Her şeyden önce doğada renk diye bir şey olmadığını belirtmeliyiz. Renk beyin tarafından üretilen bir algıdır. Işık dediğimiz elektromanyetik tayfta farklı dalga boylarını farklı renklerle eşleştiriyoruz. Bu yazıda aşağıdaki sorulara yanıt arayacağız:
- Kaç tane renk görebiliyoruz?
- Neden 7 tane renk ismi var?
- Herkes renkleri bizim gibi mi görüyor?
- Renkli görüş nasıl evrimleşmiştir?
Şimdi bu sorulara yanıt bulmaya çalışalım.
Kaç Tane Renk Görebiliyoruz?
Gözümüz bir milyon civarında rengi görür. Şöyle bir düşünelim: Pastel tonlar, canlı renkler, sepya tonları, tozpembeler, haki ve yeşil tonları, kahverengiler, gri ve bejler. Donuk, hastalıklı, soğuk, sıcak ve tatlı renkler… Bir milyon az bir sayı değildir. Saniyede bir kez başınızı sallayarak şu anda saymaya başlasanız, bir milyona kadar saymanız yaklaşık 12 gün sürer.
Yine de gördüğünüz her bir rengi tanımlamanız gerekse, ana renklerden birinin adını söylersiniz: “Koyu sarı… Biraz soluk bir kırmızı… Canlı bir yeşil…”
“Geçen gün gördüğümüz kazağın rengi” dediğimiz zaman bu renk büyük ihtimalle hatırladığımızın aynısı değildir. İki rengin aynı olup olmadığını ancak yan yana koyduğunuzda söyleyebilirsiniz. İş renkleri adlandırmaya gelince adeta körüz.
Neden 7 Tane Renk İsmi Var?
Milyonlarca renk görebildiğimiz halde bunlar 7-8 rengin tonları olmaktadır çünkü ağ tabakamızda 3 farklı renk almacı var. Bunların ikili bileşimleri de ana ve ara renkleri oluşturuyor; ama üçlü bileşenleri temel renk oluşturmuyor, üçlü bileşimleri beyin kahverenginin tonları olarak yorumluyor. Ana renkler ve bunların bileşimleri. Bu durumda 4 renkli görüşe sahip bir hayvan (mesela bir kuş) 16 civarında temel renk görüyor olmalı. Bu temel renk tonlarının çoğunu bizler hiç göremiyoruz, kuşların ve sürüngenlerin çok daha renkli bir dünyası vardır. Ağ tabakada almaç denen hücreler var. Almaçlar ışığı algılayıp elektrik sinyaline çeviren fotoseller gibi çalışıyor. Almaçlar çubuk ve koni olmak üzere iki tip. Koni hücreler de kendi arasında üç çeşit… Kırmızı, yeşil ve maviye duyarlı olan koniler var. Çubuk hücreler rengi değil sadece ışığı algılıyor. Bu nedenle çubuklar çok hızlı ve duyarlı oluyorlar. Gece görüşümüzü onlara borçluyuz.
Buna karşılık, koni hücreleri çok nazlılar. Sadece belli bir renge duyarlılar ve yavaş çalışıyorlar. Konilerin tetiklenmesi (sinyal göndermesi) için bol ışığa ihtiyaç var. (Çubuklar için gereken ışığın yaklaşık üç katı…) Koniler yapı ve şekil olarak birbirlerine benzerler. Onları farklı yapan içlerindeki pigmentlerin farklı olması. Opsin denen bir proteinin farklı tiplerini barındırıyorlar. Üç faklı opsin molekülü bulunduğu için üç farklı tip koni hücremiz var. Yapılan bir araştırma, her bir koni hücrenin 100 farklı ton algıladığını ortaya koymuş. Üç tip koni olduğundan görebildiğimiz renk sayısı yaklaşık olarak 100x100x100=1 milyon oluyor. Kişisel farklar nedeniyle (varyasyonlar) renk algısı kişiden kişiye değişebiliyor. Bazı insanlar mor ötesi ışığı diğer insanlardan biraz daha fazla algılayabiliyor. Bazıları da kızıl ötesi ışığı… Hatta bazı insanların 4 renkli görebildiği ve 100 milyon civarında rengi algılayabildiğine dair kanıtlar var. 4 renkli görüşe tetrakromatik görüş deniyor ve bu tip insanlara kadınlar arasında daha sık rastlanıyor. (İki farklı x kromozomu bulundurmaları yüzünden.)
Herkes Renkleri Bizim Gibi mi Görüyor?
Yanıtlanması imkânsız bir soru bu. Ancak yine de bu konuda bazı söyleyeceklerimiz var. İlk olarak, renkli görüşün evrimi çok eskiye dayanıyor. Bu nedenle renk algısı beyinde çok eski bir kategori olmalıdır. Evrim sırasına göre mavi rengin görüşü en eskisidir. Birçok atamız mavi rengi ayırt etmeyi öğrenmişti. Köken birliği olduğundan, mavi renk algısı bütün canlılarda aynı olmalıdır. Ancak diğer renklerde (kırmızı ve yeşil) farklar olabilir. Çünkü bu son iki renk algısı memeliler, primatlar, kuşlar, sürüngenler, balıklar ve amfibilerde değişebiliyor. Ayrıca diğer renklerin algısı evrim sırasına göre sonradan gerçekleşmiştir. Türler birbirinden ayrıldıktan sonra bağımsız olarak renk algısı geliştirdilerse, bu algı türler arasında farklı olabilir.
Tartışmaya başlamadan önce bir konuyu belirtmemiz gerekiyor. Renk algımız beynimizin bir ürünüdür ve farklı koşullar altında farklı renk algımız vardır. Mutlak renk algısı diye bir şey yoktur. Renkleri bağıl algılarız. Yani renk algımızı etkileyen gözümüze gelen ışığın fiziksel dalga boyundan başka nitelikler ve etkiler de söz konusudur. Beynimiz bir rengi algılarken zemin rengini hesaba katar. Bir yaprağın rengi sarı ışıkta farklı, mavi ışıkta farklıdır. Beynimiz bu farkları yok etmeye çalışır. Yani beynimizde sürekli beyaz ayarı yapan otomatik bir sistem vardır. Bu sistemi yanıltmak çok kolaydır. Buna göre beynimiz algıladığı sinyalleri işler ve bize en mantıklı olan, en doğru olan algıyı ulaştırmaya çalışır. Kırmızı bir zeminde sarı bir elma bize yeşil gibi görünecektir. Çünkü burada beynin görme sistemini yanıltmaktayız. Beyin kırmızı zemini, “ortamı aydınlatan ışığın rengi kırmızı” şeklinde yorumlar. Bu nedenle gördüğü elmanın renginin sarı olamayacağına karar verir. Çünkü kırmızı ışık, elmanın rengini etkilemiş olmalıdır. Bunu bir hata olarak yorumlayan beynimiz, kendi kendine bir düzeltme yapar: “Bu elma göründüğünden daha yeşil olmalı, kırmızı ışık beni yanıltıyor ve ben onu sarı olarak algılıyorum. O halde bunu düzelteyim, elmayı biraz daha yeşil algılayayım.” Nitekim siz bu sarı elmayı olduğundan daha yeşil algılar ve bu hatanın farkına bile varmazsınız.
Ancak aynı tür içinde, söz gelişi insanlar içinde, bireysel farklar var mı? Herkes kırmızıyı benim algıladığım gibi mi algılıyor? Bu soruyu yanıtlamak çok güç, hatta biraz da anlamsızdır. Çünkü beynimin içinde yaşadığım öznel algının nasıl bir şey olduğunu hiçbir zaman başka bir insana aktaramayacağıma ve aynı şekilde hiç bir zaman başka bir insanın renk algısını onun algıladığı biçimde algılayamayacağıma göre, iki insanın renk algısını karşılaştırmak ve aynı olup olmadığına karar vermek imkânsızdır. Ampirik olarak böyle bir kanıtlama söz konusu olamaz. Ancak dolaylı yollardan, mantık yürüterek, biraz metafizik bir şekilde bu konuda bir karara varabiliriz.
Her şeyden önce, farklı farklı renkleri sevmemize rağmen, renkler konusunda pek tartışmayız. Genellikle renkleri aynı şekilde tanır ve isimleri üzerinde anlaşırız. Bu da bize renk algımızın büyük oranda aynı olduğunu düşündürüyor. Eğer insanlar sık sık renklerin tanımı üzerinde anlaşmazlığa düşselerdi, o zaman renk algısının bireyden bireye değişkenlik gösterdiği sonucuna varabilirdik, ancak bu tür tartışmalar hemen hemen hiç olmamaktadır. (Burada hangi rengi sevdiğimize yönelik bir tercihten değil, hangi rengi algıladığımızla ilgili tartışmaktayız.) Öte yandan, bizden daha az sayıda renk gören insanlar, yani renk körleri de vardır. Renk körlüğü de bir ana rengi görememek şeklinde çıkar karşımıza genellikle. Hiçbir rengi göremeyen insanların sayısı çok azdır. Bir ana rengi göremeyen insanlar, diğer iki ana rengi görürler genellikle. Ancak, bir ana rengin kaybı, renklerin genel algısı konusunda büyük bir karmaşaya yol açar. Öyle ki çok bariz farklı olan renkleri bile ayırt etmekte güçlük çeker bu insanlar. Renk körlerinin genel olarak bileşik renkleri doğru tanımlayamadığını söyleyebiliriz. Ancak onlar da görebildikleri ana renkleri büyük ihtimalle bizler gibi algılamaktadırlar.
Öte yandan, normal bir insandan daha çok renk algılayabilen insanların varlığına dair kanıtlar vardır. Bu kişilerin üç yerine dört ana renk algıladığı düşünülmektedir. Ancak, bu ana renk algısı daha önce var olan ana renk algılarının bir bölünmesi midir, yoksa mor ötesi gibi yeni bir ana renk mi görüyorlar, tam olarak bilemiyoruz. Eğer morötesi görüşe sahiplerse, bu kişiler dünyayı sürüngen ya da kuşların gördüğü gibi görüyor olabilirler. Yine aynı şekilde ana renkleri bizim gibi görmelerine rağmen, bileşik renkleri bizlerden farklı görüyor olmalıdırlar. Ana renk algısının kişiden kişiye pek değişmediğini zannediyorum. Bu kişiler, diğer insanların “beyaz” deyip geçtiği kartonları birbirinden ayırabiliyorlarmış. Onlara göre beyazın da farklı çeşitleri varmış.
Renk algısının bir nesnel yönü bir de öznel yönü vardır. Nesnel yönü, bir kişinin rengi nasıl gördüğünden çok o rengi nasıl adlandırdığı ile ilgilidir. Yani bir insan maviyi bizden çok farklı bir biçimde görebilir, ama yine de bu rengi “mavi” olarak adlandırır. Bu da nesnel algının kişiden kişiye değişmediğini kanıtlar. Ancak, öznel algının nasıl olduğu konusunda—kendi öznel algımız dışında—hiçbir fikrimiz yoktur ve olamaz da. Çünkü bir insanın beyninin içindeki öznel algıyı hiçbir şekilde anlayamayız. Beyinden beyine bir çeviri olsa bile, başkasının mavi olarak adlandırdığı bir şeyi biz belki de büsbütün farklı bir biçimde algılayabilir, ya da belki de hiç algılayamayız.
Ancak, insanlar arasındaki uyuşum—bütün o gereksiz tartışmalara ve anlamsız çekişmelere karşın—yine de oldukça fazladır. Bunun en güzel kanıtı sanatın evrenselliğidir. Farklı çağlar ve farklı kültürlerde birbirinden farklı zevkler ve modalar egemen olmasına karşın, yine de sanat algısı aşağı yukarı pek değişmez. Ancak her kuşağın kendi zevklerini kendisi yarattığı da bir gerçektir. Bu da algının aslında öğrenilen bir şey olduğunu kanıtlar. Bizler kendi çağımızın ürünlerini sevmeyi ve anlamayı, eski çağların ürünlerini beğenmeme ve reddetmeyi öğreniriz. Bunu da hem yaparak hem de yaşayarak öğreniriz. Her kuşak bir önceki kuşağı beğenmeme ve onu aşma eğilimindedir. Modanın ve zevklerin her kuşakta değiştiğini görebiliriz. Bunun için ilk icat edildiğinden bu yana araba modellerinin nasıl değiştiğine bakalım. Hatta kadınların görünüşü bile değişmiştir. Buna göre bizler her kuşakta farklı algılar mı geliştiriyoruz? Bir bakıma öyledir. Ancak bütün bu değişkenliğe karşın temel bazı şeylerin değişmeden kalması gerekir ve öyle olduğunu da biliyoruz. Temel renk algımızın ne kişiden kişiye ne de çağdan çağa pek değişmediğini düşünüyorum. Bu algının beynimize iyice kazındığı görüşündeyim. Öyle olmasaydı, zaten renk algısı diye bir şey olmazdı. Renler yerine bir duygu ya da bir desen de görebilirdik. Ancak bizler bu canlı ve olağanüstü renkleri algılamaktayız. Sanırım bu algı da beynimizin ve evrimin bizlere birer armağanıdır.
Dünyayı renkli görmenin bize sağladığı avantaj bir yana, renkli görüş bize büyük bir haz ve mutluluk vermektedir. Bizler bunun çok iyi farkındayız. Bu nedenle: “Renkli rüyalar”, “toz pembe düşler”, “renkli bir yaşam” gibi deyimlerimiz vardır. Hüzün ve trajedi içeren filmlerde renk ya hiç kullanılmaz ya da çok az kullanılır. Depresyondaki kişiler içinde bulundukları durumu “dünyam karanlık” diye ifade ederler. Depresyona girmiş kişiler dünyalarını az ışık ve az renkli algılarlar. Gökkuşağı yaşam enerjisinin ve gençliğin sembolüdür. Işığın farklı dalga boylarını “renk” olara değil, başka bir şey olarak da algılayabilirdik pekala. Ancak böyle olması gerçek bir sürprizdir.
Renkli Görüş Nasıl Evrimleşti?
Her şey çok ilkel canlılar olan atalarımızın opsin molekülünü üretmesiyle başlıyor. Opsin molekülünün ilk görevi, biyolojik saatin ayarlanmasıydı. Biyolojik saatin çalışması için ışık miktarının ölçülmesi gerekiyordu. Böylece gündüz gece düzenine adapte olabiliyorduk. Bir süre sonra bu göreve göz bebeği refleksine yardım da eklendi. Göze gelen ışık miktarı fazla olunca göz bebeği küçülerek tepki verir. Böylece göze giren ışık miktarı ayarlanmış olur. Zaman içinde opsin molekülleri mutasyona uğrayarak farklı tipler oluşturdu. Bunlar koni hücrelerini farklı renklere duyarlı hale getirdi. Buna seçici algı (modular perception) diyoruz. Örneğin, mavi ışığı algılayan bir koni hücresi, kırmızı ışığı algılamaz. Paleontolojik bir zaman sonra, beyin farklı konilerin gönderdiği sinyalleri birbirinden ayırt etmeyi öğrenerek yeni algı kategorileri oluşturdu (renkler). Yani beyin bu üç kategoriyi birbirinden ayırt etmeyi öğrenmiş ve bunları renk diye sınıflandırmıştır. Canlılar önce iki renkli görüşü geliştirmişlerdir, sonra üç renkli görüş başlamıştır. Önce iki tip olan koni hücreleri, zamanla üç ve dört tipe dönüştü. Her bir koni farklı bir rengi algılamaya başladı. Algıladıkları bu renklere ana renkler diyoruz. Sürüngen ve kuşlarda ana renkler dört tanedir: kırmızı, yeşil, mavi ve morötesi. Ağ tabasında bulunan bu hücreler, algılarını görme siniri ile beyne iletirler. Beyin gelen verilere göre bir resim oluşturur. Beyne giden zaten bir resimdir, ancak işlenmemiştir. Görmenin tam olabilmesi için beynin bu karmaşık sinyallerdeki örüntüleri algılaması gerekir. Örüntüler fark edildiği zaman algılama gerçekleşir, yani görme… Demek ki görme sadece optik bir olay değil, aynı zamanda bilişsel bir süreçtir. Yani, bilgi-işlem sürecidir…
Renkli görüşün tarihi çok eskidir. Belki de Silüryen dönemine kadar gitmektedir. Yeryüzünde henüz memeliler yokken, dünya gündüz yaşayan soğukkanlı hayvanlarla doluydu. (Sürüngenler, balıklar, amfibiler, böcekler…) Bu yaratıkların çoğu renkleri bizlerden iyi görürler. Çoğu 4 renkli görüş geliştirmiştir. Üç ana renge ek olarak, bir de morötesi görüşleri vardır. Daha sonra bunlara dinozorlar ve kuşlar da katılmıştır. Onlar da çoğunlukla 4 renkli görürler. Bir kuşun ya da bir sürüngenin dünyayı bir memeliden daha renkli görmesi tuhaf gelebilir, ne de olsa memeliler yaşayan en gelişmiş canlılardır. Oysa bunda şaşılacak bir şey yoktur. Birazdan açıklanacak… Bu eski canlılar soğukkanlı oldukları için gündüzleri aktiftiler, geceleri ise uyuşup kalıyorlardı. Gündüz ışık bol olduğundan, gözleri renkli görüşe adapte olmuştu. Böylece çok iyi görebiliyorlar ve hem yiyecek ararken hem düşmanlarından kaçarken avantajlı oluyorlardı. Buna bir de eş seçimini ve üremeyi eklemeliyiz. Birçok kuş türü birbirlerini döşlerindeki beneklerden tanır. Biz bu benekleri göremeyiz. Çünkü morötesi rengindedir. Kuşların gözleri bu rengi algılayabilir, bizimki algılayamaz.
Dünya, gündüzleri aktif olan ve geceleri uyuşup kalan sürüngenlerle dolu bir dönem yaşamıştır. Bu dönemde yeni bir canlı türü, geceleri dolaşmanın avantajlarını fark etti. Bu canlı, hepimizin atası olan ilk memeliydi. O da bir dinozordu. Pulları oluşturan keratini artık tüylerini yapmak için kullanıyordu. Bu tüyleri sayesinde sıcak kalıyor, geceleri uyuşmuyordu. Ayrıca bu tür, yumurtalarını da içeride tutmaya başladı. Böylece giderek yumurtlamayı bırakıp, yavrularını canlı doğurmaya başladı. Böyle yapmak bu canlıya birçok avantaj sağlamış olmalı. (Günümüzde de bazı kertenkele, yılan ve kurbağa türleri yumurtalarını içeride tutar ve yavrularını canlı doğururlar.) Böylece yavruları daha güvende oluyordu. Bu nedenle memeliler yumurta sayısını azalttılar. Az sayıda yavru yapıyor ve onlara çok iyi bakıyorlardı. Sonra bu canlı süt bezleri geliştirdi ve yavrularını emzirmeyi öğrendi. Ata memeli, geceleri aktifti. Büyük ihtimalle dinozorların boş bıraktığı nişleri dolduruyordu. Belki de dinozor yumurtaları ile besleniyordu.
Sonuçta bu canlı renkli görüş yeteneğini kaybetti. Çünkü geceleri aktifti, ışık az olduğu için buna uyum sağlamak zorunda kaldı. Bu nedenle konilerini sadece var olan ışığı algılamak için kullanmaya başladı. Bir ihtimal, bütün konilerin çubuğa dönüşmesidir. Çubuklar ışığa üç kat daha duyarlıydı ve canlının karanlıkta görüşünü kuvvetlendiriyordu. İkinci bir ihtimal ise, konilerin kaybedilmemesi, sadece tek renge duyarlı hale gelmeleridir. Bugün bile tek renkli yani monokromatik görüş iki tiptir. Bazı tiplerinde sadece çubuk hücreler vardır. Bazı tiplerinde ise çubuklara ek olarak tek çeşit koniler görev yapar. Memelilerin monokromatik görüşe geçmeleri konilerini kaybetmeleriyle sonuçlanmayabilir.
