Yeni tanıştığım insanlar ne iş yaptığımı sorup da benden “bilimkurgu editörüyüm” yanıtını aldıklarında, birkaç çeşit tepki gösterirler.
Öncelikle hepsi ülkemizde edebiyatla, sanatla, hatta direkt üretimle pek rahat geçinilemeyeceğinin farkındadır. Bir şey alıp satmayan ya da bunu yapan büyük bir çarkın dişlisi olmayan kimsenin emeğinin karşılığını alabileceği bir mekanizmamız olmadığını bilirler. Beni çaktırmadan şöyle baştan aşağı süzerler. Bu arada yüzünde “Haydi yeme bizi, numaran nedir bakalım,” ifadesi yakaladıklarım da az değildir. “Ayrıca çizgiroman senaristliği de yapıyorum,” diye eklemem pek işe yaramaz, zira bu açıklayıcı olmaktan çok soruyu derinleştirici etki yaratır. Ama henüz hayatımı hekimlikten de kazanmadığım bilindiğinden ortaya irice bir bilmece çıkmıştır ve bazısı çözebilmek için gelecek ipuçlarını beklemeye koyulurken, bazısı da direkt olarak bir sonraki soruyu patlatır: “Yani tam olarak ne iş yapıyorsunuz?”
Bu tür karşılaşmaların iyi tarafı şudur ki, ne yaptığımı onlara birkaç dakika içinde aktarmakta pek zorluk çekmem. Bilmeceyi biraz olsun çözmenin rahatlığıyla yatışmış halde sohbete devam ederler. Hatta kavramla tanışmanın yabancılığından böylece kurtulduktan sonra, kendi yorum ve getirileriyle ortama katılmaya başladıklarını izlemek hepimiz için karşılıklı bir mutluluk kaynağı olur.
Öte yandan aralarından bazıları da vardır ki, bilimkurgu lafının geçtiğini duyar duymaz, belki farkında bile olmadan dudaklarını büzüp başlarını hafifçe geriye çekerler. Hakkında hiç de pozitif şeyler düşünmediğiniz bir kavrama karşı tipik tepkidir bu. En hafif haliyle bundan iki ya da üç önceki neslin heavy metal müziğine bakışına benzer. Biraz ötesinde, yirmi yıl kadar önce ‘ders kitaplarının arasında kaçamak okunan teksas-tommiks’ karikatürizasyonundaki ebeveyn-öğretmen tarafının payına düşen tavır yer alır ya da belki çocuğunun mahalle arasında futbol oynamasına içerleyen babanın tipik tutumunu anımsatır.
İşte bu tanımlara uyan bakışların sahibine ulaşıp bilimkurgunun gerçek yüzünü -öcü olmadığını, ısırmayacağını, uzaydan gelmiş gibi görünse bile aslında insana ait ve tamamen insandan çıkışlı olduğunu- anlatabilmek oldukça zordur. “Umutsuzluk” fikrini sevmediğim için denemeden bırakmam, ta ki “boşunalık” sınırlarından içeriye girdiğimizi hissedene dek. Bazısı benim -hem de bir bayan olarak- sergilediğim bilimkurgu afinitesini olumlu karşılayıp başka bir açıdan bakmayı başarır; ki böyle bir durumda en azından ‘tadına bakmayı’ kabul ederek yeniliğe açılan bir kişinin daha müjdesi söz konusudur. Kimisi de benim bilimkurguya olan saygıma nezaketle karşılık vererek, hiç değilse o ortam içinde artık dudaklarını büzmeden, uzak uzak bakmadan, hatta belki hafif bir merakla sohbet etmeye yönelir.
Ama bir de üçüncü grup vardır ki, derin bir iç çekip onları kendi haline bırakmayı daha uygun bulurum. Genelde gündelik hayata ve statü arayışındaki insan doğasının boşluğuna fazlasıyla adapte olmuş durumdadırlar. Hele bir de bilimkurgunun birkaç kötü örneğine, şiddet dozu yüksek üçüncü sınıf birkaç filme veya kitaba, bağlantı kurmakta güçlük çekip sıkıldıkları uç noktada birkaç örneğe rastlayıp yaftayı çoktan yapıştırdılarsa, o yoldan geri dönüşleri fazlasıyla güç olacaktır.
Peki nedir bilimkurguyla bu insanları birbirinin bu derece uzağına düşüren?
Bir doğal afetle karşı karşıya olduğunuzu düşünün. Deprem, sel, vahşi hayvanlar, ve saire. Şimdi olay karşısında kendi tepkinizin ne olacağını canlandırın hayalinizde. Sonra kız ve erkek kardeşlerinizin, babanızın ve annenizin olası tepkilerini aklınıza getirmeye çalışın.
Düşündüğünüz insanların öznel karakterlerine göre farklı tepkiler verecekleri açıktır, ancak yapılabilecek bazı genellemeler de yok değildir. Örneğin bizim kültürümüzün bayanları genelde sıra dışı hiçbir olayı sakin, güçlü ve kendine hakim biçimde karşılamaya hazırlamadığı söylenebilir. Ya da geçim kaygısı oldukça yüksek düzeyde seyreden beylerin ‘gerçek hayatı‘ güvenceye aldıklarından emin olmadan ‘hayal gücü alemine‘ dalmaya yanaşmayışları bir veri olarak alınabilir.
İşte bu hat üzerinde yaşayan insanlar için, bilip dayandıkları her türlü zaman ve mekan gerçeğinin ötesine geçmek fikri, büyük olasılıkla tam bir fobi kaynağı oluşturacaktır. Örneğin zaman ekseni üzerindeki hareketlerin neden-sonuç sırasını bozabileceği, sonuçların nedenlerden önce yer alması anlamına gelebileceği gibi bir veriye nasıl yanıt vereceklerdir? Yerçekimsiz ortamın alıştıkları tüm fizyomekanik duygusunu boşlukta bırakacağını düşünmekten nasıl etkileneceklerdir? İnsanların birbirine ve tarihe karşı işledikleri hataların nasıl bundan yüzyıllar öncesinden beri aynen tekrarlandığıyla, hatta bundan binyıllar sonrasında bile aynı budalalıkların yinelenmeye devam edilebileceğiyle yüzleşmek, nasıl bir dehşet uyandıracaktır? Robotik iş gücü sayesinde ömür törpüleyici angaryalardan sıyrılma fikrini “işsiz kalmak” ile özdeşleştirecek denli üretimsiz, yaratımsız yaşamaya alışmış çoğunlukların portrelendiği öyküler karşısında ne hissedeceklerdir?
Bütün bu sorulara tahmini yanıtımı şöyle özetleyebilirim: “Ha?” demekle yetinecek olanların dışındakiler, gözlerinin önünde beliren sahneleri gerçekte asla ulaşamayacağı ölçüde renkli ve dehşetli bulacak… Ve bir an önce bu yabancı ülkeden gerileyip eski tanıdık mecralarına dönmeyi özleyeceklerdir. Dahası, ruhlarının bir köşesiyle ‘evrenin gerçeklerinden ürktüklerini’ fark edip içerleyecek ve dönüp hırslarını yine uyuyan aslanı uyandırmakla suçladıkları bilimkurgudan alacaklardır.
Çözüm mü?
Gerek yok ki? Zira ortada bir sorun olduğuna inanmıyorum. Konu ister ‘yemeğe soğan doğramak‘, ister ‘evrenle yüzleşmek‘ olsun, fark etmez: İnsanlar seçimlerinde özgürdür ve sonuçlarına katlanırlar.
Koskoca bir evrenin- köşeciğindeki bir galaksinin- köşeciğindeki bir güneşin- küçücük, ıslak bir kaya parçasından ibaret olan gezegeninde yaşadığımın farkında olmayı seviyorum… Çünkü bu beni oyuncak sorunlar yaratıp içlerinde boğulmaktan kurtarıyor.
Farkında olmayı seven herkesle bilimkurgunun sarmal derinliklerinde buluşmak üzere…
Hazırlayan: Özlem Kurdoğlu, 15 Ağustos 2001 / Kayıp Dünya, Sayı 8