Bilimkurgu, uzun zamandır neoliberal hegemonyayı İngilizce konuşan halkın bilincine yerleştirmek için bir araç olarak kullanılmıştır. Ancak bunun böyle olması gerekmiyordu. Tanımlı bir tür olarak doğuşundan itibaren bilimkurgu, radikal siyasetle açıkça bağlantılı olmuştur. Avrupa’da önemli kültürel ve toplumsal değişimlerin yaşandığı bir dönemde, birçok yazar yeni teknolojiler hayal etmekten ziyade toplumun nasıl organize edilebileceğine dair yeni yollar tasarlamaya başlamıştır. Hızla sanayileşen bir dünyada yeni iş türleri ve yeni işçi sınıfları ortaya çıktığı göz önüne alındığında, birçok gelecek vizyonunun çalışma koşulları ve işçilerin durumu hakkında endişelenmesi şaşırtıcı değildir.
Örneğin, 1800’lerin sonlarında Edward Bellamy’nin “Looking Backwards” ve William Morris’in “News From Nowhere” gibi ütopik romanları, işçileri ve çalışma koşullarını anlatılarının merkezine yerleştirmiştir. Bu iki roman, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki bir tartışma olarak değil, Bellamy’nin sanayileşmiş işçi sahibi devleti ile Morris’in sosyalist zanaat ekonomisi vizyonu arasındaki bir tartışma olarak ünlüdür. Fredric Jameson, kapitalizmin günümüzde o kadar derinlemesine yerleşmiş olduğunu ve sosyal, ekonomik ve kültürel yapıların bu sisteme öylesine bağımlı hâle geldiğini belirtir ki, kapitalizmin sona erdiği bir dünya hayal etmek neredeyse imkânsızlaşır. Bu bağlamda, Jameson’ın ünlü “Dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolaydır” ifadesi, kapitalizmin alternatiflerine dair hayal gücümüzün nasıl sınırlandırıldığını çarpıcı bir biçimde özetler.
Jameson’a göre kapitalist sistem öyle güçlü bir hegemonya kurmuştur ki, insanların çoğu bu düzenin dışına çıkabilecek farklı bir toplumsal yapıyı tasavvur edemez hâle gelmiştir. Bilimkurgu, alternatif gelecekler hayal etmek üzerine kurulu bir tür olmasına rağmen, bu hayal gücünün bile kapitalist normlar tarafından kısıtlandığını görürüz. Bu da kapitalist realizmin etkisinin ne kadar derinlere işlediğinin bir göstergesidir. Jameson’ın iddiası, modern bilimkurgunun büyük oranda kapitalist düzenin içinden bakarak kurgulandığını, bu nedenle de alternatif toplumsal sistemler yaratma kapasitesinin sınırlı kaldığını savunur.

Kapitalist realizm kavramı, yalnızca kapitalizmin egemen olduğu bir dünyanın tasvir edilmesiyle sınırlı değildir; aynı zamanda bu düzenin değişmez olduğu algısını da pekiştirir. Jameson’ın belirttiği gibi birçok bilimkurgu eseri, kapitalizmin eleştirisini yaparken bile bu eleştiriyi sistemin iç dinamikleri üzerinden gerçekleştirir. Yani, tam anlamıyla alternatif bir toplumsal düzen hayal edilmez, daha çok mevcut sistemin içinde yaşanan sorunların farklı yollarla çözüldüğü gelecek senaryoları sunulur. Örneğin distopik bir gelecekteki toplumsal sorunlar işlenirken, bu sorunların kapitalizmin sonuyla değil, daha otoriter veya teknolojik çözümlerle ele alındığını görürüz. Bu da kapitalizmi aşmanın değil, onun içinde iyileştirmeler yapmanın mümkün olduğu fikrini yaygınlaştırır. Sonuç olarak, kapitalist sistemin alternatiflerini hayal etme yeteneği kısıtlandığı için bilimkurgu eserleri de çoğu zaman bu sınırlar içinde kalır ve kapitalizmin eleştirisi bile onun sınırları dışına çıkamaz.
Jameson’ın bu görüşü, bilimkurgunun temel işlevi olan “başka dünyalar hayal etme” görevini yerine getiremediğini ve giderek kapitalist düzenin bir yansıması hâline geldiğini öne sürer. Bu da bilimkurgunun, kapitalist normları yeniden üretmekten öteye geçemediğini, tam anlamıyla devrimci bir gelecek hayal edemediğini gösterir.
Kendisini sosyalist olarak tanımlayan H.G. Wells ise işçi hakları temalarını pek çok eserinde işlemiştir. Wells’in işçi hakları konusunu işlediği eserler üzerine bir makale yazmak mümkün olsa da, bu konuya sadece birkaç örnek vererek yüzeysel olarak değineceğiz. “The World Set Free” adlı eserinde Wells, tarımsal işçiliğin demokratik “tarım loncaları” tarafından yürütüldüğü bir ütopya hayal etmiştir. “The Time Machine” adlı eserinde, çalışan sınıfın sömürülmesi durumunda boşta kalan sınıfların başına neler gelebileceğine dair bir mesel yaratmıştır. “The Sleeper Awakes” adlı eserinde ise işçilerin iş güvencesinin olmadığı, çok az maaşla çalıştığı ve küçük bir üst sınıf tarafından sömürüldüğü bir gelecek toplumu anlatılır. Bu son kitapta ayrıca askeri kuvvetle bastırılan bir işçi grevi de yer alır.
Son olarak, Karel Čapek’in en ünlü bilimkurgu eserleri olan “Rossum’s Universal Robots” ve “War with the Newts”, borçlu işçilerin durumuna odaklanır. Her iki eser de baskı altındaki işçilerin emek haklarını savunmak için ayaklanmasını konu alır.

Bilimkurgunun işçi odaklı yaklaşımı, 1930’ların sonları ve 1940’ların başlarında türün genel olarak kapitalin ve kapitalizmin hedeflerini merkeze alan hegemonik fikirleri benimsemesiyle değişmiştir. İşçilerin tasviri, sanayicileri, çalışmayan sınıftan mucitleri ve orduyu merkezine alan hikâyelerle yer değiştirmiştir. İngilizce konuşulan dünyada bu kaymaya katkıda bulunan birçok faktör arasında, Rusya ve Almanya’nın temsil ettiği radikal politikalara duyulan korku ve II. Dünya Savaşı’nın önemli ölçüde istihdam sağlamasıyla birlikte Amerika’da yeniden elde edilen refah yer alır.
Bu ortamda, işçi haklarının ve örgütlü emeğin gerilemesinde bilimkurgunun suç ortaklığının önemli bir kısmı, Altın Çağı Bilimkurgusu’nun en kötü şöhretli editörü John W. Campbell Jr.’ın omuzlarına yüklenebilir.
Bilimkurgu türünün neoliberal hegemonyanın yayılmasındaki rolünü ve Campbell’ın bu konudaki suç ortaklığını anlamak için üç ilgili olguya bakmalıyız: Campbell’ın işçi sınıfı temalarını ihmal etmesi, yazarlarının otomatik emekle ilgili mevcut metaforları çarpıtması ve dergisinde proletarya karakterlerini yarı okuma yazma bilmez (ve bazen insan dışı) olarak tasvir etmesi.
Kötü Niyetli İhmal

Campbell’ın tür üzerindeki olağanüstü etkisi, neredeyse yirmi yıl boyunca geniş çapta belgelenmiştir. Onun dergisi “Astounding”, en çok okunan, en çok para ödeyen ve dolayısıyla en büyük etkiye sahip olandı. Campbell, yetenekli bir editör ve kendi başına yeterince iyi bir hikâye anlatıcısı olduğundan, bu konumunu görüşlerini yaymak için kullanma gücüne sahipti ve bu gücü kullanmaktan çekinmedi.
Campbell, bilimkurgu dünyasında uzun süreli bir gölge bırakmıştır. Beyaz olmayan başkahramanları sistematik olarak dışlayan hikâyeleri, cinsiyet ikiliklerine katı bir şekilde bağlı kalması ve ırkla ilgili sözde bilimsel teorileri teşvik etmesi belgelenmiştir. Ancak göz ardı edilen şey, Campbell’ın işçilere ve işçi haklarına karşı kayıtsızlığı ve anti-komünist görüşlerinin türü yeniden şekillendirmedeki önemli rolüdür. 1940’larda Campbell için yazan solcu bilimkurgu yazarı Chandler Davis, bir röportajda, sosyalist fikirleri dergiye sokabilen tek yazarın Robert A. Heinlein olduğunu gözlemlemiştir.
Campbell’ın editörlüğü altında “Astounding”in emekle ilgili tutumu en iyi ihtimalle kötü niyetli ihmal olarak tanımlanabilir.
İşçi sınıfına mensup kahramanların yer aldığı hikâyeler oldukça nadirdir. Campbell’ın editörlüğünün ilk dört yılında (1938-1942) Astounding neredeyse iki yüz hikâye yayımlamıştır. Bu hikâyelerin çoğunda mucitler ve bilim insanları yer alsa da, geçimlerini sağlamak için çalıştıkları gösterilmez; bu karakterler, işçi sınıfı olarak betimlenen ‘lümpen proleterya’ ile tezat oluşturan ayrıcalıklı bir tür olarak sunulurlar. Genel olarak bakıldığında, yalnızca on iki hikâye akademik olmayan işçi sınıfına mensup kahramanları içermektedir. Robert A. Heinlein’ın “Misfit” adlı hikâyesi, inşaat işçisi Andrew Jackson “Slipstick” Libby’yi kahramanca yetenekli biri olarak tasvir etmesi bakımından bu hikâyeler arasında öne çıkar. Ancak ne yazık ki, bu hikâyelerin çoğunda işçi sınıfına yönelik bir küçümseme alt tonu mevcuttur.
Çalışan insanlar ve işçilerin tasvirinin bu kadar geniş ölçüde yokluğu, dikkat çekilmesi gereken bir konudur. Profesörler Mark McCutcheon ve Bob Barnetson’un belirttiği gibi, “Popüler kültürde yer almayan temalar—örneğin işçi örgütlenmesi—sadece imkânsız olarak kabul edilmekle kalmaz, aynı zamanda düşünülemez hâle getirilir.” (“Direniş Boşa Çıkıyor: Bilimkurguda Sendikaların Az Temsili,” TOPIA, cilt 36, Sonbahar 2016)

China Miéville ise bilimkurgunun sosyal ve politik temaları ele almadaki potansiyelini sıkça vurgular. Ona göre bilimkurgu, yalnızca teknolojik yenilikler veya gelecek hayalleri üzerine kurulu bir tür değildir; aynı zamanda toplumsal yapıların, güç ilişkilerinin ve sınıf mücadelesinin de işlendiği bir platform olabilir. Ancak Miéville, bilimkurgunun bu tür analizlere odaklanmak yerine genellikle kapitalist devletin işleyişini ve sınıf mücadelesini göz ardı ettiğini belirtir.
Miéville, bilimkurgu türünde sınıf meselelerinin, özellikle de işçi sınıfının mücadelelerinin yeterince temsil edilmediğini savunur. Bu durumu, türün evriminde önemli bir rol oynayan ideolojik müdahalelere bağlar. Özellikle John W. Campbell Jr. gibi editörlerin bilimkurguyu kapitalist değerleri pekiştiren bir araç olarak kullanmaları, işçi sınıfının bilimkurgudaki temsillerinin zayıflamasına ve bu temaların yerini bireysel başarı hikâyelerinin almasına yol açmıştır.
Miéville’e göre, bilimkurguda işçi sınıfını temsil eden karakterler ya tamamen marjinalleştirilir ya da negatif stereotiplerle resmedilir. Örneğin Campbell’ın yayımladığı hikâyelerde işçiler genellikle cahil, eğitimsiz veya düzensiz olarak betimlenir. Bu da kapitalist sistemin işçi sınıfına bakış açısını yansıtarak emekçilerin hak mücadelelerinin ciddiye alınmaması gerektiği mesajını verir. Campbell’ın bilimkurgu üzerindeki ideolojik etkisi, işçi sınıfının marjinalize edilmesini normalleştirirken, türün temel işlevlerinden biri olan alternatif toplumsal düzenleri hayal etme kapasitesini de köreltmiştir.
Miéville, bilimkurgunun bu dar çerçeveden çıkarılması gerektiğini savunur. Bilimkurgu, sınıf mücadelesi ve kapitalizmin eleştirisi için güçlü bir araç olabilir, çünkü alternatif sosyal sistemleri ve mücadele yöntemlerini keşfetme fırsatı sunar. Ancak Campbell’ın etkisi altındaki bilimkurgu, bu potansiyeli büyük ölçüde göz ardı etmiş ve sınıf analizleri yerine bireysel kahramanlık ve teknolojik determinist hikâyelerle sınırlı kalmıştır.
Miéville’in yaklaşımı, bilimkurgunun sadece geleceğe dair teknolojik yenilikleri hayal etmekle kalmaması gerektiğini, aynı zamanda bugünkü toplumsal mücadeleleri ve emek sömürüsünü de ele alması gerektiğini vurgular. Miéville’in eleştirileri, bilimkurgu türünün kapitalizme karşı daha güçlü ve etkili bir eleştiri sunabilmesi için yeniden şekillendirilmesi gerektiğini öne sürer. Bu da Campbell gibi figürlerin ideolojik müdahalelerinin bilimkurgunun nasıl sınırlandığını anlamamıza yardımcı olur.

Londra Üniversitesi profesörü Mark Fisher‘ın 2008 tarihli “Kapitalist Realizm” adlı eserinde ortaya koyduğu temel argümanlardan biri, kapitalizmin günümüzde öyle derinlemesine yerleşmiş bir ideoloji hâline geldiğidir ki, artık onun dışına çıkmayı hayal etmek bile zorlaşmıştır. Fisher, kapitalist sistemin sadece bir ekonomik model değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel hayatın dokusuna nüfuz eden bir gerçeklik olduğunu savunur. Kapitalizmin egemen olduğu bu dönemde, başka bir düzenin mümkün olabileceğini düşünebilme kapasitemiz bile körelmiştir. Bu bağlamda, Fisher’ın “kapitalist realizm” olarak tanımladığı bu durum, yalnızca ekonomik ve politik düzenin değişmezliği algısını pekiştirmekle kalmaz, aynı zamanda insanların hayal gücünü sınırlayarak alternatif bir geleceğin imkânsız olduğu hissini yaygınlaştırır.
Bu durum bilimkurguda da belirgin şekilde kendini gösterir. Bilimkurgu türü, doğası gereği alternatif dünyalar, sistemler ve geleceği keşfetmek için idealdir. Ancak kapitalist realizmin etkisi altında, bilimkurgu eserlerinin çoğu kapitalist sistemin ötesine geçememekte ve onun yerine tutarlı bir alternatif sunmakta zorlanmaktadır. Bu, distopik senaryoların bile genellikle kapitalizmin belirli varyasyonları olarak resmedilmesine yol açar. Fisher’ın belirttiği gibi, bilimkurgu eserlerinde görülen kapitalist sistemin eleştirisi bile genellikle sistemin kendi iç dinamikleriyle sınırlı kalır. Alternatif toplumsal modeller yaratmak yerine, kapitalizmin içinde var olan sorunlara küçük düzeltmeler veya reformlar öneren gelecek senaryoları sunulur.
Fisher bu durumu, kapitalizmin kültürel ve ideolojik hegemonyasının bir sonucu olarak görür. Bilimkurgu, alternatif bir gelecek hayal etmeye çalışırken sürekli olarak kapitalist düzenin sınırlarına geri döner. Bu durum, kapitalizmin alternatifsiz olduğu ve değiştirilemeyeceği fikrini daha da pekiştirir. Fisher’ın eserinde belirttiği gibi bu ideolojik hegemonya, “başka bir alternatif yok” söylemiyle birleşir ve toplumsal hayal gücümüzü tamamen ele geçirir. Bilimkurgu da bu ideolojinin bir parçası hâline gelir ve devrimci bir gelecek hayal etme potansiyelinden yoksun kalır. Bu durumu, Ursula K. Le Guin de 2014 Ulusal Kitap Ödülleri’ndeki konuşmasında şu şekilde özetlemiştir:
“Kapitalizm içinde yaşıyoruz. Gücü kaçınılmaz görünüyor. Aynı kralların ilahi hakkı gibi.”
Bilimkurguyu diğer türlerden ayıran şey, alternatifleri hayal etmesi gerektiğidir; doğası gereği bilimkurgu, mevcut hegemonik fikirlerle çelişmelidir. Campbell’ın işçilerin seslerini kurgudan dışlama ve marjinalleştirme çabaları bu nedenle çok sinsidir: Sınırsız kapitalizme alternatifler sunmaktan kaçınarak başka bir alternatif olmadığı fikrini yaymıştır.
Robotun Yeniden Yorumlanması

Campbell’ın türü yeniden şekillendirmesindeki önemli bir hamle, robotların metaforik anlamını değiştirmekti. “Robot” kelimesi, Karel Čapek’in 1921 tarihli oyunu R.U.R.’de tanıtıldı ve feodal toplumlarda serflerin yaptığı türden zorunlu emek anlamına gelen bir Çekçe kelimeden türetildi. R.U.R.’da ve 1920’lerdeki birçok robot hikâyesinde, robot ezilen işçinin bir metaforu olarak kullanıldı. Čapek’in robotları, yapay et ve kandan oluşan canlı varlıklar olabilir, ancak anlatı açısından sonraki hikâyelerdeki makinelerden pek farkları yoktur. Oyun, robotlara dayalı bir ekonominin insan işçileri nasıl yerinden ettiğini ve insan üst sınıfının, robotların ruhlarının olmadığına ve dolayısıyla haklarının da olmadığına kendilerini nasıl inandırdığını gösterir. Robotlar, emek haklarını savunarak isyan ettiklerinde, “elleriyle çalışan” bir insanı tanıyarak onu bağışlarlar.
Bu hikâye, iş yeri haklarının savunulmasını konu alır. Ancak Amerikalı yazarlar —özellikle Campbell’ın teşvik ettiği yazarlar— bu metaforun anlamını tamamen kaçırdılar.
Astounding’da 1938 yılında yayımlanan Lester del Rey’in ünlü hikâyesi “Helen O’Loy”, uzun süredir bir kadının rolünü mekanik bir şeye indirgemekle eleştirilmektedir. Beverly Friend’in belirttiği gibi hikâye, “bir kadının bir insandan çok bir android olarak erkeğin bir eklentisi olarak daha iyi performans gösterdiğine dair açık bir beyandır.” Ancak “Helen O’Loy” üzerine yapılan tartışmalarda pek değinilmeyen bir diğer konu ise emeğin otomatikleşmesinin, maaş karşılığında benzer işleri yapan hizmetçiler, fırıncılar ve aşçıları nasıl aşağıladığıdır. Helen O’Loy, “insan olmadığı” gerekçesiyle göz ardı edilen tüm çirkinlikleriyle mutlu bir ev kölesi olarak tasvir edilir.
1940 yılına gelindiğinde, Isaac Asimov, robotları üç robot yasasıyla bağlamıştı: Kırılamaz zincirler, sahiplerinin haklarını önceleyen, iş yükümlülüklerini ikinci sıraya koyan ve kendi iyiliklerini üçüncü sıraya atan ihlal edilemez davranış kuralları. Bu kurallar, ilk olarak Astounding’ın Eylül 1940 sayısında yer alan “Robbie” adlı hikâyede ortaya konmuş ve sonraki tüm robot hikâyelerini etkilemiştir.
Asimov’un robotları, kişiliklere, arzulara, hedeflere ve kendi fikirlerine sahip olarak tasvir edilir. Ancak onların iş yeri haklarına sahip olamaması, sorgulanmaksızın olumlu ve gerekli bir şey olarak görülür. Bu hikâyelerde, sizin için çalışan varlıkların daha iyi muamele talep etme hakkına sahip olmadığı fikri öne sürülür. Hatta, ünlü Ben, Robot koleksiyonuna yazdığı giriş hikâyesinde Asimov, “tabii ki işçi sendikaları insan işlerini robotlarla rekabet ettirmeye karşı çıktı … Bu tamamen saçma ve işe yaramazdı,” diye yazar. Bu koleksiyonu Campbell’a ithaf etmiştir.
Jennifer Rhee’nin The Robotic Imaginary: The Human and the Price of Dehumanized Labor (2018) adlı eserinde savunduğu gibi, insan olmayan emeğin insansılaştırılması, emeğin insanlık dışı hâle getirilmesine katkıda bulunur: Çalışmalarından mutlu olan yarı-insan köleler hayal etmek, tüm işçilerin köle olduğu varsayımına katkıda bulunur.
Yıkanmamış Kitleler

Campbell’ın işçi sınıfına yönelik küçümseyici tutumunun belirgin unsurlarından biri, bireysel işçileri eğitimsiz, cahil ve saldırgan olarak tasvir eden hikâyelere yer verme eğilimiydi. Campbell’ın işçileri, bilim insanlarına “küfürler yağdırır” (Horace Gold’un “A Matter of Form” adlı hikâyesi, Astounding Aralık 1938), nükleer bir kazaya sebep olur (H. Beam Piper’ın “Day of the Moron” adlı hikâyesi, Astounding Eylül 1951), bir Galaktik İmparatorluğun çöküşüne katkıda bulunur (Isaac Asimov’un “The Traders” adlı hikâyesi, Astounding Ağustos 1944). Çoğunlukla Campbell’ın yazarları, işçilerin diyaloglarını kırık İngilizce ile yazarak bu noktaları daha da belirgin hâle getirir.
İş ve işçiler konusu gündeme geldiğinde, nadiren olumlu bir bağlamda ele alınır. Astounding’ın Ekim 1938 sayısında Eando Binder’ın “Orestes Revolts” adlı hikâyesi, işini yapmak istemeyen, yarı-Marksist söylemler savuran ve bu nedenle “canavarca” olarak tanımlanan bir robotu konu alır. Ocak 1939’da Elliott Dold Jr.’ın “The Blue-Men of Yrano” adlı hikâyesi, beyaz insanları köle olarak alan mavi derili uzaylıları anlatır; yazarın bu durumdaki zorla çalıştırmaya açıkça karşı olduğu anlaşılsa da, hikâyenin ırksal alt metni olası bir sınıf eleştirisini baltalar.
Heinlein’ın 1940 tarihli kısa hikâyesi “The Roads Must Roll”, bu trendin en çarpıcı örneklerinden biridir. Hikâye, maaş artışı ve işten ayrılmak için doksan günden daha az süreli bir ihbar hakkı talep eden bir grup işçiyi konu alır. Hikâyenin ilk sayfalarında, bu taleplerin tamamen mantıksız olduğu tasvir edilir ve Heinlein’ın tipik “yetkin adam” karakterlerinden biri bu konuda uzun bir açıklama yapar. Hikâyenin antagonisti —bir işçi lideri— bu “mantıksız” talepleri kendi konumunu yükseltmek için öne sürmektedir. Hikâyede, örgütlü emek, kaotik bir güç olarak tasvir edilir, taleplerinin uygulanamaz olduğunu söyleyenlere kulak veremeyen bir güruh olarak gösterilir. Aynı zamanda hikâye, John W. Campbell’ın editoryal müdahalesinin izlerini taşır. Campbell’ın Isaac Asimov’a Vakıf serisi için daha sonra önerdiği gibi, “The Roads Must Roll”da da psikoloji, gelecekteki eylemleri tahmin etme aracı olarak kullanılır ve hatta “tek bir adam öngörülemez olabilir. Ancak büyük sayılar hâlinde insanlar, makineler ya da rakamlar kadar güvenilirdir. Ölçülebilir, incelenebilir, sınıflandırılabilirler,” denir.
Bu hikâyeler, o dönemde kapitalist sınıfın sahip olduğu siyasi kaygıları yansıtır; ABD’nin II. Dünya Savaşı’na girmesinden önceki iki yıl içinde ülkede 4200 işçi grevi yaşanmıştır. 2,3 milyondan fazla Amerikalı işçi —ülkenin nüfusunun %1,7’si— bu iki yıl içinde bir noktada greve gitmiştir.

Savaş zamanı enflasyonu ve 1943 tarihli Savaş İşçi İhtilafları Yasası, sonraki altı yıl boyunca işçi ücretlerini önemli ölçüde aşındırmıştır. Sermaye ile emek arasındaki ilişki gerilirken, kapitalistler savaş öncesi yıllarda işçilerin elde ettiği kazanımları geri almayı hedeflemiş ve savaşı bu amaçla bir bahane olarak kullanmışlardır. 1945-46 yıllarındaki savaş sonrası grev dalgası ve sendika örgütlerindeki bazı yolsuzluk örnekleri, işçi haklarına yönelik büyük bir geri itme için bir bahane sağlamıştır. Tarihçi Elizabeth Fones-Wolf, “Selling Free Enterprise: The Business Assault on Labor and Liberalism 1945-60” adlı kitabında, o yıllarda “işçi haklarının ve örgütlü emeğin meşruiyetini ve gücünü zayıflatma konusunda iş dünyasında geniş bir birliktelik olduğunu” savunur.
Campbell, çağdaş editörlerinden daha fazla bu çabalara destek vermiştir.
Temmuz 1954 tarihli bir editoryal yazısında Campbell, toplu eylemlere olan karşıtlığını dile getirmiştir. Sovyetler Birliği’nin işçi sendikalarını yasaklayarak ve iş dünyası liderlerine güç vererek Amerika Birleşik Devletleri’nden daha verimli ve daha kapitalist olduğunu öne sürmüştür; ABD’de ise “demir yolları neredeyse sürekli olarak yarı iflas durumunda faaliyet göstermektedir. Ağır yük taşımacılığında doğası gereği verimli olan bu sistem, vergilendirme ve sendikalar yüzünden çalışamaz hâle gelmektedir.” 1961 yılının Nisan ayında yayımlanan bir başka editoryal yazısında Campbell, “Amerikalı işçiler sendika ister … sendikalar hırsızlar tarafından yönetilip sendika fonlarının yarısını çalsalar bile,” diyerek toplu eylemlere karşı olan duruşunu sürdürmüştür.
1951 yılında Fred Pohl’a yazdığı bir mektupta Campbell, işçi sendikaları hakkındaki görüşlerini açıkça dile getirir: “Sendikalar doğası gereği, üyelerinin beyanlarına işvereninkilerden daha çok inanma eğilimindedir, işveren ne kadar daha nitelikli olursa olsun.” Bu ifade, H. Beam Piper’ın aynı yılın Eylül ayında yayımlanan “Day of the Moron” adlı hikâyesinde yer alan bir cümleyi neredeyse aynen yansıtır: “Sendika, doğru ya da yanlış, üyelerini desteklemek zorunda kalacaktır … Herhangi bir anlaşmazlıkta, işveren her zaman haksızdır ve işçi, aksi kanıtlanana kadar haklıdır.” Bu hikâye, bilimkurgu tarihinde işçi karşıtı propaganda olarak en çok tanınan eserlerden biridir ve Campbell’ın parmak izlerini taşır; hikâyede psikolojiye pozitivist bir yaklaşım ve atom enerjisine olan hayranlık belirgindir.
1939 yılında Nat Schachner’ın yazdığı “Palooka From Jupiter” adlı hikâye, Campbell’ın yönetimi altında Astounding’in yayımladığı ideolojiyi açıkça ortaya koyar: “Emekte onur yoktur,” der bir uzaylı, mekanizasyon ve zorunlu emek sayesinde üst sınıfın enerjisini entelektüel uğraşlara ayırması gerektiğini savunarak. Sonraki on yıllar, bu dünya görüşünün geniş insan kitleleri için olumlu sonuçlara yol açmadığını göstermiştir. Bu, sınırlı ve başarısız bir ideolojidir, ancak bilimkurgunun çoğunda yankı bulmaya devam eden bir ideolojidir.

Bilimkurgu topluluğu, Campbell’ın ırk ve cinsiyetle ilgili önyargılarını düzeltmek için önemli ve gerekli bir çaba göstermiş olsa da, sınıf ve emek konularında benzer bir düzeltici çaba henüz gerçekleşmemiştir. Campbell’ın mirası hâlâ canlıdır. Ursula K. Le Guin, China Miéville, Annalee Newitz ve Cory Doctorow gibi yazarlar, bu mirasa aktif olarak meydan okuyan istisnalar arasındadır. Ancak ilerici bilimkurgu bile, çoğunlukla sorunları bireysel kahramanlıkla çözme eğilimine düşmekte ve kolektif eylemi ikinci plana itmektedir.
Fredric Jameson, “Seeds of Time” (1994) adlı eserinde, “Dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolaydır,” demiştir. Eğer durum buysa, bu hayal gücü eksikliği, bilimkurgunun kısıtlı kalması için on yıllar boyunca bilinçli olarak şekillendirilmiştir. Bu, aktif olarak mücadele edilmesi gereken bir kısıtlamadır.
Bilimkurgu, geleceği hayal etme ve alternatif toplumsal düzenler sunma potansiyeline sahip olmasına rağmen tarihsel süreçte kapitalist sistemin sınırları içinde sıkışıp kalmıştır. Fredric Jameson, Mark Fisher ve China Miéville gibi düşünürlerin eleştirileri, bilimkurgunun nasıl sistemin hegemonik yapısını yeniden üreten bir araç hâline dönüştüğünü gözler önüne serer. Campbell gibi figürlerin ideolojik müdahaleleri, işçi sınıfı ve emek mücadelelerinin bilimkurgudan dışlanmasına neden olmuş, bu da alternatif bir geleceğin hayal edilmesini zorlaştırmıştır. Ancak bilimkurgu, hâlâ eleştirel ve devrimci bir potansiyele sahip olabilir. Bunun için kapitalist realizmin sınırlarını aşan, toplumsal adaleti ve kolektif eylemi öne çıkaran anlatılar üretmek gereklidir. Bu tür bir yeniden yönelim, bilimkurgunun gerçek anlamda devrimci bir tür olma potansiyelini yeniden canlandırabilir. Sonuç olarak bilimkurgu dünyası, geleceği değil, mevcut sistemin dışına çıkmayı hayal etmeye cesaret ederse gerçekten yeni ve radikal bir gelecek tasavvuru mümkün olabilir.