Arthur C. Clarke’ın Üç Yasası

Bilimkurguda gizem önemlidir. Çünkü gizemin varlığı, aynı zamanda bir keşfin de habercisi niteliğindedir. Bunun da etkisiyle olsa gerek, bilimkurguda çeşit çeşit, sıra dışı ve zaman zaman da tanrısal güçlere sahip varlıklarla karşılaşırız. Tabii buradaki “tanrısallık” vurgusu bizim gelişmişlik düzeyimizle ilgilidir. Öyle ya, söz gelimi zamanda yolculuk yaparak taş devrine gitsek ve cebimizden çıkardığımız akıllı telefonumuzla yerel halka kısa bir video gösterimi ya da müzik dinletisi sunsak muhtemelen önümüzde secdeye kapanırlardı. Çünkü anlamlandıralamayan şeyler mucizeden farksızdır.

Teknolojik denksizliğin bir sonucu olarak vuku bulan bu tuhaf durum, bilimkurguda da sık sık işlenip betimlenir. Gerçekten de bilimkurgu, masallardan ya da mitolojilerden fırlamış gibi duran varlık tipleri ve karakterlerle doludur. Bizler için öylesine mucizevidirler ki, yapıp ettiklerinin nazarımızda tanrısallıktan pek farkı yoktur. Bir parmak şıklatışıyla ışık yılları uzaklıktaki mesafeleri aşabilir, yıldızların kalbinde dövülmüş akıl sır ermeyen silahlar kullanabilir ya da Güç dedikleri metafiziksel bir olgudan doğaüstü gibi görünen yetenekler devşirebilirler… Peki ama akla, mantığa ve doğa yasalarına meydan okuyan tüm bu anlatıların bilimkurguda kendine yer bulmasını sağlayan şey nedir? Cevap Arthur C. Clarke’ın üç yasasında gizli…

arthur-c-clarke

Isaac Asimov ve Robert A. Heinlein ile birlikte “Bilimkurgunun Üç Büyük Babası” arasında gösterilen ve 2008 yılında hayata veda ettiğinde arkasında onlarca unutulmaz eser bırakan Arthur C. Clarke, kuşkusuz gelmiş geçmiş en önemli bilimkurgu yazarlarından biridir. İleri görüşlülüğünü ve güçlü öngörü yeteneğini şiirsel anlatımıyla birleştiren Clarke, bilimkurgu edebiyatına yön vermeyi ve kendisinden sonra gelen yazarlara esin kaynağı olmayı başarmıştır. Üstelik Isaac Asimov’un Üç Robot Yasası kadar meşhur değilse de, onun da bilimkurguya yön vermiş kendi Üç Yasası vardır ve özellikle üçüncü yasası, geçmişte olduğu gibi bugün de bilimkurgunun alametifarikalarından biridir. Peki, nedir bu üç yasa? Birlikte bakalım:

  1. Tanınmış ancak yaşlıca bir bilim insanı bir şeyin mümkün olduğunu söylüyorsa, kuvvetle muhtemel haklıdır. Bir şeyin imkânsız olduğunu söylüyorsa, büyük ihtimalle yanılıyordur.
  2. Mümkün olanın sınırları, ancak bunların ötesine; imkânsıza doğru uzanılarak tanımlanabilir.
  3. Yeterince gelişmiş bir teknoloji sihirden ayırt edilemez.

Bilimkurgunun varlık alanını genişletmeyi ve esnekliğini arttırmayı amaçlayan bu üç yasa, hem fantastik anlatı ve unsurların türe yedirilebilmesinde kolaylık sağlamış, hem de izleyici ve okurun genel kabul çıtasını yükseltmiştir. Örneğin, ”Sonraki yıldız sistemine sıçrayalım,” diye kükreyen bir uzay gemisi kaptanının bu sıra dışı buyruğu çoğumuza tuhaf gelmez. Oysa söz konusu buyruğun yerine getirilmesine imkân veren teknoloji bütünüyle belirsizdir. Prensipte bile olsa, çoğu zaman altında hangi bilimsel ilkelerin yattığına dair açıklama gereksinimi dahi duyulmaz. Bizden istenen şey, “gelişmiş bir teknolojiyle” karşı karşıya olduğumuzu kabullenmek ve amiyane tabirle olayı fazla kurcalamamaktır.

q-judgment

Doğa yasalarına riayet, akılcı düşünce, bilimsel perspektif gibi olmazsa olmaz niteliklerinde gedik açmadan, bilimkurgunun içine birtakım “sihirleri” sokabilmenin en kestirme yolu Clarke’ın üç yasasından geçer. Bu yasalara sırtını dayayan bilimkurgu eserlerinde her şeyi görüp her yerde olabilen varlıklardan tutun da, bir parmak hareketiyle gezegenlerin yörüngesini değiştirebilenlerine kadar bin bir çeşit tekno-büyücülerle karşılaşırız. Örneğin Star Trek evreninde kısaca Q olarak adlandırılan “kadir-i mutlak” bir tür bile vardır. Ancak Clarke’ın üçüncü yasası sayesinde, söz konusu türün bilimkurgusal temelini sorgulamama eğilimi gösteririz. Çünkü onlar bizim ufak beynimizle kavrayamayacağımız kadar gelişmiş teknolojiye sahip aşkın varlıklardır.

Clarke’ın üçüncü yasasını en çok kullanan yapımlardan bir diğeri de yeni nesil Battlestar Galactica dizisidir. Bilimkurguda post-modernizmin yükselişe geçtiği bir dönemde yayın hayatına başlayan yapım, inanç ile bilim arasındaki ince bir çizgide yürür. Kurgusunda kâhinler, hayali varlıklar, kurtarıcılar, yalvaçlar ve hatta ölüp geri dönenler bile vardır… Yapım tüm bu anlatıları belirli bir bilimkurgusal zeminde tutmaya çalışsa da, yer yer üçüncü Clarke yasasının bile çaresiz kaldığı anlar yaşatır. Buna rağmen dizi, Clarke tarafından bahşedilen üç yasa sayesinde “bilimkurgu” olarak kendini kabul ettirmeyi başarmıştır. Zira izleyenlerini tüm bu tuhaf, sıra dışı ve doğaüstüymüş gibi gelen gelişmelerin arkasında anlamlandırılamayan bir teknoloji yattığı yönünde güdülemeyi bilmiştir.

Yüzüklerin Efendisi

Kuşkusuz en ayakları yere basan bilimkurgu üretimlerinde dahi bir dereceye kadar Clarke’ın yasalarına bel bağlanılması kaçınılmazdır. Çünkü bir bilimkurgu eserinde her türlü teknolojiyi teorize etmek mümkün olmadığı gibi, kimi zaman gerekli de değildir. Zaten buna kalkışılsaydı, bilimkurgu romanları teorik bilim makalelerine dönüşür, ağır teknik anlatım metnin estetiğini ve temposunu alabora ederdi. Kaldı ki bilimkurgu okurlarının da genel olarak bilimkurgu romanlarından bu yönde keskin beklentileri yoktur ve bir teknolojinin mantık dâhilindeki üstü kapalı anlatımı bile çoğu okur için yeterli gelmektedir.

Belki de burada asıl sorulması gereken şey, Clarke yasalarının nereye kadar götürülebileceğidir? Örneğin işi, dünyaca ünlü fantastik edebiyat serisi Yüzüklerin Efendisi’nde bize büyüden farksız gelen gelişmiş bir teknoloji yattığını ve her şeyin “bilimsel” ilkeler doğrultusunda gerçekleştiğini söylemeye kadar vardırabilir miyiz? Eğer gelişmiş bir teknoloji sihirden ayırt edilemiyorsa, Yüzüklerin Efendisi’ndeki sihrin gelişmiş bir teknoloji olmadığını nereden ve nasıl anlayabiliriz? Bu muğlaklığı aşmanın birincil şartı, ileri sürülen önermenin ne denli inandırıcı olup olmadığıdır. Dolayısıyla Clarke yasalarının en geniş yorumlamaları bile gerek karakterleri, gerek yarattığı evren ve gerekse olay örgüsü bakımından Yüzüklerin Efendisi’ni bilimkurgu kapsamında değerlendirmemiz için gerekli inandırıcılığı sağlayamaz. Hâliyle bir eser, zoraki yorumlamalardan ziyade yazarın edebi gayesi ve özündeki anlatı bütünlüğüyle değerlendirilmelidir. Ya da basitçe, “her şeyin birbirine eşit olduğu bir ortamda, en basit açıklama doğruya en yatkın olandır…”

Yazar: İsmail Yamanol

Amatör bir düş gezgini, saplantılı bir bilimkurgu hayranı. Kuruculuğunu ve genel yayın yönetmenliğini üstelendiği Bilimkurgu Kulübü'nde at koşturmayı sürdürüyor.

İlginizi Çekebilir

bilimkurgu animelerinde kadin temsilleri

Bilimkurgu Animelerinde Kadın Temsilleri

Gerek bilimkurgu gerekse anime endüstrisi, erkek izleyiciye yönelik olduğuna dair talihsiz stereotiplerle boğuşuyor. Son yıllarda …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin