Aşağıdaki satırlar, Bertrand Russell‘in büyük eseri Batı Felsefesi Tarihi‘ni okurken aldığım notlardan bir seçmedir.
Eski çağdan günümüze iki tür ahlak anlayışı vardır. Grek (Eski Yunan) ahlak anlayışının özeti şudur: “Erdem, bilgiden gelir.” Yani ne denli bilgili iseniz o denli günahtan uzak, erdemli olursunuz. Bunun en iyi temsilcisi Sokrates’tir. Sokrates, bütün felsefesini erdem üzerine kurmuş, erdeme ulaşmak için kendince doğru yol olan bilginin araştırmasına girişmiştir. Ona göre erdemle sonuçlanmıyorsa ne bilginin, ne sanatın, ne de yaşamın bir önemi yoktur. Bu anlayış, Grek uygarlığının temelinde de bulunuyordu. Orta Çağ‘ın Hristiyan ahlak anlayışının özeti ise şudur: “Erdem, saf yürekten gelir.” Buna göre bilgisiz, cahil birisi de erdemli (günahtan uzak) olabilir. Aslolan bilgi değil, saflıktır. Bu düşünce İlk Çağ’ın ortalarında meydana çıkmış, Orta Çağ’a, hatta günümüze kadar yaşamıştır. Günümüzde bile halk arasında bu ahlak anlayışının popüler olduğuna bir çok yerde şahit oluruz.
Grek anlayışını kendime yakın bulsam, her türlü erdemin bilgiden kaynaklanması gerektiğine inansam da bu konuda şüphelerim yok değil. Sonuçta çağımızın düsturlarından birisi “bilgi güçtür” diye özetleniyor. Yani bilginin erdemle olan bağı koparılıyor. Bilgi güç, iktidar yolunda kullanılıyor. Sokrates, yahut Hristiyan azizlerinden, yahut İslam alimlerinden biri günümüze gelseydi, herhalde bilginin düştüğü bu durum karşısında dehşete düşmekten kendini alamazdı.
Antik Çağ ve Skolastik düşünürler iyilik, denge, değişmezlik ve ölümsüzlük arasında garip bağlantılar kurmuşlar ve bunu ölümsüzlüğe kanıt olarak göstermişlerdi. Aşağı yukarı yürüttükleri mantık şöyleydi: İyi olan her şey dengelidir. Yalnızca dengesiz olan şeyler değişmek isterler; dengeli ve iyi olan şeyler ise değişmek istemezler. Bir terazinin dengeli olması gerekir. Bu yüzden dengeli olan şeyler adildir.
Bu fikrin daha iyi anlaşılması için binalardan örnek verelim. Bir bina ancak her kirişi ve kolonu, her kiremiti dengedeyse içinde oturulabilir. Çökme tehlikesi olan bir evde hiç kimse oturmak istemez. Kozmosun durumu da bunun gibidir. Kozmos’un çatısı dengeli olmasaydı elbette başımıza çökerdi.
Bunun doğal sonucu olarak, madem ki değişmezlik her şeyin temelidir, o halde insan ruhu da değişmez olmalı. Bu da ölümsüzlük anlamına geliyor. Antik filozofların çoğu hiç de gerçekçi olmayan bu düşünceye inandıkları (ya da buna inanmak istedikleri için) apaçık görünen değişim ilkesini yadsımışlardır. Platon, değişim ilkesini merkeze koyan Herakleitos‘u olumsuzlamak ve Parmenides‘i haklı çıkarmak için idealar kuramını geliştirmiş. Buna göre gerçek olan sadece idealarmış ve onlar değişmezmiş! Herakleitos’un gördüğü gerçeklik ise ideaların çarpık gölgeleriymiş ve onlar değişebilirmiş!
Heraklitos’un tarif ettiği evrende ölümsüzlük yoktur. Yani umutsuzdur. Parmenides’in hiç değişmeyen evreninde ise sonsuza dek yaşayabiliriz. (Ruh değişmez olduğuna göre, yok edilemezdir de…)
Buna inanmak elbette insanların işine geliyordu. bu yüzden Herakleitos’u çürütmek için ne çok uğraşmışlardır. Ünlü Zenon paradoksları bunun için ileri sürülmüştür. Zenon, Aşil paradoksunda, Aşil’in kaplumbağayı asla yakalayamayacağını iddia eder. (Değişim anlamına gelen hareketin inkar edilmesi gerekiyordu.) Zenon değişimin imkansız olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. Bizim hareket olarak gördüğümüz şey, aslında bir yanılsamadan ibaretti. Ona göre, madem hareket ve değişim yok, o halde ölüm de yoktur.

Platon ve ondan önceki gökbilimciler evreni “yer ve gök” ikilemiyle düşünmüşlerdi. Bunun da altında aynı düşünce yatıyordu. Buna göre göklerde değişim imkansızdır. 5. element olan Eter‘den yapılmış olan göksel cisimler değişemezdirler. Biçimleri de en kusursuz biçim olan (en az değişim içeren) dairedir, yörüngeleri de… Eski Yunan felsefesinin değişimi yadsıyan başat ögesinin daha sonra gelen semavi dinlere zemin hazırladığını görebiliyoruz. Kilise ile Platon, İslamiyet ile Aristoteles arasındaki kader birliğini hatırlayalım.
Bu durum 17. yüzyılda, değişimin Newton ve Leibnitz tarafından matematiğin temeli haline getirilene değin böyle devam etti. İşin garibi, bu değişim felsefesi, gök cisimlerinin hareketini açıklamaktan öteye götürülemez sanılıyordu. Yani, uzay ve zaman değişmezdi ve değişim ise hareketten ibaretti. Bildiğimiz gibi günümüzde bu düşüncenin de yanlış olduğu görülmüştür. Değişim her yerdedir, uzay ve zaman dahil.
Eski Yunan felsefesinde (Sokrates ve Platon’da) önemli iki kavram var. Bunlar:
1. Adalet Kavramı
Adalet kavramının anlamı bizdekinden biraz farklı. Eşitlik değil, herşeyin ait olduğu yerde bulunması anlamına geliyor. Russell bu kavramın doğru anlaşılmadığı taktirde Platon’un anlaşılamayacağını farketmemi sağladı.
Platon da en az değişen yada hiç değişmeyen şey adaletli (tüzünlü) kabul edilir. Yani herkes ait olduğu yerde ise ve bulunduğu yeri değiştirmiyorsa o zaman dünya adaletlidir. Bir hırsız niçin suçludur? Başkasına ait olanı aldığı için… Yani bir şeyi ait olması gereken yerden uzaklaştırmıştır. Bu tüzünsüz (adaletsiz) bir davranıştır…
Bu ilke öyle genel ve kuvvetlidir ki en yüce tanrı Zeus bile ona boyun eğer. Doğa güçlerinin davranışını, doğadaki hareketleri de tüzün (adalet) ilkesiyle açıklar eski Yunanlılar. Örneğin bir taş neden düşer? Elbette ki adalet yüzünden. Çünkü taş topraktan yapılmıştır; bu yüzden ait olduğu yere doğru hareket eder. Dumanın yükselmesinin nedeni de aynıdır. Buna göre, adalet, doğa kanunlarıyla eş anlamlı oluyor. Zaten Eski Yunan’da adalet tanrıçası olan Themis, aynı zamanda doğa kanunlarını da temsil eder.
2. Değişmezlik Düşüncesi
İyi olanı değişmeyen olarak tanımlamak yukarıda sözü edilen adalet ilkesi ile ilişkilidir. Dünya tam olarak adaletli olduğu zaman hiç bir şeyin yeri değişmez, çünkü her şey ait olduğu yerdedir.
Buna göre değişim, adaletsizlikle ilgili olmalıdır. Yunan inancında ve halkın sağ duyusunda yer etmiş olan adalet kavramını herhangi bir şeye uygulamak, o düşünceye bir avantaj sağlıyordu. Çünkü halkın ön yargısına ve inançlarına sesleniyordu. Bu şekilde tanımlanan adaletin demokrasi ile çeliştiğini görülür. O halde Sokrates demokrasi karşıtı olduğu için öldürülmüştür… Onu çürütemiyorlardı, çünkü halk sağ duyusunda kökleşmiş olan gelenekselleşmiş ahlak kavramına hitap ediyordu. Sokrates önemli devlet görevlerine seçimle gelinmesine karşıydı ve bu karşı oluşunun altında yukarıda sözü edilen adalet duygusu yatıyordu.
Yanlış anlamadıysam Sokrates, Platon ve Pisagor’u etkileyen Parmenides’te de benzer bir felsefe var. O değişimi yadsımıştır. Daha doğrusu bütün değişimin görünüşte olduğunu iddia etmiştir. Böyle düşünmesi de doğaldır, çünkü değişim ilkesinin adalet ilkesiyle çeliştiğini gördük. O halde tanrının yarattığı adaletli dünyanın değişmez olması gerekirdi. İlk Çağ Yunanistan’ında Heraklit’in değişim ilkesini ortaya koyması oldukça sarsıcı ve radikal bir yaklaşım olmalıydı. Eski çağla Rönesansı ayıran en temel değişim tümdengelimin yerini tümevarımın almasıdır. Bu dönüşüm orta çağlar sırasında olmuştur. Tümevarımın aslında insan beyninin doğal tümel oluşturma yöntemi olduğu ise daha yeni anlaşılmaktadır. Bir kez tümeller oluştuktan sonra tümdengelim yoluyla düşünmeye başlarız. Tümellerin oluşması için gereken o uzun, zorlu süreci unutma eğilimindeyiz.
Bunun sebebi tümellerin çoğunlukla çocukluk çağında oluşması olabilir. Platon’un bilginin kaynağı ile ilgili soruşturması sırasında kullandığı yöntem olan diyalektik, aslında onun sandığı gibi ideaların anımsanması değil, çocukluk çağında oluşmuş tümellerin örtük bilgisinin ortaya çıkmasıdır. Tümevarım ilkesi Platon tarafından bir kenara itilivermiştir.
Onun zamanında bilgiye tümevarımla erişim olanakları sınırlıydı. Tümdengelim yöntemi daha hızlı ve güvenilir sonuçlar veriyordu. Bilgiye ulaşmanın tek yolunun her zaman bu olacağını zannetmesi anlaşılabilir. O gün için ise yaramaz görünen tümevarım yöntemi, bugün bilgiye ulaşmanın paradigması haline gelmiştir . Günümüzde, eskilerin güvenilmez bulduğu duyu organları yerini gelişmiş gözlem araçlarına bırakmıştır. Artık bilgi edinmenin en güvenilmez yolu, dayanaksız spekülasyon olarak görülmektedir.
İlgili yazılar: