yazdığı “Yer Açın! Yer Açın! (Make Room! Make Room!); John Brurnner’in yazdığı Stand on Zanzibar (1968); Robert Silverberg’in yazdığı The World Inside (1971).
- Çevre Kirliliği: Ciddi çevre sorunlarına yol açan kirlilik, bu yıllarda distopyaların konusu haline gelmiştir. Brunner’in The Sheep Look Up (1972) ve Philip Wylie’nin The End of the Dream (1972) adlı eserlerinde konu oldukça ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir.
- Hayatın Karmaşıklaşması: Alvin Toffler, Future Shock (1970) adlı eserinde teknolojinin değişim hızının günlük hayatımızı yaşanmaz hale getireceğini söyledi. Benzer iki örnek, Brunner’den geldi: The Jagged Orbit (1969) ve The Shochwave Rider (1975). Thomas M. Disch, 334 (1972) adlı eserinde ise günlük hayatın stres ve zorluklarının insanın dayanma gücünün üstüne çıkacağına dair öngörüde bulundu.
1960 ve 1970’lere ait ana akım (mainstream) distopyalarının önceki dönemlerle kıyaslandığında biraz zayıf kaldığı söylenebilir. Michael Frayn‘ın A Very Private Life’ı (1968), Adrian Mitchell’in The Bodyguard’ı (1970), Ira Levin‘in This Perfect Day’i (1970) ve Lawrence Sanders’in The Tomorrow File’si (1975) oldukça klişe örneklerdi. Belki de William S. Burroughs’un fazlasıyla korkunç ve dejenere bir geleceği yansıtan Nova Express’i (1964) geriye anlatacak pek bir dehşet bırakmamıştı. Ya da önceki yazarlar geleceğe dair kabuslarımızı yeni yazarların ancak küstahlık ve cüretle aşabileceği kadar sıradan hale getirmişlerdi—ki bu da aklımıza 1980’lerin siberpunk hareketini getiriyor. Bu bağlamda 70 ve 80’lerin gerek tür bilimkurgusunda gerekse de ana akım edebiyatta en sıkı distopyalarını feminist yazarların yazmış olmasına şaşmıyoruz. Belirgin örnekler, Suzy McKee Charnas’dan Walk to the End of the World (1979); Marge Piercy’den Woman at the Edge of Time (1976); Margaret Atwood’dan The Handmaid’s Tale (1985) ve Anna Livia’dan Bulldozer Rising (1988) olarak sayılabilir.
Bilimkurguda sağlam olarak kurgulanmış bir distopyanın önemini hafife almamalıyız. Bunlar, yakın ya da uzak geleceğe yönelik projeksiyonlarımızın güçlü ifadeleri olarak kabul edilmelidir. Distopyaları ele alan kurgu dışı eserler arasında şunları sayabiliriz:
- Chad Wals’den Ütopya’dan Kabusa (From Utopia to Nihtmare, 1962).
- Mark R. Hillegas’tan Bir Kabus Olarak Gelecek (The Future as Nightmare, 1967).
- Harold L. Berger’den Bilimkurgu ve Yeni Karanlık Çağ (Science Fiction and the New Dark Age, 1976).
- Kingsley Amis, Cehennemin Yeni Haritaları (New Maps of Hell, 1960) adlı eserinde distopyaları bilimkurgunun baştacı olarak gösterdi.
Distopyalar, geleceğe dair ürkütücü hikâyeler ya da kâbuslar, okuyucuların da genellikle en sevdiği türler arasındadır. Örneğin Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ana akım edebiyatta da en sevilen eserlerden biri olmuştur. Gelecekte bizi korkutan bir şeyler olmalı. Oysa, en azından uzak geleceğin bizi ilgilendirmemesi gerekirdi. Çünkü, bizler bugünün dünyasında yaşıyoruz ve gelecek bizim için yoktur. Gelecekle olan tek bağımız, çocuklarımız ve torunlarımız. Peki öyleyse, gelecekten sadece uzak torunlarımız için mi korkuyoruz? Tek sebebi bu mu?
Sanırım bu düşünce, distopyaların başarısını açıklamaya yetmez. Yoksa neden gerçekleşme olasılığı pek de olmayan karanlık düşlerin yasını şimdiden tutalım? Distopyalar, bizzat yaşayan canlı öz benliğimize dair bir şeyler fısıldamasaydı kulağımıza, onlara bu kadar ilgi duyabilir miydik? Sanmıyoruz. İnsanlar gelecekle ilgili endişelerini yansıtan dehşetli hayaller kurmaya devam edeceklerdir. Günümüz dünyası bundan bin ya da on bin yıl önce yaşamış insanlara anlatılmış olsaydı onların gözüne bir ütopya gibi mi yoksa bir distopya gibi mi görüneceğini kim söyleyebilir?
Mini Sözlük:
Tür Bilimkurgusu: Janr, yani belli kuralları olan, belli klişelere yaslanan tür edebiyatı. Diğer örnekleri, korku, macera, western, romans, polisiye, fantastik vs. dir.
Ana Akım edebiyat: Tür edebiyatından farklı olarak, onun kurallarını aşan, tür dışı okuyucuya da seslenen eserdir.