“Hayal edebildiğin her şey kurgu, başarabildiğin her şey ise bilimdir. İnsanlık tarihi başlı başına bilimkurgudur…” – Ray Bradbury
İnsan soyut düşünce yeteneğine sahip olduğu günden beri hayal etmeyi, sormayı, sorgulamayı sürdürüyor. Bunun bir parçası olarak da geleceğe dair fikir yürütmelerde bulunuyor, öngörüler ileri sürüyor ve bizleri gelecekte nelerin beklediğini hayal ediyor. Çünkü olacakları öngörebilmek, öngörememiş olmaya kıyasla bizlere doğal bir avantaj sağlar. Kendimizi yaklaşan değişim ve dönüşümlere karşı hazırlayabilmemizi, hızlı refleks geliştirebilmemizi, doğru yerde konumlandırabilmemizi kolaylaştırır.
Öngörü, bilimkurgunun da temel işlevlerinden biridir. Bu işlevden hareketle bilimkurgu, aynı zamanda bilime ve bilim insanlarına vizyon katarak, ilerleme ve gelişmelerde önemli bir katalizör görevi üstlenir. İlhamını bilimden alan bilimkurgu, aldığı bu ilhamı çarparak bilime geri veren bir iç dinamiğe sahiptir. Dolayısıyla uygarlığımızı topyekûn ilgilendiren önemli bir uğraştır. Bilimkurguyu önemsiyoruz, çünkü bize bir yandan içinde yaşadığımız çağın ruhunu bahşederken, bir yandan da önümüzde uzanan geleceğin ana hatlarını sunuyor. Ancak bilimkurguyu diğer hayal gücüne dayalı uğraşlardan farklı kılan bir özelliği var. O da “akılcılık” ilkesi.
Bir bilimkurgu eseri ortaya koyarken, ayakları yere basan akılcı kurgulamalar yapmak, mantık düzleminden kopmamak, olması mümkün olanı aktarmaya çalışmak ve dolayısıyla da doğa yasalarına riayet etmek zorundasınız. Aksi takdirde ürettiğiniz şey bilimkurgunun çağdaş kalıplarını aşarak fantastik bir anlatıya dönüşecektir. Bir başka deyişle akılcılık, bilimkurgu ile fantastiği birbirinden ayıran en önemli özelliktir. Örneklemek gerekirse, sihir yoluyla bir yerden başka yere gitmek fantastik bir anlatım, aynı yolculuğu ışınlanma teknolojisiyle gerçekleştirmek ise bilimkurgudur. Çünkü ışınlanma, bugün sırrına erişemesek bile ileride hayatımızın bir parçası haline gelebilecek, akılla ve mantıkla çelişmeyen, bilimsel kapsamın dışına taşmayan kurgusal bir uygulamadır. Bugün ışınlanamıyor oluşumuz, gelecekte de ışınlanamayacağımız anlamına gelmez.
Tabii bilimkurgunun tarihine doğru bir yolculuğa çıktığımızda, bilimkurguyu fantastikten ayıran keskin çizgilerin de giderek bulanıklaştığına şahit oluyoruz. Tıpkı evrim ağacının dalları arasında geriye gittikçe sonunda tek bir gövdeye ulaşmamız gibi, bilimkurgunun soy ağacında da aynı şeyle karşılaşıyoruz. Mitolojilerle… İnsan düşünmeye başladığı günden itibaren, doğa içindeki yerini anlamaya ve varlığını anlamlandırmaya özel bir önem atfetmiştir. “Neden buradayız? Nasıl var olduk?” Üretilmiş en eski mitolojik anlatılarda dahi bu sorulara cevap arayışın izlerini görmek mümkündür. Eski Yunan uygarlığından, Eski Mısır uygarlığına kadar hemen hemen her uygarlığın mitolojisinde insanın nasıl ortaya çıktığına yönelik uzun uzun bölümler yer almaktadır. Söz gelimi Türklerin Türeyiş ve Ergenekon Destanları, bir ölümsüzlük arayışını konu edinen Gılgamış Destanı, küresel bir felaketi anlatan Nuh Tufanı ciddi bilimkurgusal unsurlar içerir. Günümüzün çağdaş bilimkurgu yapıtlarında dahi bu tarih öncesi efsanelere benzeyen ardıl anlatılarla sık sık karşılaştığımızı anımsayacaksınız. Ancak bilimkurgunun mitolojilerden arınacağı, akılcılık ile bilimsel tutarlılığı kendine ilke edineceği bir zaman gelecektir.
“John W. Campbell Jr.’ın istediği şey gerçek bilime dayanan hikâyeler yazacak insanlardı. Bilimsel kültürün doğru şekilde temsil edilmesini istiyordu.” -Isaac Asimov
Öncesinde birçok erken örneği verilmesine rağmen, 20. yüzyıl bilimkurgunun artık nüfuzunu hissettirmeye ve etrafında ciddi bir hayran kitlesi toparlamaya başladığı dönemdir. Özellikle bilimkurgunun isim babası da olan ve günümüzde adına türün en prestijli ödül organizasyonu düzenlenen Hugo Gernsback’ın bunda katkısı muazzam ölçülerdeydi. Bir yığın bilimkurgu dergisi rafları süslüyor, soğuk savaş ve teknoloji yarışı olanca hızıyla sürüyordu. Ancak hâlâ bilimsel tutarlılık konusunda belli başlı sıkıntılar olduğu göze çarpıyordu. Zira o dönem bilimkurgu daha çok, “şaşırtıcı öyküler” konseptine sahipti ve bilimsel tutarlılık kaygısı çok da fazla gözetilmiyordu.
