Enrico Fermi’nin, “Uzaylılar nerede?” sorusuna olası yanıtlardan biri şuydu: Belki de yıldızlararası yolculuk ekonomik değildir. 1950’de İtalyan asıllı Amerikalı fizikçi Enrico Fermi, Manhattan Projesi kapsamında çalıştığı Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’nda meslektaşlarıyla öğle yemeği yerken konu dönüp dolaşıp UFO’lara geldi. O masada Fermi, tarihe geçecek bir soru sordu: “Madem uzaylılar var, o hâlde neredeler? Onları neden görmüyoruz?” Bir başka deyişle, neden hâlâ ziyaret edilmedik? Aslında oldukça basit bu soru, Fermi Paradoksu’nun da temelini oluşturacaktı. Öyle ya, devasa bir evrende yaşamamıza rağmen ortalıkta kimseler yoktu. Yani eğer varsalar neden varlıklarına dair bir kanıt bulamıyoruz? O günden beri paradoksa birçok çözüm önerildi. Bunlardan biri de Sızma Hipotezi‘ydi…
Fermi Paradoksu’nun arkasındaki temel düşünce, gezegenlerin bolluğu ve evrenin yaşı da göz önüne alındığında, gelişmiş bir dış uygarlığın şimdiye kadar galaksimizin önemli bir bölümünü kolonileştirmiş olması gerektiğidir. Yaşı 13,5 milyar yıl olan Samanyolu Galaksisi’nde tahminen 100 ila 400 milyar yıldız barındığına göre (bazı tahminlere göre bu sayı bir trilyonun üzerindedir) iddia hiç de mantıksız değildir. Yani galaksimiz, çok sayıda zekâ barındırmak için yeterince kalabalık ve yaşlıdır. Üstelik bu uygarlıklardan bazıları bizden çok daha yaşlı olmalıdır, milyarlarca yıl daha yaşlı… İnsanlığın birkaç milyon yılda geldiği seviye dikkate alındığında, birkaç milyar yılda neler olabileceğini hayal bile edemeyiz… Tabii bütün bunların bir varsayım olduğunu unutmamak gerekiyor.
Birincisi, kendimizin bir istisna olup olmadığını bilmiyoruz… İkincisi, akıllı bir uygarlığın milyarlarca yıl yaşayıp yaşamayacağını kestirmek zor… Üçüncüsü, her uygarlığın galaksiye yayılmayı isteyip istemeyeceği muamma. Dördüncüsü, eğer bir uygarlık galaksiye yayılmak istese bile böyle bir imkâna sahip olup olmadığı kesin değil. Bütün bunlar bizim için birer bilmece ve bu bilmeceyi çözecek en küçük bir kanıt dahi ele geçirebilmiş değiliz. Şimdilik sadece spekülasyon yapabiliyoruz. Ayrıca şu ana dek görebildiğimiz tek şey de ne yazık ki boş bir evren.
Ancak Fermi Paradoksu, yukarıdaki soruların tümüne “evet” yanıtı veriyor. Evet, evren akıllı yaşamla dolu olmalı. Evet, tümü de galaksiye yayılmayı can-ı gönülden istemeli. Evet, bir uygarlık milyarlarca yıl yok olmadan varlığını sürdürebilmeli ve evet, uyarlıklar o kadar gelişecek ki yıldızlararası seyahat de mümkün hâle gelecek. Dikkat edilirse, Fermi Paradoksu iyimserlikler üzerine kuruludur. Evrenin yaşamla, üstelik de akıllı yaşamla dolup taştığını, bu uygarlıkların milyarlarca yıl boyunca başlarına gelebilecek tüm felaketlerden kurtulacak kadar akıllı (ya da şanslı) olduğunu, bu arada herkesin uzaya açılmak için yanıp tutuştuğunu ve son olarak da bunlardan bazılarının uzaya yayılmak için gerekli teknolojiye sahip devasa gemiler yapabileceğini varsayar. Bu gemilere doluşan bireyler, yıldızlararası seyahatin tüm zorluklarını aşarak yeni gezegenlere yerleşecek ve orada koloniler kuracaktır…
Peki, ama neden henüz yoklar? Neden henüz bize gelmediler? Neden onları göremiyoruz?
Sadece ikinci olasılık bile şaşırtıcıdır. Bir uygarlık milyarlarca yıl yaşayabilir mi? Yani gezegene çarpacak sayısız göktaşından, küresel felaketten, çevre krizlerinden, nükleer savaşlardan, yıldız ölümlerinden kurtulabilir mi? Kurtuldu diyelim… Yıldızlar arasındaki o büyük boşlukları aşabilecek gemiler yapabilir mi? O gemiler için gereken muazzam enerji kaynağını bulabilir mi? Bütün bunların bir maliyeti yok mu? Varsa ne kadar?
Sızma Hipotezi, işte bu sorulara verilen ilginç bir yanıt olarak karşımıza çıkıyor.
Görelilik Engeli
1905 yılında Albert Einstein, Özel Görelilik Teorisi’ni geliştirdiği bir makale yayımladı. Makale, Newton’ın hareket yasaları ile Maxwell’in ışıkla ilgili denklemlerini uzlaştırmaya çalışılıyordu (Bu ikisinin çeliştiği anlaşılmıştı). Özetle Einstein, ışık hızının sabit olmakla kalmayıp ayrıca evrenin de hız sınırı olduğunu belirlemişti. Makalenin en dikkat çeken tarafı, “kütlenin enerjiye eşdeğer” olduğunu ifade eden ünlü E=mc² denklemiydi. Kısaca bu denklem, bir cisme ait durgun enerjinin, kütlesi ile ışık hızının karesinin çarpımına eşit olduğunu söylüyordu. Yani madde muazzam miktarda enerjinin yoğunlaşmış hâliydi. Ayrıca bir cisim ne denli hızlanırsa, kütlesi de o oranda artıyordu. Başka denklemler bu artışın miktarını da hesaplamamızı sağlıyordu. Görüldüğü üzere, ışık hızına ulaşan bir cismin kütlesinin sonsuz olması gerekiyordu.
Ya da sıfır… Yani bir cisim hiç kütleye sahip değilse, o zaman limit hızda (ışık hızında) hareket de edebilirdi. Ama bir cisim belli bir miktar kütleye sahipse, bu kütle ona bir sınır koyacaktı. Nesne hızlandıkça ağırlaşır ve sonunda o kadar ağır olurdu ki, hızını arttırmak imkânsız hâle gelirdi. Ama ışık için bu durum söz konusu değildi. Çünkü onun kütlesi yoktu ve ışık hızında hareket edebilirdi (Kütlesiz tüm cisimler için geçerli bir durum). Dolayısıyla fizik anlayışımızda muazzam bir devrim yaşanmazsa, ışıktan daha hızlı bir itiş sistemi de asla var olamazdı.
Sanki evrenin zeminine ağır prangalar ve güllelerle bağlanmış gibiydik. Ya da boşluk, bir katran gibi etrafımızı sarıyor ve bizi uçmaktan, düşünce hızında bir yerden başka yere gitmekten alıkoyuyordu. Fiili durum buydu. Işık hızına ulaşamayacağımız gibi ona yaklaşamazdık bile. Hatta ışık hızının çok küçük bir kesrinde seyahat etmek bile muazzam miktarda enerji gerektirecekti. İşte böyle garip bir evrende yaşıyorduk. Yıldızlararası yolculuğun gerçeğe dönüşmesini arzu eden fizikçi ve mühendisler çok ilginç, yenilikçi fikirler üretti. Yine de mürettebatlı yolculuk tasarılarından hiçbiri “uygun maliyetli” diyebileceğiniz türden şeyler değildi.
Bir İlke Meselesi
Fermi Paradoksu’ndaki iyimserliğin altında, büyük astronom Nicolaus Copernicus’un adıyla anılan Kopernik İlkesi yatıyordu. Özetlemek gerekirse bu ilke, Dünya’nın evrenin merkezi olarak eşsiz ve ayrıcalıklı bir konumda olmadığı iddiasıydı. Daha doğrusu, onun gelişmiş bir versiyonuydu. Kopernik İlkesi, bizim bir özelliğimiz olamayacağını söylüyordu. Yani, “Biz kimiz ki evrenin merkezinde yer alalım?” ya da “Ne ayrıcalığımız var ki evrendeki tek zeki canlılar biz olalım?” diyordu. O hâlde bizler (akıllı yaşam formları), özel yaratıklar olamazdık. Olsa olsa, bize benzeyen sayısız varlık arasında sıradan bir tanesiydik. Bizimkine benzer diğer gezegenler de yaşamla dolup taşmalıydı. Kısacası tüm evrene genişletilen bu prensip, bugün gördüğümüz şekliyle evrenin sıradan olduğunu savunuyordu.
Öte yandan, Antropik İlke tam tersi görüşteydi. İnsan özeldi, Dünya özeldi, Güneş özeldi… ve eşsizdi de… Başka benzerimiz yoktu ve olamazdı… Bizler olağanüstü bir istisnaydık… Eşi benzeri olmayan canlılardık… Evrenin merkeziydik… Hatta belki de tüm evren, sırf biz var olalım diye şekillen(diril)mişti. Her şey bizim var oluşumuz için ince ince ayarlanmıştı. Şu anki durumdan en küçük bir sapma bile gerçekleşse var olamazdık. Güneş’e doğru uzaklıktaydık, gezegenimiz doğru büyüklükteydi, Dünyamızın sahip olduğu su miktarı ve elementler de olabilecek en doğru orandaydı… Ay bile bizi korumak için vardı… Jüpiter de göktaşlarını kendine çekerek bizi koruyordu…
Kopernik İlkesi’ni doğru kabul edersek, herhangi bir akıllı türün de yıldızlararası yolculukta bizimle aynı zorluklarla karşılaşacağını varsaymak zorundaydık. Fizik anlayışımızda büyük bir atılım dışında, bunları aşmanın bir yolunu öngöremediğimiz için muhtemelen başka hiçbir tür de böyle bir yol bulamamıştı. “Büyük Sessizliğin” nedeni bu olabilir miydi? Mesafe ve zamanın bir faktör olabileceği fikri, birçokları tarafından göz önüne alınmıştı. Carl Sagan ve William I. Newman, 1981 tarihli “Galaktik Uygarlıklar: Nüfus Dinamikleri ve Yıldızlararası Sızma” adlı çalışmalarında, dünya dışı uygarlıklara ait sinyallerin henüz Dünya’ya ulaşmamış olabileceğini öne sürdü. Bu iddia, Kopernik İlkesi’ne aykırı olduğu gerekçesiyle bazı bilim insanları tarafından eleştirildi. Sagan ve Newman’ın kendi tahminlerine göre, bir dünya dışı uygarlığın galaksinin tamamını keşfetmesi için gereken süre, galaksimizin yaşına (13,5 milyar yıl) eşit veya ondan daha azdı. Eğer bir dış uygarlığın sondaları veya sinyalleri henüz bize ulaşmadıysa bu, akıllı yaşamın nispeten yakın geçmişte ortaya çıkmaya başladığı anlamına gelebilirdi. Başka bir deyişle, galaksi yerleşik duruma geçiyor olabilirdi.
Ancak fizik yasalarının dayattığı sınırlara ilişkin belki de en ikna edici argümanı ortaya atan kişi Geoffrey A. Landis’ti. 1993 tarihli “Fermi Paradoksu: Sızma Hipotezi’ne Dayalı bir Yaklaşım” başlıklı makalesinde, görelilik teorisinin bir sonucu olarak dış uygarlıkların galakside ancak belli bir yere kadar genişleyebileceğini savundu. Landis’in argümanının merkezinde, düğümler veya bağlantılar kaldırıldığında bir ağın nasıl davrandığını açıklayan ve “sızma teorisi” olarak bilinen istatistik kavramı vardı. Bu teoriye göre, yeterince bağlantısı kaldırıldığında ağ daha küçük bağlantılı kümelere bölünecekti. Landis’e göre aynı süreç, göçmenlerin başına gelenleri anlatmakta da faydalıydı. Kısacası Landis, istatistiksel olarak akıllı yaşamın mümkün olduğu bir galakside, dünya dışı uygarlıklar arasında bir “güdü birliği” olmayacağını öne sürüyordu. Bunun yerine güdü çeşitliliğini varsayıyordu. Bazıları dışarı çıkmayı ve kolonileşmeyi seçerken, diğerleri “evde kalmayı” yeğliyordu. Kendi sözleriyle açıklayalım:
“Yeterince fazla sayıda dünya dışı uygarlık göz önüne alındığında, bir veya daha fazla uygarlık çeşitli nedenlerle kolonizasyonu tercih edecektir. Ancak yayılma son derece uzun zaman alacak ve çok pahalıya mal olacaktır. Uzun vadeli bir kazanç için bu kadar büyük bir harcama yapmak tüm uygarlıkların ilgisini çekmez. İnsan toplumu da son derece uzak mesafeleri keşfedip kolonileştiren kültürler ile bunu yapmakla hiçbir ilgisi olmayan kültürlerin bir karışımından oluşur.”
Özetlemek gerekirse, gelişmiş bir türün galaksiyi hızlı ve tutarlı bir şekilde kolonileştirmesi mümkün değildi. Artan maliyet ve koloniler arası iletişimdeki gecikme süresi gibi sınırlamalar yüzünden koloniler kültürlerini sınırlı bir mesafeye kadar yayabilirdi (sızma). Dolayısıyla kolonizasyon tekdüze olmayacak, her zaman kolonize edilmemiş büyük bölgeler kalacaktı. Benzer bir iddia, 2019 yılında Prof. Adam Frank ve NASA araştırmacılarından oluşan bir ekip tarafından da öne sürülmüştü. “Fermi Paradoksu ve Aurora Etkisi: Medeniyet Dışı Yerleşim, Genişleme ve Sabit Durumlar” başlıklı bir çalışmada, potansiyel olarak yaşanabilir gezegenlerin tümüyle kolonileşmeye uygun olmayacağı için galaksideki yerleşimin kümeler hâlinde gerçekleşeceği savunulmuştu.
Elbette Landis’in modeli de kendine özgü varsayımlar içeriyordu. Birincisi, yıldızlararası yolculuğun fizik yasaları nedeniyle zor olduğu ve koloniler arası alışverişin ancak belli bir mesafeye kadar yürütülebileceği varsayımları vardı. Bu nedenle, bir uygarlık yalnızca kendi evine makul bir mesafeye kadar kolonileşebilirdi. Ötesinde ikincil kolonizasyon meydana gelecekti. Tabii ilk koloni bölgesi, ikinci koloni bölgesinden hem zamanca hem de özellik bakımından farklı olacaktı.
Landis, aynı zamanda ana uygarlığın kolonileri üzerindeki hakimiyetinin zayıf olacağını ve bunların kendi kolonileştirme yeteneklerini geliştirmeleri için gereken sürenin de çok uzayacağını varsayıyordu. Dolayısıyla kurulan her koloni zamanla kendi kültürünü geliştirecek ve koloninin insanları, ana uygarlığınkinden farklı bir benlik ve kimlik duygusuna sahip olacaktı. Kısacası, koloniler bağlantılı olamazdı. En fazla birbirine benzeyen bölgelerden oluşabilirdi. Bölgeler arasında büyük farklar; iletişim ve alışveriş engelleri bulunacaktı. Belki de büyük bariyerler ve duvarlar söz konusu olabilirdi. Bunlardan ayrı olarak, koloni bölgeleri zaman bakımından da birbirinden farklılaşabilirdi. Yani, bir koloni çökerken diğeri yavaş yavaş yükselmeye başlayabilirdi. Biri yükseliş dönemindeyken, diğeri taş devrini yaşayabilirdi.
Mevcut teknoloji kullanılarak 4,2 ışık yılı (kırk trilyon km) uzaklıktaki Proxima Centauri’ye (Yakın Erboğa) ulaşmak 1000 ila 81.000 yıl sürecekti. Göreceli hızlara (ışık hızının belli bir kesri) ulaşmak mümkün olsa da seyahat süresi hâlâ birkaç on yıldan bir yüzyıla kadar uzayabilirdi. Dahası, böylesi bir yolculuğun maliyeti de son derece yüksek olacaktı. Ancak kolonicileri başka bir yıldız sistemine götürmek sadece işin başlangıcıydı. Proxima Centauri’deki yaşanabilir bir gezegene yerleşmeyi başarsalar bile, Dünya’ya bir mesaj gönderip yanıt almaları 8 buçuk yıl sürecekti. Bu durum, koloniler üzerinde merkezi kontrolü veya kültürel hegemonyayı sürdürmeyi ümit eden herhangi bir medeniyet için kesinlikle pratik değildi.
Yıldızlararası Yolculuklar ve Maliyeti
Maliyet konusu gerçekten de önemlidir. Örnek vermek gerekirse, tüm Ay Programı ABD’ye 163 milyar dolara patlamıştır. Astronotları 1972’den bu yana ilk kez Ay’a geri gönderecek olan Artemis Projesi’nin mevcut maliyeti 35 milyar dolar civarındadır. Dünya’nın burnunun dibinde yer alan bir gökcismine (Ay) ulaşmak için bile ne kadar büyük bir para gerekiyor! Bunu bir de yıldızlararası yolculuğun maliyetiyle kıyaslamaya çalışın! Uzay Çağı’nın başlangıcından bu yana, yakın yıldızlara uzay aracı göndermek isteyenler oldu. Bu önerilerin merkezinde aynı kaygı vardı: Bir insan yaşamı süresi içinde yakın bir yıldıza ulaşabilir miyiz? Bu işin üstesinden gelmek için bilim insanları, uzay aracını göreceli hızlara çıkarabilecek bir dizi itiş stratejisi tasarladı.
Bunlardan en basit olanı kesinlikle Nükleer Darbeli Tahrik olarak bilinen bir yönteme dayanan Orion Projesi‘ydi (1958’den 1963’e). Ted Taylor ve Freeman Dyson tarafından yönetilen bu proje, nükleer savaş başlıklarının ürettiği patlayıcı gücü itme kuvveti oluşturmak için kullanacak devasa bir yıldız gemisi öngörüyordu. Bu savaş başlıkları uzay aracının arkasından serbest bırakılacak ve patlatılarak nükleer darbeler oluşturulacaktı. Bunlar, patlayıcı kuvveti ileri momentuma çeviren arkaya monteli bir baskı plakası (diğer adıyla “itici”) tarafından emilecekti. Biraz kaba bir yöntemdi ama basit ve etkiliydi! Teorik olarak bu şekilde ışık hızının %5’ine varan hızlara (0,05c) ulaşılabileceği hesaplanmıştı. Ne yazık ki maliyeti epeyce yüksekti. Dyson’ın 1968’de yaptığı tahminlere göre, bir Orion uzay aracının ağırlığı 400.000 ila 4.000.000 metrik ton arasında olacaktı. Böyle bir gemi inşa etmenin maliyeti günümüzde 2,75 trilyon dolar olarak hesaplanıyor. Bu, ABD hükümetinin 2019 yılı yıllık gelirinin yaklaşık %78’i anlamına geliyor!
Diğer bir fikir ise Daedalus Projesi olarak bilinen yine nükleer bir sistemdi. Sistem, Döteryum/Helyum-3 topaklarını elektron lazerleri kullanarak bir reaksiyon odasında eritip bu şekilde itme kuvveti üretecek iki aşamalı bir uzay aracını gerektiriyordu. İkinci aşamada manyetik bir nozül tarafından itişe dönüştürülecek yüksek enerjili bir plazma yaratacaktı. Uzay aracının ilk aşaması 2 yıldan biraz fazla bir süre çalışacak ve uzay aracını ışık hızının %7,1’ine (0,071c) kadar hızlandıracaktı. İkinci aşama 1,8 yıl boyunca çalışacak ve gemiyi ışık hızının %12’sine (0,12c) ulaştıracaktı. Ardından ikinci aşama motoru kapatılacak ve gemi 46 yıllık bir seyir dönemine girecekti. Projenin tahminlerine göre, misyonun Barnard Yıldızı’na (6 ışık yılından daha az uzaklıkta) ulaşması 50 yıl sürecekti. Aynı gemi, Proxima Centauri’ye 36 yılda ulaşabilecekti. Ancak proje, teknolojik engellere ek olarak ciddi maliyetlere sahipti. Mürettebatsız bir konseptin mütevazı standardına göre bile, tam yakıtlı bir Daedalus’un ağırlığı 60.000 ton olacak ve maliyeti 5,3 trilyon doların üzerine çıkacaktı (2012 tahminlerine göre). Uluslararası bir organizasyon olan Icarus Interstellar, Icarus Projesi ile Daedalus konseptini canlandırmaya çalışıyor ama 6 trilyon doları nereden bulacakları meçhul.
Bir başka cesur fikir antimadde itkisiydi. Parçalanan madde ve antimadde çifti olağanüstü hıza sahip yüklü parçacıklar üretecek, ışık hızının üçte biri oranında hareket edecek olan bu parçacıklar da itme kuvveti oluşturmak için manyetik bir ağızlık tarafından yönlendirilecekti. Ne yazık ki bir gram antimadde yakıt maliyetinin bir trilyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. NASA araştırmacısı Robert Frisbee tarafından hazırlanan bir rapora göre, iki aşamalı bir antimadde roketinin yaklaşık 40 yıl içinde Proxima Centauri’ye yolculuk yapması için 815.000 tondan fazla yakıta ihtiyacı olacak! Şimdi üşenmiyorsanız 815.000 ile bir milyonu çarpın, bulduğunuz sonuçla bir trilyonu çarpın… İşte yolculuğun maliyeti bu kadar olacak! Daha iyimser bir rapor, 170 tonaj antimadde yakıtı içeren bir uzay aracının ışığın yüzde 50 hızına ulaşabileceğini belirtiyor. Bu araç Proxima Centauri’ye 8 yıldan biraz daha uzun bir sürede ulaşabilir, ancak bunu yapmanın uygun maliyetli bir yolu yok ve hiçbir zaman da olmayacak.
Öte yandan, füzyon roketleri yakıtını yıldızlararası ortamdan toplayabilir. Benzer şekilde, yıldızlararası ortamdan kendi yakıtını yaratan “Vakumdan Antimaddeye Roket Yıldızlararası Araştırma Sistemi (VARIES)” adlı bir proje de mevcut. VARIES gemisi, boş uzaya ateşlendiğinde antimadde parçacıkları yaratacak büyük lazerlere bel bağlıyor. Ne yazık ki, bu fikirlerin hiçbiri mevcut teknoloji ile mümkün olmadığı gibi, maliyet etkinliği kapsamında da değil (uzun vadede değil). Bu koşullar altında yıldızlararası mürettebatlı yolculuklara yönelik herhangi bir fikrin kesinlikle pratik olmadığını söylemek yanlış olmaz.
Ancak Yönlendirilmiş Enerji İtkisine dayalı sondalar gönderebiliriz (insansız). Breakthrough Starshot veya Project Dragonfly gibi tekliflerin gösterdiği üzere, bu uzay yelkenleri göreli hızlara çıkartılabilir ve dış gezegenlerin resimlerini çekebilir, onlardan veri toplayabilir. Bu tür sondalar kolonileşme konusunda işe yaramaz, ancak yıldızlararası keşif için uygun maliyetli araçlardır. Dahası, yıldızlararası iletişimdeki zaman gecikmesi yüzünden bu sondaların Dünya’ya rapor göndermeleri ve Dünya’dan komut almaları hâlâ çok zor olacaktır. Kısacası, bir öte-uygarlığın sınırlarının ötesine sonda göndermesi pek olası değildir.
Sonuç
Akıllı bir türün ortaya çıkmasının 4,5 milyar yıl süreceğini (Dünya’nın oluşumu ile modern insan arasındaki süre) varsaydığımızda ve galaksimizin 13,5 milyar yıldır var olduğunu düşündüğümüzde, hâlâ 9 milyar yıllık bir boşluk varmış gibi görünüyor. 9 milyar yıl boyunca birden fazla uygarlık gelip gitmiş olabilir ve öyle görünüyor ki hiçbir tür tüm galaksiyi kolonileştirebilmiş değil… “Belki de kolonileştirdi ama biz fark etmiyor olabiliriz,” diyebilirsiniz. Ancak böyle büyük bir etkinliğin gözden kaçması zordur. Uzaydaki bu yayılım gerçek olsaydı, bunu görmemiz gerekmez miydi? Bu koşullar altında, bir uygarlığın ulaşabileceği doğal sınırlara ek olarak başka faktörlerin de iş başında olduğunu düşünmek zorundayız. Bizim bilmediğimiz engeller ya da başka şeyler olabilir mi?
Onlardan haber alamıyoruz ve bunun nedenini anlayamıyoruz. İşte bu noktada yapabileceğimiz tek bir şey var. Çalışmaya devam etmek…
Kim bilir, belki de beklediğimiz o mesaj gelmek üzeredir.
Kaynak: Today Universe