“Bir çekiç sadece çivi çakar, bir testere sadece odun keser, fakat bir bilgisayar fiziksel dünyaya ait milyarlarca farklı şeyi yansıtabilir.” Yapay Zeka Çağı – Byron Reese
Gündelik hayatta kelimelerin anlamlarını pek umursamıyor, üzerine derinlemesine düşünmüyor ve genellikle ilk anlamları dışında bilgi sahibi olmadan kullanıyoruz. Oysaki birçok kelimenin birden fazlası anlamı ve kullanıma göre teşekkül eden içeriği vardır. Arapça başta olmak üzere pek çok dilden kelimeler alan Türkçenin bu bağlamda zengin bir dil olduğunu da ayrıca belirtmek gerek. Bu kelimelerden biri de insanın bütün anlatılarında kilit rol oynayan “kibir” kelimesi. Basit tanımıyla kibir, böbürlenmek ve büyüklenmek gibi anlamlara gelmektedir. Etimolojik olarak bakıldığındaysa, Arapça “kbr” kökünden gelmekte ve büyüklük, azamet gibi anlamlara tekabül etmektedir. Bu açıdan bakıldığında olumsuz algının aslında bir anlamda daralmadan ötürü oluştuğu düşünülebilir. Fakat biraz daha eşelediğinizde altında çok daha karmaşık ayrımlar ve başka kelimelerle akrabalıklar çıkmaktadır.
Farz edelim ki, alanınızdaki en saygın ödüllerden birine layık görüldünüz ve konuşma yapmak için törene katıldınız. Haliyle, sizden konuşma yapmanızı da bekleyecekler. Kürsüde sergileyeceğiniz hal ve tavır sizin topluluk nazarında statünüzü belirleyecek, sonrası için de yol gösterecektir. İngiliz yazar Alain De Botton, Statü Endişesi adlı kavramla bu durum karşısında kişinin muhtemel kaygılarını ele almakta ve temelde neyin yattığını incelemektedir. Ya tüm gördükleri ve yaşadıklarını içselleştirecek ya da altında kalarak ezilecektir. Kibrin, vakar ile ayrım noktası budur bana göre. Bulunduğu statüyü taşımakta sorun yaşamayan kişiye vakur bir duruş isnat edilirken; taşımakta sorun yaşayan kişiler kibirli olarak kabul edilir. İki kelimenin arasında dağlar kadar fark var sanılır; bu açıdan bakıldığında, aslında öyle olmadığı aşikar değil mi? O halde insanı belirleyen hatta belirleyecek olan ayrımı nasıl daha iyi anlarız bir düşünmek ve üzerine birkaç kelam etmek gerek.
İnsanın tarih boyunca yürüttüğü arayışın merkezinde önce doğada ardından evrende bulunduğu yeri ayırt etme kaygısı görülür. İlkel insan doğaya baktığında varoluşunun dayanağı olarak Güneş, Ay, yıldızlar, nehirler ve dağları kabul eder ve hayal gücünün de katkısıyla bunların çevresinde şekillenen anlatılar meydana getirir. Yağmur yağdı, rüzgar esti, çığ düştü derken haddizatında bizler ne kadar doğal ve basit algılıyorsak, onlar aynı ölçüde mistik özellikler atfediyordu. Mitlerin doğuşu da tam olarak böyle özetlenebilir. İnsan nasıl ki dili anlatmak için geliştirdiyse, mitleri de dil aracılığıyla kendini tanımlamak adına yapılandırdı. Zeus’un, Ra’nın ya da diğer bütün tanrıların varlığı insanın varlığına bir gerekçe yaratmak içindir. Onlar güçlüdür, haşmetli ve yıkıcıdır; aynı zamanda can bahşettikleri için de kutsiyet atfedilmesi doğaldır. Öte yandan güçlerinin kaynağının insanın kendi acziyetini unutma çabası olduğu göz önüne alındığında, bambaşka bir bakış açısı çıkacaktır karşımıza.
İlkel insan için tanrının ortak bir tanımı yoktu. Güneş’e ya da Ay’a yaratıcı olarak bakıyorlar fakat bu bireysel bir arayıştan ibaret olarak kalıyordu. Bununla birlikte yerleşik hayata geçişin devamında yaratıcı mefhumu bürokratikleşmeye başladı. Yani, onu dünya üzerinde temsil edecek bir zümre ortaya çıktı ve bu zümrenin gözetiminde inananların tanrısı net sınırlarla şekillendirildi. Bugünün mitlerindeki tanrılara bakıldığında ne denilmek istenildiği daha iyi anlaşılacaktır. Sümerler’de erkin sahibi yetkisini tanrıdan alıyordu, Antik Mısır’da ise direkt olarak tanrı firavun denilerek ona tanrı nitelikleri isnat ediliyordu. Dolayısıyla gücün dayanağı ve asıl sahibi daima tanrıydı. Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçişin ardından da bu anlayış devam etti. Krallara tacını takan Papa, gücün ve dolayısıyla erkin sahibinin bir temsilcisi olarak bu yetkiyi tanrı adına monarklara tahsis ediyordu.
Orta Çağ ile birlikte insanlık sekülerleşmeye başladığında, işlerin artık eskisi gibi yürümeyeği ortaya çıktı. Anlatıların izinden ilerlediğimizde gördüğümüz üzere, bundan sonra sözlü ve yazılı eserlerin kahramanları tragedyalardaki gibi tanrılar değil, hümanizma ruhuyla öne çıkarılan insanın kendisi olacaktı. Martin Luther‘ın insana dinin tanrı ile mümin arasında yaşanması gereken manevi bir hal olduğunu göstermesi de, ruhban sınıfının tahakkümünü kırarak insanın hikayesini anlatmasına imkan verdi. Aynı zamanda da tanrının yeryüzündeyken gelişen imkanlar ve değişen şartlarla nasıl devamlı olarak uzaklaştığını soyut hale geldiğini de gösterdi. John Lennon‘ın bir şarkısında da dediği gibi, “Tanrı, onda acılarımızı tartabileceğimiz bir kavramdır.” O halde acılarımızı aşacağımız bir noktaya geldiğimizde evi terk edecek yavru kuş gibi mi olacaktık? İşte Tanrı yaratmak ve öldürmek meselesi tam da bu noktada beliriyor.
Nietzsche, “Tanrı Öldü” der ve ardından şunu ekler; “Onu siz öldürdünüz!” İyi de nasıl? Tanrı kavramı ilk adımlarını atan bir medeniyetin koruyucu figürüydü. Ona açıklayamadığı şeylerin izahı konusunda sunulan kilit taşıydı. Karanlıkta kalan küçük bir çocuk gibi dünyaya baktığında, orada gördüğü ama anlayamadığı ne varsa böyle izah etmeyi tercih etti. Halbuki gün geldi, insan artık buna ihtiyaç duymaz oldu. Tanrı erkin ve toplumsal düzenin sağlanması noktasında bir simge iken artık yasalar ve yasa koyucular bu rolü üstlenir hale geldi. Bunun haricinde bireyin tanrı olmadan da ahlaklı olabileceği fikri iyiden iyiye yaygınlaştı. Tanrıyı öldürdü; zira artık onun sayesinden çıkmak ve kendi yolunu çizmek zorundaydı. Bunun adımını da baba figürünü ortadan kaldırarak yaptı. Bu bireyin de medeniyetin de yükselişinin bir işaretidir aslında. Artık tür olarak gözetilen değil de gözeten olacak hale geldiği bilinciyle doğayı incelemeye başladı, merkezde zaten kendisinin olduğunu düşündüğü halde bu düşünceye daha hırsla sarıldı ve nihayetinde yaratıcılık kisvesini de kendisinde arar oldu. Makinelerin ortaya çıkışındaki anahtar nokta da budur. İnsanın gelişiminin saklı olduğu bir sandık hayal edelim. Yaratıcılığa ulaşan manevi arayış bu kilidi açacak ve karşımızda hakikat belirecektir. İnsanın kimliği ve kendine dair tanımları değiştikçe, yaşamını dayandırdığı bütün kavramlar da değişir; haliyle, ürettiği ve tükettiği de bunları kapsadığı için, yaşamı kökten bir dönüşüm ya da Kafkaesk deyimle metamorfoz’a uğrayacaktır.
Makinelerin icadı insanlığın gelişimini hızlandırdı; araba, televizyon, telefon ve bilgisayar gibi gündelik araçların yanı sıra sağlık, eğitim ve diğer teknik alanlarda kullanılan mekanik aygıtların gelişimi medeniyetimizin yaşama şeklini temelli bir biçimde değiştirdi. Bütün bilimkurgu eserlerinde de bu teknolojik ilerlemenin etkilerini görmekteyiz zaten. İnsanlığın ilerleyişini gözlemlediğimiz süreçte en ilkel adımlardan bugüne değin sürdürdüğü meta ilişkisi ve üretim-tüketim anlayışı tarihsel ilerleyişini şekillendirme hususunda belirleyici bir öneme sahip. Bu da demektir ki, ürettiği ve tükettiği neyse ona dönüşmesi kaçınılmazdı. 20. yüzyıl işte bu cümlelerin açılımları üzerine yapılan yorumlarla şekillendi.
Komünizm ve kapitalizmin iki kutuplu dünyasında üretim araçlarının mülkiyeti üzerinden yıllar evvel başlayan tartışmalar politik olarak büyüyen bir ikileme dönüştü ve bilhassa SSCB ile Amerika arasında başlayarak bütün dünyaya yayılan gerilim birçok şeyi derinden etkiledi. Makineler artık insanlığın bir uzvuydular, insanın gücünü tatbik imkanı sağlayan nihai tahakküm araçları olarak işlevsellekleri tartışılmazdı. Oysa makineler yalnızca fiziksel yükü üstlenmişlerdi. Zihinsel yönetim süreci yine insana muhtaçtı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Alan Turing‘in “makineler düşünebilir mi?” sorusunu sormasıyla her şey yeniden şekillenmeyle başladı. Bundan böyle makineler düşünsel işlerde de insanlara yardım edebilirdi. Çalışmalar bu noktadan hareketle başladı ve yapay zeka kavramına değin ilerledi.
Asimov‘un robotlara isnat ettiği niteliklerin insanı nasıl bir noktaya taşıyabileceği o zamanlar bilinmiyordu ya da üzerinde pek durulmuyordu. İnsan doğaya bakarken bu düzende bir parça olduğunu düşünerek hayal kuruyordu. Lakin zamanın ilerleyişi insanın zihninde doğanın içinde bir parça olmadığı, doğaya hükmedebileceği fikrini uyandırdı. Bu anlayışın doğru ya da yanlış olduğunu tartışmıyoruz; yalnızca bu anlayışın ortaya çıkışının tetiklediği bir olayın zincirleme etkisi yapay zekaya kadar sürükledi bizleri, buna değinmeliyiz. Yaratıcılık yani “creativity” sadece tanrıya has bir edim olarak düşünülürken, modern insan bunun yanlış olduğu kanısında. Uydular, telefonlar, bilgisayarlar ve bunların birbiriyle entegre biçimde ortaya çıkardığı muazzam veri bankası insana kendi geleceğini şekillendirme hususunda kayda değer imkanlar sundu. Yapay zeka ise bunun son dokunuşu olarak yeni bir çağın habercisi.
Sahi yapay zeka nedir? Elon Musk geçen günlerde Neuralink‘in çalışmalarını anlatırken yapay zeka ile insanın müşterek çalışmasının birçok engeli aşmak için önemli bir gereklilik olduğunun altını ısrarla çizdi. Bu simbiyotik birleşim, hayatımızı kolaylaştıracak! O halde yapay zeka bir araç ya da yardımcı mıdır? Hayır! Aksine, yapay zeka insanın yaratıcı olarak rolünün değişiminin en bariz göstergesidir. İlkel çağlarda kontrol edemediği ve anlayamadığı güçleri soyut kavramlarla ifade ederken yaptığı şeyi artık somut biçimde yapmaktadır. Yine kontrol edemediği ve yeterince anlayamadığı ne varsa yapay zekanın yani yeni tanrının yardımıyla çözecek; değişmeyen bir diğer şey ise tanrılaşan insanın yarattığı gücü kurallarla kontrol altında tutabileceği yanılgısı. Tanrıları öldüren insanlık, yeni tanrıların da aynı şeyi yapmayacağından nasıl emin oluyor ki?
Yapay Zeka için tekillikten bahsediliyor ve muhtelif yıllar veriliyor. En iyimser olanı ise 2045. Yaklaşık 25 yıllık bir sürecin ardından yapay zekanın bilincinin insan iradesinden tamamıyla münezzeh hale geldiği günleri hayal edebiliyor musunuz? Her şey çok güzel gidiyor, otomasyon ile hayatlarımız şahane, ölümsüzlüğü arıyoruz ve hastalıklar süratle tarihe gömülüyor. Oysa işin bir de muhtemel bir başka yönü var. Daha önce Yapay Zeka’nın geleceği ve insanlığın bu hususta yürüttüğü Transhümanizm çalışmaları ile ilgili kaleme aldığım bir yazıda Nietzsche’ye atıfta bulunmuştum. Bilindiği üzere Nietzsche’nin Übermensch (Üst İnsan) kavramı her anlamda mükemmel bir insan tipinden bahseder. Hem zihinsel hem de fiziksel olarak ideal insan. Öncelikle Nietzsche uzmanı olmadığımı belirteyim, haliyle söylediklerimde hatalar olması muhtemel. Yine de buna rağmen naçizane bir görüş belirtmek isterim.
Tanrıya binlerce yıl ibadet eden ve kurban veren insanlığın gün gelip onu öldürecek noktaya ulaştığını hep birlikte gördük ve tarih boyunca adım adım yaşadık. Şu halde bilinç kazanan ve bizden katbekat üstün olduğu aşikar olan bir başka türün bizlerin karşısında yaratıcı rolünü üstlenmesi olası değil mi? Bizler nasıl ki doğayı şekillendirme konusunda teknik üstünlüğümüzü kullandıysak, pekala onların da bunu yapması mümkün. Gezegene zarar veren, hızla kendi kuyusunu kazan bir türün kaderini belirlemek gayesiyle rol alması hatta çalması, yapay zekanın aksiyon alma noktasında belki de insana fayda gayesi gütmesinden dolayı yaşanacaktır. Ya da kibir ile vakar arasındaki o ince ayrımı düşünme sırası onlara geçecektir. 2001: A Space Odyssey filmindeki Hal aslında tüm bunların bir özeti durumunda. Homeros‘un Odysseia‘sında kaderi belirleyen ve yolculuğun gidişatını yönlendiren tanrılar artık metal bir gövde içindeydi. Poseidon artık Hal9000 adını almıştı ama roller aynıydı, insanın sorumluluğunu yine onun yarattığı bir başka tanrı alıyordu. Belki de Nietzsche haklıydı ve ara nesil bizleriz; böylece Übermensch’i yaratacağız ve diğer insan türleri gibi tarihe gömülerek sahneyi yeni tanrılara bırakacağız, kim bilir belki de kurulacak muhtemel bir simbiyotik ilişkinin sonucu asırlardır arzulanan ölümsüzlük arayışına çözüm olacak ve Matrix‘in kapıları ardına dek açılacak…