Bugün bile memelilerin çoğu dünyayı ya tek renkli görüyor, ya da iki renkli. Sözün gelişi, köpekler ve birçok canlı iki renkli görür. Keza kediler de… Ancak üç renkli görüşün genleri DNA üzerinden silinmiş değildi. Bunlar ya pasifleşmişler, ya da kullanılmayan DNA (çöp DNA) haline gelmişlerdir. Bu arada dinozorlar ortadan kalktı. Ancak sürüngenler, amfibiler, kuşlar, balıklar ve böcekler yaşamaya devam ettiler. Onlar gün ışığında yaşadıkları için çok renkli görüşlerini daha da geliştirdiler. Dünyayı 4, bazı durumlarda 5 renkli görmeye başladılar. Oysa daha gelişmiş olan memeliler dünyayı tek renkli görüyorlardı. Bu da doğal bir şey, çünkü bütün memeliler gececiydi. Hala bile memelilerin birçoğu geceleri yaşarlar. Kediler çoğunlukla geceleri aktiftir. Gün boyu uyuyup geceleri ava çıkarlar. Keza kirpi de öyledir. Domuzlar, kurtlar, tilkiler, fareler ve yarasalar da öyle. Ancak dinozorlar ortadan kalkınca, arkalarında birçok niş (habitatta canlının görevi, işi) boşluğu bıraktılar. Sonuç olarak memelilerin bir kısmı yeniden gündüz yaşayışına adapte oldu. Dinozorlar gittiği için çayırlar bomboş kalmıştı. Burada bol miktarda besin vardı. Memelilerin bir kısmı gündüz yaşayan otçullara dönüşerek bu boşluğu doldurdu. Geceleri aktif olan avcılardan da korunmuş oldular. Başlangıçta tabii…
Ormanlarda da bir boşluk oluşmuştu. Memelilerin bir kısmı ağaçlarda yaşamaya başladı. Bunlar primatlardı. Primatlar için görme çok önemliydi. Görme sayesinde hem olgun meyveleri tespit edebiliyor, hem de çiçekli bitkilerin ekürisi olan böcekleri avlıyorlardı. Ağaçlarda yaşayan canlılar için görüş çok önemlidir. Birincisi, ağaçta yaşayan bir tür yakın mesafede çok iyi uzaklık tahkimini yapabilmelidir. Aksi takdirde dallara tutunamaz ve düşer. Yüksek ağaçlardan düşmek çok tehlikelidir. Bu nedenle primatların gözleri yan taraftan öne doğru hareket etti ve üç boyutlu algılama gelişti. Memeliler arasında en iyi üç boyutlu gören canlılar primatlardır.
İkinci olarak renkli görüş önem kazandı. Renkli görüş olgun meyveyi ham meyveden ayırmaya yarıyordu. Ayrıca başka avantajları da vardı. (Cinsel seçilim.) Sonuç olarak, primatlar yeniden renkli görüşe geçtiler. Bunun için sürüngen atalarından miras kalan renkli görüşle ilgili genlerini tekrar aktif hale getirdiler. Ancak 3 renkli görüşe birden bire geçemediler. Önce iki renkli görüşe geçtiler. (Mavi, yeşil). Ancak, primatlara iki renkli görüş yetmedi. Yeşil koniler farklılaşarak bir kısmı kırmızı koniye dönüştü. Yukarıdaki şekilde apaçık bir şekilde yeşil konilerin yakın bir tarihte (evrimsel anlamda yakın tabii…) iki farklı tipe evrimleştiğini görüyoruz. Bu hücre tipleri henüz birbirinden çok farklılaşmamıştır. Birbirlerine çok benzerler. Bu koni tiplerinin içerdiği opsin protein genleri birbirlerinden sadece %3 farklıdır. (Bir kaç milyon yıl sonra bu iki tip koninin birbirinden iyice ayrılacağını; kuşlar ve sürüngenlerde olduğu gibi renk tayfına daha iyi yayılacağını bekleyebiliriz.) Bu durum, kırmızı/yeşil renk körlüğünün neden bu kadar yaygın olduğunu açıklar. Bir çok insan (çoğunlukla erkekler) kırmızı/yeşil renk körü olarak dünyaya geliyor. (Bu insanlarda kırmızı koniler bulunmuyor. Sadece yeşil konilere sahipler.)
En başından beri renkli görüşe sahip oldukları için memeliler dışındaki türler (sürüngenler, balıklar, kuşlar, amfibiler ve böcekler) memelilerden çok daha etkin bir renkli görüşe sahiptirler. Görüldüğü gibi kuşlarda koniler birbirinden iyi ayrılmıştır. Gördükleri dalga boyları tayfa daha eşit bir şekilde yayılmıştır. Kuşlardaki renkli görüş, primatlardakinden üstündür. Ayrıca primatlarda renkli görüş iki farklı yoldan evrimleşiyor. Yenidünya primatlarının erkeklerinin hepsi iki renkli görüşe sahip iken, dişilerinin %60’ı üç renkli görüşe sahiptir. Bu durum, yenidünya primatlarında renkli görüşün henüz evrimini tamamlamadığını gösterir. (Gerçi evrim süreci hiç bir zaman tamamlanmayacaktır.) Primatlar giderek daha renkli görüyorlar ve gelecekte de bu trend devam edecektir.
Kaynaklar: