ludizm ve bilimkurgu

Bilimkurgu ve Ludizm

1811-1816 yılları arasında, kendilerine “Ludistler” adını veren gizli bir topluluk İngiltere’deki fabrikalarda tekstil makinelerini parçalamıştı. Bugün, “Ludist” kelimesi çağ dışı kalmış, teknoloji karşıtı gericileri ifade etmek için aşağılayıcı bir terim olarak kullanılıyor (Türkçede Ludistlerin karşılığı olarak “makine kırıcılar” tabirinin kullanılmasının bir gerekçesi de bu denilebilir – ç.n.). Ve bu kullanım tercihi, tarihin gerçekten de kazananlar tarafından yazıldığını kanıtlayan başka bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Gerçekte, Ludistlerin davası teknolojinin yok edilmesi değildi -Boston Çay Partisi’nin çayı ortadan kaldırmayı ya da El Kaide’nin sivil havacılığı bitirmeyi amaçlamadığı gibi-. Dokuma tezgahlarını ve çorap çerçevelerini parçalamak Ludistler açısından taktiksel bir eylemdi, asıl amaçları değil.

Gerçekte amaçları, bilimkurguyla da yakından ilişkili bir şeydi: Teknolojinin kendisine değil, ama nasıl kullanıldığını yöneten sosyal ilişkilere meydan okumak. Salt teknoloji karşıtı olarak eleştirilmesi, Ludizmin çok sığ bir okumasıdır. Bu, bilimkurgu için akla yatkınlık dereceleri değişkenlik gösteren birtakım aletlerin tasarımına ilişkin spekülasyonlar demek gibi bir şey. Gerçekte, Ludizm ve bilimkurgu aynı sorularla ilgilenir: Teknolojinin sadece ne yaptığı değil, bunu kimin için yaptığı ve yaptıklarının kişilere etkileri.

Ludistler tekstil işçileriydi. Ayrıca emeklerinin ürünü olan paranın büyük bir kısmına hükmettikleri için rahat yaşam tarzlarının tadını çıkaran yetenekli zanaatkârlardı. Çünkü kumaş dokumak için çok fazla emek gerekiyordu ve kıyafetler gibi kumaşlar da inanılmaz derecede pahalıydı. Tekstilde makine otomasyonunun ortaya çıkışı her şeyi altüst etmişti. Sadece bir metre kumaş için harcanan emek miktarı azalmakla kalmamış, aynı zamanda yün ve pamuk için benzeri görülmemiş bir talep yaratmıştı. Topraklarda kiracı olan çiftçiler, daha fazla yün elde edebilmek amacıyla koyunlara yer açmak için kitlesel şekilde tahliye edilmeye başlanmıştı. Pamuk üretimini artırma hırsı da küresel çapta köleliği tetiklemişti.

Tekstil otomasyonu elbette aynı zamanda çok sayıda tekstil ürünü de üretti. Bu endüstriyel ürünler, yerini aldıkları tekstil ürünlerinden çok daha ucuz ve genellikle de daha inceydi. Sonuç olarak her türden giysiye hazır erişim sadece elitlere has bir lüks tüketim olmaktan çıkıp çalışan insanların beklediği ürünlere dönüştü. Bundan daha bilimkurgusal bir kurgu hayal edilemez herhâlde: Birisi birkaç yeni alet icat eder ve buna bağlı olarak her şey değişir. Kalifiye işçilerden oluşan koca bir endüstri tehdit altına girer. Eski yerleşim yerleri yerle bir edilerek yerlerine koyunlar yerleştirilir, sakinleri ise iç mültecilere dönüşür, topraklarda başıboş dolaşmaya başlar. Köle tacirleri dünyanın dört bir yanına yelken açar, makineyi beslemek için uzaktaki yabancılardan direnenleri öldürür ve kalanları da köleleştirir. Sonuç olarak bir ulusun tüm maddi kültürü dönüşüme uğrar. Gerilla savaşları ortaya çıkar. Makineler parçalanır. Fabrikalar ateşe verilir. Bunları yapan gerillalar yakalanır ve alenen infaz edilir. Sokaklarda kan gövdeyi götürür.

Ludistler otomasyon konusunda talim yapmıyorlardı. Aslında ucuz tekstil ürünlerinin yaygınlaşmasına da pek aldırış etmiyorlardı. Tarih, Ludistlerin yurtiçindeki kiracı çiftçilerin ya da yurtdışındaki köleleştirilmiş insanların durumunu düşünüp düşünmedikleri konusunda çoğunlukla sessiz kalmakta. Peki Ludistler neye karşı savaşıyordu? Bunun basit cevabı şöyle verilebilir: Yeni makinelerin kullanımını düzenleyen yeni sosyal ilişkilere karşı. Bu yeni makineler sayesinde çok daha az sürede ve çok daha düşük fiyata kumaş üretilebilir ve bu da işçilere iyi ödeme yapılmasına olanak sağlayabilirdi. Çünkü bitmiş kumaşın birim başına daha düşük maliyeti, daha yüksek satış hacmi ile dengelenecek ve bu hacim daha az vakitte üretilebilecekti.

Fakat kapitalist çarklar bu yönde işlemedi, belki de iç mantığı gereği böyle işleyemezdi. Bunun yerine, servetlerini tekstil işçilerinin emeği üzerine inşa etmiş olan fabrika sahipleri, eskisi gibi uzun saatler ve eskisinden daha düşük bir ücretle daha az işçi çalıştırmayı seçti ve sağlanan tasarrufları da ceplerine indirdi. Bu düzenlemenin doğal karşılanabilecek hiçbir yanı yoktu. Sanayi Devrimi’ni güçlü bir teleskobun merceğinden izleyen bir Marslı, bu makinelerden elde edilen kâr paylarının neden fabrika işçilerinden ziyade fabrika sahiplerinin lehine olması gerektiğini muhtemelen açıklayamazdı.

Peki Ludistler buna karşılık ne yaptı? Aslında bir bakıma her bilimkurgu yazarının yaptığını: Bir teknolojiyi aldılar ve onun kullanılabileceği diğer farklı alternatif yolları hayal ettiler. Teknolojinin kimin için ve kime karşı kullanılabileceğini. Basit bir benzetme ile sağ çatal yerine sol çatalın kullanıldığı paralel bir evren yaratılmasını talep ettiler. Bu arzu edilen amaç için başka pek çok şey söylenebilir ama kesinlikle “teknofobik” denilemez. “Ludist” kelimesini teknofobiyle eşanlamlı olarak kullanmak tarihsel olarak kabul edilemez bir iftiradır. Günümüzde de aslında Ludizme çok uygun bir dönemde yaşıyoruz. Birçoğumuz teknolojilerimizi çevreleyen mevcut sosyal ilişkilere itiraz ediyor: Büyük ölçekli mono-kültür tarımı sübvanse etmeli miyiz? Şehirlerimiz arabalar etrafında örgütlenmeyi sürdürmeli mi? Teknoloji devlerinin birbirlerini ve küçük rakiplerini yutmaya devam ederek interneti “her biri diğer dördünün ekran görüntüleriyle dolu beş dev web sitesine” indirgemelerine izin verilmeli mi?

Bu çekişmenin bir kısmı sokaklarda, bir kısmı oy sandıklarında, bir kısmı yönetim kurulu odalarında; bir kısmı da Glasgow’daki COP26 gibi üst düzey uluslararası toplantılarda gerçekleşiyor. William Gibson’ın sloganını değiştirirsek, sokaklar umutsuzca “kendi kullanım alanlarını bulma hakkını” savunuyor. Ludizm, en önemli emek ve teknoloji tartışmalarımızın bazılarındaki gerilimi çözmenin bir anahtarı olarak bugün yeniden karşımıza çıkıyor. Örneğin, çalışma ekonomistleri uzun zamandır otomasyonu “vasıfsızlaştırma” olarak kınıyor. Çünkü otomasyon yoluyla vasıflı emeği bir dizi kolay göreve bölmek, işverenlerin onların yerine işe yenilerini daha kolay almalarını sağlayarak işçilerin pazarlık konumunu zayıflatıyor.