Derken bu curcunanın orta yerine John Campbell Jr. adında bir adam düşüverdi. Fizik alanında eğitim görmüş bir akademisyen ve mühendisti. Fizikte ilerlemek yerine edebiyatla ilgilenmeyi tercih etti. Günümüzde adını ve bilimkurgu tarihindeki rolünü pek fazla kişi bilmese de, onun için çağdaş bilimkurguya şekil vermiş edebi bir heykeltraş demek mümkün. Evet, belki adını bilen çok kişi yok, ama sinemaseverler The Thing filmini hemen anımsayacaktır. İşte John Carpernter’ın yönettiği ve başrolünde Kurt Russell’ın oynadığı bu film, Campbell’ın “Who Goes There?” öyküsünden uyarlanmadır. Onun editörlüğünde bilimkurgu, ayakları yere basan, bilimsel tutarlılığa sahip ve gerçekçi bir yapıya evrildi. Hatta tüm bu kazanımların da etkisiyle “Altın Çağ” adı verilen bir süreç yaşadı. Dahası onun editörlüğünden güç alan Asimov, Clarke, Heinlein gibi bilimkurgunun usta kalemleri filizlenme imkânı buldu. Bu vesileyle bilimkurgu, hem bir tür olarak yazın dünyasına yuvalanmayı başarmış, hem de diğer türlerden ayırt edici niteliğini belirginleştirip keskinleştirmişti.
“Hayal gücünden yoksun kişilerin son sığınağı olan gerçeğe uygunluğun en ufak bir anlamı yoktur.” -J.G. Ballard
John Campbell Jr.’ın bilimkurguya kazandırdığı “akılcılık” ve “bilimsel tutarlılık” ilkesi, 60’lı yıllarda ortaya çıkan “Yeni Dalga” anlayışıyla kısa süreli bir sekteye uğradı. Zira soğuk savaşın doruğa ulaştığı, nükleer tehlikenin baş gösterdiği, gençlik hareketlerinin ve dolayısıyla toplumsal kalkışmaların hızlandığı, sosyalist-anarşist muhalefetin yükseldiği, çevreci ve feminist aktivizmin yaygınlaştığı 60’lı yıllarda, tüm dünyada olduğu gibi bilimkurguda da bir revizyona gidilmesi gerektiğine yönelik istemler filizlenmeye başlamıştı. Ağırlıklı olarak İngiliz bilimkurgu yazınında nüfuzunu hissettiren bu istem, bilimkurgunun kendini yinelediğinden ve bir çeşit bilim ve teknoloji fetişizmine dönüştüğünden yakınıyordu.
Hareketin temsilcileri ucuz ve çocuksu olmakla suçladıkları ana akım bilimkurgu anlayışına yönelik yazınsal bir karşı duruş başlatmıştı. Örgütlü bir hareket olduğunu söylemek mümkün değilse de, editörlüğünü bir dönem Michael Moorcock’un üstlendiği İngiliz New Worlds dergisi yeni dalgacılar için adeta bir deneme tahtası işlevi gördü. Tabii genel bilimkurgu yazınının aksine bilimsel tutarlılığın önemsenmediği, düşüntülü ve karamsar kurguların merkezileştirildiği bu yeni anlayışa dair eleştiriler de yok değildi. Bu eksen kaymasının, bilimkurgunun ayırt edici kodlarına tehlike oluşturacağını ve yazınsal bir muğlaklık yaratacağını düşünen birçok yazar ve eleştirmen ortaya çıktı. 70’lerin sonuna değin süren ve deneyselliğini aşma olanağı bulamayan hareketin yoğunluğu, yazınsal mirasını siberpunk gibi türlere bırakarak yavaş yavaş sönümlendi.
“Fantastik katıksız bir kaçış edebiyatıdır, ancak bilimkurgu en uzak varsayımlarında bile gerçekle bağlarını koparmaz.” -Jacques Baudou
Yeni Dalga hareketinin sönümlenişini takiben, bilimkurguda “akılcılık” ve “bilimsel tutarlılık” anlayışının tekrar yükselişe geçtiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak bilimkurgunun, türlü maceralar sonunda yeniden John Campbell Jr. eksenine savrulma nedenini sadece Yeni Dalga hareketinin sönümlenişiyle açıklayamayız. Günümüzün hızla gelişip değişen bilimsel ve teknolojik dokusu da bu köklere dönüşte önemli bir role sahip. Zira bilimin hayatlarımızı kuşattığı, pozitivizmin yaygınlaştığı bir süreçten geçiyoruz. Dolayısıyla bilimkurgu, dönemin genel ruhuna uyumu kendi kökenine dönüşte bulmuştur.
Bugün bilimkurgu ile fantastiğin birbirinden keskin çizgilerle ayrıştığı bir zamanda yaşıyoruz. Bilimkurgu kitapları, filmleri yaratılırken bilim insanlarına danışılması giderek yaygınlaşan bir uygulamaya dönüşüyor. Tabii bu sadece üretimde değil, tüketimde de kendini bariz şekilde hissettiriyor. Artık insanlar, bilimkurgudan bilimsel tutarlılık, fantastikten ise doğaüstü anlatılar talep ediyor ve eserleri de bu kıstaslara göre değerlendiriyor. Bazı eserlerin “bilimkurgu mu, fantastik mi?” diye harıl harıl tartışılmasının altında da bu yeni anlayış yatıyor olsa gerek…