Türkiye’de bilimin gelişmiyor olmasının sebebi, bilimsel bir kültürün toplumumuzda bulunmuyor olmasıdır. Bilim, sanılanın aksine üstün zekâlı insanların bir araya gelerek ürettikleri, kimsenin anlayamayacağı formüller ve metinler bütünü değildir. İşin resmi tarafının bir kısmı karmaşık formüller ve uzun akademik metinlerden oluştuğu doğruysa da, “bilim” dediğimiz olgunun üretimi, oluşumu, gelişimi, halk içerisinden çıkan meraklı, sorgulayan, düşünen insanların ürünüdür. Dolayısıyla bir toplumda bilimin gelişmesi isteniyorsa, o topluma kimi akademisyenler tarafından “diplomalı cahil” olarak tanımlanan insanları enjekte etmenin dikkate değer bir faydası olmayacaktır. Zira bir üniversiteden mezun olmak, belli bir diplomaya sahip olmak, bilim üretecek donanıma sahip olunduğu anlamına gelmemektedir.
Bu, elitist bir yaklaşım olarak gözükebilir; ancak özünde asla öyle değildir. Eğer bundan iki önceki cümle, daha önceki yazdığım cümlelerle bir bütün olarak değerlendirilirse, ne demek istediğim çok daha net olarak anlaşılacaktır: Bilimi üretmek, bilimden anlamak, bilime ilgi duymak, bir diploma ile başlamadığı gibi, o diploma ile bitmemektedir de… Bir insanın bilimin nefes kesen dünyasına çekilmesi için diplomaya ihtiyacı yoktur. Keza, herhangi bir kişinin bilime artı değer katabilmesinin tek yolu diploma da değildir. Gelin bununla ne demek istediğimi daha derinlemesine anlatmaya çalışayım…
Yabani Otlar ve Gül Bahçeleri
Bir toplumda bilimin yeşermesi için, o toplumun özünün, bir nevi “toprağının” bilime uygun olması gerekmektedir. Anadolu coğrafyası, Antik Yunan’dan İslam alimlerine, hatta Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki çeşitli büyük isimlere ev sahipliği yapmış bir coğrafyadır. Bu bakımdan, “toprağımızın” bilime uygun olmadığını düşünmek için bir sebep yok gibi gözükmektedir. Öte yandan, bir bahçede kaliteli çiçeklerin yetişmesi için, aynı bahçedeki istenmeyen otların ayıklanması gerekir. Toprağı gelişime ne kadar uygun olursa olsun, bakımsız bırakılan bir bahçeyi kısa sürede kaplayacak olan şey, rengârenk çiçekler değil, rahatsızlık verici yabani otlar olacaktır. İşte Anadolu coğrafyasının içinde olduğu durum büyük oranda buna benzetilebilir: Coğrafyamız, savaşlardan dinlere, çeşitli ideolojilerden ayrımcılığa kadar o kadar fazla sayıda yabani ot ile doldurulmuştur ki, bilim gibi nadide çiçeklere yer kalmamaktadır.
İşte bu nedenle yapılması gereken ilk şey, bu bahçeyi elden geçirerek yabani otlardan arındırmak, en azından bunların etkisini elimizden geldiğince minimize etmektir. Bunlardan tamamen kurtulmak mümkün olmayabilir — hatta bazılarından kurtulmak akıllıca bile olmayabilir; zira bazı yabani otlar, çeşitli canlıları üzerlerine çekerek bahçedeki diğer çiçeklerin de yeşermesine, çoğalmasına, üremesine yol açabilir ve bu iyi bir şeydir! Ancak eğer bir bahçe “gül bahçesi” olacaksa, şöyle bir baktığınızda görmeniz gereken başlıca çiçek türü “gül” olmalıdır. Şurada veya burada yabani otlar olabilir; ancak bunlar dikkate değer olmamalıdır. Peki bunu nasıl yapacağız? Bilim okuryazarlığı ile… Bir nevi, “eğitim” ile. Eğitim, çok geniş bir başlık tabii ki, kolay değil tek bir şeye indirgemek. Ancak elimizden geldiğince, her açıdan cehalete saldırarak yeneceğiz ve bilim okuryazarlığı da bu konuda büyük önem taşıyor.
“Ben, Bilmek İstiyor muyum?”
Günümüzde internet adı verilen, Dünya çapında politikaları değiştiren, gerçekleri ortaya çıkaran, yalanları yaymak için müthiş bir aracı olabilen, sayısız ansiklopediye, makaleye, araştırmaya ev sahipliği yapan, parmaklarımızın ucunda bulunan muazzam güçlü bir araç var. Bu araç sayesinde insanlar, herhangi bir okula dahi gitmeden çeşitli konularda kendilerini geliştirebiliyorlar. Bir örnek olarak, MOOC (Massive Online Open Courses — Kitlesel Çevrimiçi Açık Ders) denen ve hızla yükselişe geçen yeni eğitim modelleri düşünülecek olursa, internetin hayatlarımızı eğitim bakımından nasıl değiştirdiği görülebilir. Dahası internet, bir eğitim aracı olmanın ötesinde, bir iletişim aracı olarak da eğitimi tamamlayıcı bir etkiye sahip. İnternet sayesinde, öğrendiğimiz şeyleri anlık olarak diğer insanlarla paylaşabiliyoruz. Örneğin Dünya’nın en büyük bilim Facebook sayfası olan “I Fucking Love Science”, Elise Andrews isimli bir bilimseverin sağda solda gördüğü, okuduğu, ilgisini çeken bilim haberlerini Facebook üzerinden paylaşmasıyla başlayan, bu yazının yazıldığı gün itibariyle neredeyse 25 milyon okuyucuya/takipçiye sahip bir sayfa… Tüm bunlar, internet gibi araçlar sayesinde eğitimin ve daha önemlisi doğru, güvenilir bilginin kitlelere nasıl eriştirilebileceği konusunda önemli fikirler veriyor. Tek yapmamız gereken, kendi başımıza kaldığımızda kendimize şu soruyu sormak: “Ben, bilmek istiyor muyum?” Eğer ki bu sorunun cevabı güçlü bir “Evet!” ise, bilime derhal ilk adımları atmak gerekiyor. Sonra, gerisi zaten gelecektir. Bilmenin keyfine bir defa şahitlik etmiş kimsenin bundan vazgeçebileceğini hiç mi hiç sanmıyorum.
Bilim okuryazarlığı elbette ki sihirli bir anahtar değil, her sorunumuzu kökünden silip atmayacak. Fakat bu konuda bir sihirli anahtar olsaydı, bilim okuryazarlığı buna en yakın şey olurdu! Zira bilimsel araştırmaları okumaya başladığınızda, sadece bir kelebeğin kanatlarındaki X maddesinin Y hastalığına nasıl etki ettiğini öğrenmiyorsunuz. Bilimsel çalışmaları okudukça, bir bilim insanının nasıl düşündüğünü, düşünmesi gerektiğini öğreniyorsunuz. Bu, o konuyu anlıyor olmanızdan bile daha kıymetli bir farkındalık. Tıpkı birine balık vermekle balık tutmayı öğretmek arasındaki fark gibi… Eğer ki bir insan, bilim insanları, onların çalışmaları ve onların çalışmalarını halkın anlayabileceği bir dile çeviren popüler bilim yazarlarının gözlerinden Dünya’ya bakabilmeyi öğrenirse, kısaca “düşünmeyi öğrenirse”, hayatı kökünden değişecektir. İşte bizim coğrafyamızın aç susuz kaldığı değişim, bu tür bir değişimdir. Düşünen, sorgulayan, merak eden, araştıran, okuyan bir kitle… Bu kitleyi ezici çoğunluk olmasa da, dikkate değer bir boyuta getirebilirsek, Türkiye’nin asırlarca gerisinde kaldığı gelişmiş medeniyetler düzeyine en azından takdire şayan bir miktarda yetişmemiz son derece mümkündür. İşte bizim yapmaya çalıştıklarımızın başında gelen budur: Bir bilim kültürü yetiştirebilmek… O güzel olması arzulanan bahçede yetişen tek tük gül çiçeklerini korumak, çoğaltmak, desteklemek ve onlara her türlü katkıyı sağlamak… Başarılı oluruz, olamayız, orası bilinmez. Ancak denemezsek, başarılı olamayacağımız kesin. Bu nedenle bile denemeye değer!
Kısır Döngüden Kurtulmanın Yolu
Toplumdaki bilim okuryazarlığının artması ve doğru, özgür, tarafsız düşünebilmenin temellerinin atılması, sadece bilim algısını değil, siyaseti, eğitimi, yaşam biçimini ve geri kalan her şeyi değiştirecektir. Ufku ay sonunu getirebilmekten öteye geçen, günlük sıkıntılar içerisinde boğulmanın yanı sıra dünyaya ve insanlığın sorunlarına, evrenin bilinmeyenlerine, doğanın gizemine odaklanan insanlar, kendilerine çeşitli opsiyonlar sunulduğunda, siyasi tercihlerde bulunmaları gerektiğinde, günlük yaşamlarını idame ettirirken, çok daha eğitimli ve isabetli kararlar alabileceklerdir. Dünya’nın sürdürülebilirlik sorunlarıyla ilgilenen birisi, yoldan geçen bir kadının giydiği kıyafetle ilgilenmeyecektir. Mars’a gönderdiğimiz araçların nasıl tekrar kullanılabilir roketlere sahip olabileceği üzerine kafa yoran birisi, insan ölümleri üzerinden bile siyaset yaparak rant sağlayabilen politikacıların yalanlarına kanmayacaktır. Bilimsel sorgunun ve atılımların bu basit toplumsal etkisi bile, bir toplumu yeniden şekillendirmek için gerekli ortamı sağlayacaktır.
Tabii ki gönül ister ki bu konuda asıl atılımları yapan, halkına karşı ahlaki bir sorumluluğu bulunan devlet olsun. Ancak ne yazık ki Türkiye’de bunu beklemek pek mümkün değil. Bunun sebebi de sadece yöneticilerin eğitimsizliği, ufuksuzluğu, dar görüşlülüğü değil. Seçmenlerin, dolayısıyla da seçilenlerin mantıklı ve sağlıklı kararlar veremiyor oluşu. Bu bir döngü: Eğitimsizlik kötü kararlara neden oluyor, kötü kararlar da eğitimsizliğe… Zira hiçbir güç sahibi politikacı, yönetici, idareci, vb., kendisini kör cahil bir şekilde destekleyen ve seçen kitlelerin eğitimli tercihler yapmaya başlamasını istemez. İşte bu kısır döngünün kırılması gerek. Bunu yapacak olan, içlerinde bulundukları durum sayesinde en azından bir miktar eğitim alabilmiş, öğrenme merakıyla donanmış, araştırma yapmaya zaman ayırabilen, sorgulama yeteneğine sahip olan, bilimsever insanlardır. İşte bu açıdan bakıldığında, en başta söylediklerimin hiçbir elitist tarafı olmadığı görülecektir. Tam tersine benim iddiam, bilimseverler olarak içerisinde bulunduğumuz konumun bize ahlaki bir mecburiyet yüklüyor olmasıdır: Öğren ve öğret! Oku ve anlat! Yaz ve aktar!
Evrim Ağacı’nın Üstlendiği Rol
Ben, Evrim Ağacı’nı bu sorumluluk bilinciyle kurduğuma inanıyorum. En başta yola çıktığımızda, bizi dinleyen 1 insan bile olsa, yılmadan öğrenmeyi ve öğretmeyi sürdüreceğiz demiştik. Bu dediğimizi yaptık da! İlk başlarda bazı toplantılarımızda 1–2 insan olurdu, onlarla bile toplantılarımızı sürdürürdük. Sonra o sayı 5 oldu, 10 oldu, 40 oldu, 100 oldu… İnternetin gücüne başvurmaya başladık, sayı şimdi 420.000’i aştı! Elimizde tuttuğumuz bu gücün farkındayız ve onu iyiye kullandığımızdan emin olmak için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz! Evrim Ağacı, Türkiye’de bir bilim okuryazarlığı devrimi başlattı. Kendisinden önce gelenlerden aldığı mirası, kendisinden sonra gelen bilim sayfalarına taşıyan bir köprü oldu. “Onlar yapabiliyor, biz de yapabiliriz!” şeklinde tanımlayabileceğim bir umudu, bilim konusunda atılımlar yapmak isteyen insanlara verdi. Hala da vermeyi sürdürüyor… Her gün, Türkiye’nin dört bir yanından e-postalar alıyoruz, arkadaşlarımız aracılığıyla duyuyoruz.
Evrim Ağacı sayesinde etrafına bilim anlatan, bilimsel gerçekleri dili döndüğünce anlatmaya çalışan, bilim kulüpleri kuran, yazılarımızdan faydalanarak dersler veren sayısız okurumuz, Türkiye’nin her bir yanında aydınlanma ateşini canlı tutuyorlar. Bu iş kolay bir iş değil. İnsanlar “ateş” örneğini verirler; ancak koca bir ormanı aleve vermek, sanıldığı kadar kolay değildir. Eğer yanması gereken alan çok genişse, yangının birden fazla noktada başlaması gerekir. Tek merkezli yangın, genellikle bir ormanı bütün olarak yutamaz, o kadar büyüyemez. Bunun bilincinde olan insanlar olarak, aydınlanma ateşini Türkiye’nin dört bir yanında, farklı noktalardan başlatmaya çalışıyoruz. Bize kalırsa bu çabalar, er ya da geç Türkiye’yi belli bir aydınlanma eşiğinin ötesine taşıyacaktır. O eşik bir defa geçildi mi, geri döndürülemez bir şekilde bilimsel algı, ilerleyiş, gelişmeler yaşayacağımızı düşünüyorum. Bu umutla, bu hevesle de çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
Yabani Otlardan Kurtulurken…
Bu noktada “doğru” ve “yanlış” gibi kavramların çok anlamı olmadığına inanıyorum. Eğer ki bir coğrafya büyük oranda bataklığa batmışsa, şöyle veya böyle kurtarmanın doğrusu veya yanlışı olacağına pek inanmıyorum. Hele ki hedefimiz, bilim gibi tarafsızlığı, aydınlığı, özgürlüğü garantilemeyi hedefleyen bir olgu ise… Bir diğer deyişle, bir bahçeyi yabani otlar sarmışsa, onları yakmışsınız, ilaçlamışsınız, tek tek yolmuşsunuz, çok fark etmez. Yeter ki o mücadeleye bir noktadan katılın, taşın altına elinizi olabildiğince sokun. Tabii ki bazı etik kurallar bilim sayfalarını sınırlandırıyor, sınırlandırmalı da… Kaynak gösterme, alıntı yapma, doğru çeviriler, dürüst habercilik, eğitimli fikirler beyan ederken güvenilir kaynaklara başvurma, kendinden bir şeyler katarken olabildiğince objektif olma, vb. konular her birimizin dikkat etmesi gereken şeyler. Benim yöntemden kastım, bu karanlığı yok etmeye çalışırken, her oluşumun kendi iç dinamiklerine saygı duymak, kendilerini dışarıya nasıl yansıttıklarına karışmamak gibi şeyler… Birbirimizi farklılıklarımızla kabul etmeyi başardığımızda, Türkiye’de bilimin ilerleyişi konusunda çalışan insanlar olarak çok daha bütünleşik, çok daha güçlü bir işbirliği kuracağımıza inanıyorum. Daha önceden sözünü ettiğim o “bilimsel aydınlanma eşiğine” ulaşmak konusunda bu işbirliği büyük rol oynamaktadır.
Dilimize dolanan klişenin gerçeğe dönüştürülme vakti geldi ve geçiyor: “Eğitim şart!” Eğitim gerçekten şart; ancak bunu sadece okullarda hocalardan beklemek büyük bir hata! Elimizin altında internet varken, bu araç sadece bir “oyun oynama aracı” ise, sırf “şu kişi ne yapmış bir bakayım” aracı ise, burada bir hata var demektir. Geçmişte yaşamış insanlar, fedakârlıkları, çalışkanlıkları, çabaları ile bize bugün yaşadığımız hayatları hediye ettiler. Bizim de çocuklarımıza, torunlarımıza, gelecek nesillere büyük bir sorumluluğumuz var. Bilim insanları, bu sorumluluğun en üst düzeyde farkında olan insanlar. Bizler de, onların çizdiği yoldan giderek, bu yolda ilerlerken kendimizden bir şeyler katarak, yeni yollar açarak geleceğe meş’aleyi taşımamız gerekiyor. Eğer bunu yapmak konusunda bir nebze başarılı olabilirsek, ne mutlu bize!
Bilimin ışığının her yanı aydınlattığı günler görmek dileğiyle…
Not: Bu yazı ilk olarak bağımsız medya oluşumu 405’in Medium üzerindeki blogunda yayınlanmıştır.