Ancak otomasyon yalnızca güçsüzleştirici olmak zorunda değil, aynı zamanda insanların konumlarını yükseltebilir de. Örneğin, bugün CNC makineleri gibi otomatik işleme araçları sayesinde çok az eğitim almış biri bile yetenekli bir makinistle uğraşmak zorunda kalmadan kendi başına pek çok ince işlemi gerçekleştirebilir. Üretim araçlarına erişimin demokratikleştirilmesi, özünde emek karşıtı değildir, sadece otomasyonun nimetleri orantısız bir şekilde işçilere değil de az sayıda sermaye sahibine tahsis edildiğinde durum işçiler aleyhine kötü olmaktadır. Bilimkurgu tarihi, üretim araçlarını ele geçiren insanların hikâyeleriyle dolu. Klasik bir öykü problemi, bir mühendisin bir makineyi ya da sistemi, yaratıcısının hiç amaçlamadığı şekilde çalışması için nasıl yeniden tasarlayacağını bulması gerektiği gibi temelde teknolojik özerklikle ilgili. Bunlar, makineyi kullanan kişinin, onu tasarlayan ya da satın alandan daha önemli olduğunu aktaran anlatılar olarak karşımıza çıkıyor.

Bu etiği bulmak için siberpunka dönmenize gerek yok. Kip Russell gibi bir Robert A. Heinlein karakteri, “Uzay Elbisemle Yolculuğa Hazırım” eserinde Ay yüzeyinde arkadaşının hayatını kurtarmak için koli bandı ve ustalık bilgisini kullanarak teknolojinin sosyal ilişkilerini tek taraflı biçimde yeniden ele alıyordu. Bu anlamda Kip Russell, pekâlâ kendi refahının uzay giysisini üreten şirketin niyet ve seçimlerinden daha önemli olduğuna inanmış bir Ludist olarak kabul edilebilir. Vasıfsızlaştırma ile demokratikleştirme arasındaki fark, aygıtın ne yaptığı değil, bunu kimin için ve kime karşı yaptığıdır. Bu faktörleri düzenlemenin yeni yollarını hayal etmek ise son derece bilimkurgusal bir tavırdır.

Ludistler sadece tavırları itibariyle bilimkurgusal değillerdi. Adlarını, gölge ordusunu yönettiği varsayılan mitolojik bir titan olan Kral Lud’dan (ya da Yüzbaşı veya General Ludd) alıyorlardı. Lud(d)cular bu kurgusal liderleri hakkında masallar uyduruyor, gazetelere ve fabrika sahiplerine gönderdikleri mektuplara onun imzasını atıyorlardı. Kral Lud hayal ürünü bir yaratıktı, genellikle de Ludistlerin öfkesinin nesnesi olan fabrikaların üzerinde yükselen hayali bir dev olarak tasvir ediliyordu. Mitolojik bir dev tarafından yönetilen, mevcut teknolojinin alternatif kullanımları için sosyal ilişkileri yeniden oluşturmaya kararlı gizli bir topluluk mu? Bu tam da bilimkurgunun altın çağına ait bir fantezi değil mi?

Ünlü İngiliz şair ve o yıllarda Lordlar Kamarası’nda Ludistleri destekleyeci konuşmalar yapan Lord Byron’ın Ludistlere Övgü Niyetine şiirinden meşhur bir parçayı hatırlayalım:

“Özgürlük sevdalıları, nasıl ki denizin ötesinde,
Ucuzundan aldılarsa hürriyetlerini, kelle fiyatına,
Biz de çocuklar, aynen biz de
Ya savaşarak öleceğiz ya da yaşayacağız özgürce
Ve elveda diyeceğiz bütün krallara, Kral Lud dışında…”

Kaynak: LocusMag

Yazar: İsmail Yiğit

1982 Ankara doğumlu. Türkiye Bilişim Derneği’nin 2016 yılında düzenlediği bilimkurgu öykü yarışmasında “İhlal” adlı öyküsü üçüncülüğe seçildi. Fabisad'ın düzenlediği 2017 GİO yarışmasında “Satır Arasındaki Hayalet” adlı öyküsüyle öykü dalında başarı ödülü kazandı. İlgilendiği ana konular: Teknolojinin toplumsal inşası, sosyoteknik tasavvurlar, siber savaşlar, otonom silahlar, transhümanizm, post-hümanizm, asteroid madenciliği, dünyalaştırma... Ursula K. Le Guin, Philip K. Dick, Michael Crichton ve Kim Stanley Robinson, kalemlerini örnek aldığı yazarlar arasında. Parolası: “Daha iyi bir dünya pekâlâ mümkün!”

İlginizi Çekebilir

colde gecen bilimkurgu filmleri 3

Çölde Geçen Bilimkurgu Filmleri 3: Anlam ve Keşif Arayışları

Sinemada çöller hem Dünya’da hem uzak gezegenlerde hem de kahramanın iç dünyasında keşfedilmemiş sınırları temsil …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin