On yıl kadar önce yazarlık merakımın rotasını bilimkurguya çevirdiğimde, bilimkurguya dair ‘ölmeden önce okunacaklar’ ve ‘ölmeden önce izlenecekler’ listesinin epey kalabalık olduğunu fark ettim. O sıralar yoğun bir iş temposunun içindeydim; zamanımı ne kadar etkin kullanırsam kullanayım, dağ gibi birikmiş bilimkurgu külliyatına hâkim olmak uzun yıllarımı alacak gibi görünüyordu. Bilimkurguya dair genel manzaraya kısa sürede hâkim olabilme kaygısıyla iki karar aldım: Bilimkurgu klasiklerine öncelik verecek ve ilk aşamada bu eserlerin sinema filmlerini izleyecektim. Ne de olsa film izlemek kitap okumaya kıyasla daha az çaba gerektiriyordu ve klasiklerin ruhuna filmlerini izleyerek nüfuz edebileceğimi varsayıyordum. Bilimkurgu filmlerini, ardı ardına büyük bir keyifle seyrettikçe, kendimi bilimkurgu alanında daha yetkin hissediyor, filmini izlediğim klasiklerin kitaplarını okumayı ise belirsiz bir geleceğe erteliyordum.
Geçen yıl nihayet daha geniş vakitlere sahip olunca oturup bu kez filmini izlediğim eserlerin kitaplarını okumaya başladım. Ve bilimkurgu klasiklerinin filmlerini izleyerek onlar hakkında görüş oluşturmanın yanlış olduğunu fark ettim. Filmler ve kitaplar arasında çoğunlukla dağlar kadar fark vardı ve bazı örneklerde yazarlar ve yönetmenler meselenin özünü farklı yorumlamışlardı.
Başlıktaki ‘kitabını mı okusam, filmini mi izlesem’ sorunsalını örnekler üzerinden giderek tartışmak istiyorum.
Otomatik Portakal
Stanley Kubrick tarafından Anthony Burgess’in aynı isimli romanından sinemaya uyarlanan Otomatik Portakal filmini herhalde seyretmeyen yoktur. İnsanı şaşırtan ve yer yer dehşete düşüren konusu, pastel renklerin ağırlıkta olduğu müthiş görselliği, müzikleri, kostümleri ve kurgusuyla ‘başyapıt’ etiketini hakkıyla taşıyabilen nadir filmlerdendir.
Otomatik Portakal romanını ise Aziz Üstel’in olağanüstü başarılı çevirisinden yıllar önce okumuştum. Otomatik Portakal, filmiyle kitabı birbiriyle -büyük ölçüde- örtüşen az sayıdaki eserden biri.
Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? ve Blade Runner
Dahi bir yönetmen (Ridley Scott) dahi bir yazardan (Philip K. Dick) ilham alarak film çektiğinde ortaya demek ki Blade Runner gibi bir sinema şaheseri çıkıyor. En sevdiğim bilimkurgu filmi olan Blade Runner, temel aldığı Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi? romanından oldukça farklı. Romanda yer alan, dedektif Rick Deckart’ın kanlı canlı bir hayvana sahip olmak istemesi ve Wilbur Mercer isimli kişinin kurduğu Mercerizm dini gibi konular filmde bulunmuyor. Ayrıca, kolayca tahmin edilebileceği üzere, romanda filmdekine benzer hararette bir kavga sahnesi de yok. Asıl ilginç olan filmin sonundaki meşhur Roy Betty monoloğunun romanda yer almaması.
Romanın atmosferinin filme kıyasla daha sakin ve ironik yapıda olduğunu söyleyebilirim. Filmle roman arasındaki bunca farka rağmen Ridley Scott romanın ruhuna ve ana fikrine sadık kalmış.
Solaris
Stanislaw Lem’in Solaris romanından yola çıkarak Andrey Tarkovski tarafından sinemaya uyarlanan Solaris, filmle romanın odağının farklılaştığı örneklerden. Bu ayrışma elbette oldukça özgün bir yönetmen olan Tarkovski’den kaynaklanıyor. Solaris gezegenini ve onun tanımlanamayan bir bilince sahip geniş okyanusunu anlatan Solaris romanının farklı bir havası var. Filmde işin içine mistik öğeler girmiş ve ortaya suçluluk duygusunu odağına alan bir film çıkmış. Stanislaw Lem zamanında Tarkovski’nin bu tutumunu Solaris’i Suç ve Ceza romanının bir benzerine dönüştürdüğü gerekçesiyle eleştirmişti.
Romanda ayrıca iç bayıltıcı otoyol sahnesi benzeri ağır tempo içeren herhangi bir bölüm bulunmuyor. Eleştirel cümlelerimden Solaris’in romanını filminden daha fazla beğendiğimi tahmin etmişsinizdir. (Romanı okurken daha önce Stanislaw Lem kadar zeki bir yazarla karşılaşmadığımı düşünmüştüm.)
Solaris bahsini kapamadan önce, her ne kadar Lem’in romanını bambaşka bir şeye dönüştürmüş olsa da Tarkovski’nin filmini de seyretmenizi tavsiye ettiğimi belirtmek istiyorum; bazı bölümlerinde sıkılmış olsam da, film eşi benzeri olmayan sekanslar içeriyor.
Uzayda Piknik ve Stalker
Andrey Tarkovski, Lem’in Solaris romanın yanı sıra Strugavski Kardeşler‘in Uzayda Piknik romanını da sinemaya uyarlamıştı. Bir bilimkurgu film klasiği olan Stalker, eşsiz görselliği ve zekice diyaloglarıyla en beğendiğim bilimkurgu filmleri arasında yer alıyor. Uzayda Piknik romanını okuduktan sonra Tarkovski’nin filme çekerken eserin odağını tümüyle değiştirdiğini fark ettim.
Beş duyuya hitap eden eşsiz tasvirler içeren Uzayda Piknik romanı görkemli bir arka plan eşliğinde kapsamlı bir sistem eleştirisi yapıyor. Romanın konu aldığı uzaylılardan arta kalmış ‘bölge’ somut tehditler barındırıyor. Stalker filminde ise ‘bölge’ mistik bir nitelik kazanmış durumda ve karakterler kafalarını dünyevi olmaktan ziyade aşkın, felsefi konulara takıyorlar. Bu arada romanın temposunun filmin aksine ağır olmadığını da belirtmek istiyorum.
2001: Bir Uzay Macerası
Romanlardan uyarlanan filmler, uyarlama işinin doğası gereği, romanlar yazıldıktan sonra çekiliyorlar. 2001: Uzay Macerası ise filmle romanın paralel olarak üretildiği nadir örneklerden. Stanley Kubrick’in 2001: Bir Uzay Macerası filmini çektiği zaman aralığında Arthur C. Clarke bir otele kapanarak romanı yazmış. 2001: Bir Uzay Macerası’nda filmle romanın odaklandığı temalar farklılaşmamış; yine de filmi izleyerek romanın havasını tahmin edebilmek kolay değil.
2001: bir Uzay Macerası filminin ağır temposu örneğin roman açısından söz konusu değil. Filmin uzun ve sıkıcı sahnelerin uzayın enginliğini, uzay yolculuğunun bıktırıcılığını yansıtmak üzere kullanıldığı malum. Romanda benzer bir duruma rastlamadığım için memnun oldum.
Dune
Frenk Herbert’in kült roman serisi Dune, çekilen ve yarım kalan filmleri konusunda en çok spekülasyon yapılan eserlerden. Sürrealist filmlerin efsanevi yönetmeni Jodorovski’nin Dune’u çekimi tamamlanamamış en ünlü film projesi olabilir. Bu film hakkında ayrıntılı bilgiyi Jodorovsky’s Dune isimli belgeselden edinebilirsiniz.
Yapımcılar Jodorovski’nin projesini fazlaca iddialı bulup reddettikten sonra görevi David Lynch’e vermişler ve Lynch’in Dune filmi 1984 yılında film vizyona girmiş. Lynch’in filmini izlediğimde henüz Dune romanını okumamış ve filmi beğenmiştim. Romanı okurken zihnimde canlanan imgeler David Lynch’in filmine oldukça uygundu, dolayısıyla Lynch’in romanın havasını başarıyla yansıttığı kanısındayım. Jodorovski’nin projesi hayata geçmiş olsa ve Dune’u bir de onun penceresinden izleyebilsek elbette daha iyi olurdu, umarım bir gün bu rüya gerçek olur.
Sonuç
Birçok bilimkurgu klasiğinin sinema dünyasının en özgün, yaratıcı yönetmenlerinin dikkatini çekmiş olmasını ilginç buluyorum. Büyük bilimkurgu yazarlarının dahi yönetmenlerle buluşması her seferinde verimli sonuçlar üretmiş. Hayal dünyamızı zenginleştiren bilimkurgu klasiklerinin kitapları da filmleri de birbirinden cazip. Dolayısıyla başlıktaki ‘filmini mi izlesem, kitabını mı okusam’ sorusuna verilecek en iyi yanıtın ‘her ikisini de’ olduğunu düşünüyorum.
Hazırlayan: Murat K. Beşiroğlu