Edgar Rice Burroughs, Mars hakkında yazmaya karar vermişti. Fakat amacı fantezi türünden ziyade konuyu bilimsel açıdan ele almaktı. Teleskoplar, Ay’ı inceleyebiliyordu; fakat bulutu ve suyu olmayan kraterlerle dolu ölü bir dünyadan başka hiçbir şey gösteremiyordu. Venüs bulutlarla kaplıydı. Merkür gözlem yapmak için güneşe çok yakındı, gaz bulutundan oluşan gezegenlerse fazla uzaktı.
Peki ya Mars? Mars her zaman araştırmacıların ilgisini çeken bir dünyaydı. İlk kayıtlı resmi gözlem, Aristotales tarafından M.Ö. 356 yılında yapılmıştır. Galileo, teleskobunu Mars’a doğrulttuğunda, gezegenin zaman içindeki aşamalarını inceleyip kaydetmişti.
Mars, teleskobun icadının ilk dönemlerinde bile 17. yüzyıl gök bilimcilerinin favori gezegeniydi. Fontana, Kırmızı Gezegen (Mars)’in ilk krokisini çizdi. Huyghens, Mars gününün uzunluğunu hesapladı ve aynı yıl, Cassini’nin kutup buzulları tanımlaması da ortaya konuldu.
Oldukça kırmızı olan gezegenin üstünde araştırmacılar teleskoplarıyla gezintiye çıkıp gerçek yüzey özelliklerini kavrayabiliyorlardı. Dahası, değişiklikleri gözlemleyip mevsimlerin ilerleyişini kaydedebiliyorlardı. Beyaz kutup buzullarını, oradaki buzulların Mars yılı kapsamında oluşumunu, çözülüşünü ve donmuş su yapılarının kanıtlarını algılayabiliyorlardı. Düzgün bir atmosferin varlığını arayan bilim insanları, kum fırtınalarının gezegeni sardığı zamanları tespit etmek amacıyla bulutları inceleme fırsatı da buldular.
Olağanüstü bir biçimde tutarlı ve sürekli görünen, ancak zamana ve mevsimlere bağlı olarak hafifçe değişen ışık yoğunluğuna anlam verebiliyorlardı. Ekvator alanı koyu kalın ve düzensiz bir çizgiden oluşmuş gibi gözüküyordu. Kuzey yarı küre aydınlık, güney yarı küreyse nedeni bilinmeyen bir şekilde karanlıktı. İlk başta kuzey yarı kürenin bir kıta, karanlık olan yerlerin ise okyanus olduğu öngörülmüştü.
1890’da, suyun buharlaştığı kanıtlandıktan sonra bakış açıları değişti ve aydınlık alanların çöl, karanlık alanların ise kurumuş denizlerin sulak kalıntıları olduğu fikri ortaya atıldı. Mars atmosferine yönelik alışılagelmiş kabuller değişti. Bulutların ve kum fırtınalarının seyrekliği nedeniyle atmosferin nispeten daha ince olduğu görüşü benimsenmeye başlandı. Buna rağmen, hazırlanan haritaların teleskop ile alınan fotoğraflara ve hatta uzay sondalarının verilerine dayanılarak çizilen haritalara aşırı benzerlik göstermesi olağanüstü bir şeydi. Syrtis, Hellas, Argyre ve kutuplara özgü özellikler doğru bir şekilde aktarılmıştı. Yüzyıllar boyunca gök bilimciler bizlere gezegen hakkında oldukça geniş ve doğru bilgiler vererek kendilerini kanıtladılar. (Tabii haritaları anlamaya çalışmadan önce bazı uyarılar dikkate alınmalıdır. Çünkü bu dönemin astronomi kurallarına göre, haritalar ters çevrilerek hazırlanmıştır, yani kuzey ve güney ters dönüktür) Haritaların açıklamakta zorlandığı şeylerse kanallar gibi ince ayrıntılardı.
O zamanlar kanal olarak adlandırılmasa da, kanalları belirttiği görülen Mars’ın en erken krokileri 1840’a kadar dayanmaktadır ve bağımsız olarak 1864’te ortaya çıkmıştır. Schiaparelli 1877’de bu şekilleri Kanallar (Canali) olarak tanımlayan ilk gök bilimcidir. Kendi zamanına göre ilk doğru detaylandırılmış mars haritasını çizmiştir. Bu aynı zamanda Mars’ın iki uydusu, Phobos ve Deimos‘un keşfedildiği yıldır. Yani bir nevi etkileşimden doğan mübahlık anlayışı vardı. Eğer bir özellik kabul edildiyse (uydular), neden diğerini de kabul etmeyelim (Kanallar)?
İki yıl sonra Schiaparelli gözlemlerine tekrar yoğunlaşarak sonuçlarını daha kapsamlı hale getirdi ve neticede 60 belirgin kanalımsı yapıyı tanımlamayı başardı. Onlara Canali ya da kanal yolu demeyi tercih etti. Böylece bu, onların illa ki bir zeki yaşam formunun ürünü olduğu anlamına gelmiyordu. Öte yandan Schiaparelli, zeka ürünü bir yapı seçeneğini elemeyi reddetti ve yerine başka bir açıklama getirmekte de başarılı olamadı. Canali’lerin, kutuplarda eriyen karlardan gezegenin diğer köşelerine su taşıyan bir sistem olduğunu düşünüyordu. Bu da zeka kaynaklı düşüncelere ilham veriyordu. Başka bir deyişle, Schiaparelli çekingen davranıyordu. Büyük ihtimalle hayata ve zekaya işaret eden sistemleri tanımlarken aynı zamanda bunların temeline inmeye, zekayı elemeyi reddetmeye ya da kabul etmeye pek sıcak yaklaşmıyordu.
Ne yazık ki, gelecek yıllar içinde başka kimse Mars’taki kanalları gözlemleyemedi. Bir sonraki gözlem dokuz yıl sonra iki gök bilimci tarafından gerçekleştirildi. Fakat bu olaydan sonra gözlemlerin çok seyrek olduğunu söylemek yanlış olmaz. Lowell 1895’te, Mars’ta kanal gören insanların tek elin parmaklarıyla sayılacak kadar az olduğunu yazmıştı. Evet, bu gözlemleri yapabilen gök bilimcilerin sayısı çok olmasa da, Lowell’in sandığı kadar az değildi.
Bu dönemde Dünya’da da kanallar ön plandaydı. Suez Kanalı 1860’da inşa edilmişti ve Fransızlar, Pasifik’i ve Atlantik’i birbirine bağlamak için Amerikan Kanalı’nın merkezinde bir girişime atılmışlardı. Amerika, Kanada, Fransa, İngiltere gibi yerlerde oldukça büyük kanallar kurulmuştu. Fakat yeni inşa edilmiş devasa büyüklükteki Panama ve Suez kanalları kelimenin tam anlamıyla kıtaları birleştiren büyüklük abideleriydi. Buna dayalı olarak, Mars’ta da aynı çalışmaların bulunduğu fikri insanların aklının köşesinde yer etmişti. Fakat kanalların bir avuç gözlemci tarafından bulunması ve gözlemlenen şeylerin istikrarlı şekilde işlenmesi, orada gerçek anlamda bir şeylerin bulunduğunu ortaya koydu. Böylece popüler bilim toplulukları genel olarak kanalların varlığını kabul ettiler. Birkaç fotoğraf bu kanalların bazılarını mükemmel koşullar altında göstermeyi başarmışken, çoğu fotoğrafta gözükmemesi hata olarak yorumlanmadı bile.
Bu gözardı ediş, eğim sebebiyle gözlemleme koşullarının genelde kusurlu olmasına dayandırılıyordu. Teleskobun gücü, hava koşulları ve rasathanenin konumsal koşulları geniş farklılıklar gösterse de Mars en iyi güney yarım küreden gözlemlenebiliyordu. Bu gözardı edişin diğer bir bölümüyse Mars’ın ve Dünya’nın yörüngelerinin oldukça farklı olmasıyla alakalıydı. En yakın olduğu zamanlar 56,32704 milyon kilometreden 80,4672 milyon kilometreye kadar hesaplanmıştır. İki gezegen, birkaç yılda bir en yakın konuma gelmektedir. Schiaparelli’yi takiben, en iyi karşı karşıya gelişler 1892, 1894, 1907 ve 1909’da gerçekleşmiştir.
İki zaman aralığı özellikle önem taşımaktadır: 1892 ve 1894, Percival Lowell’in önemli buluşlarını gerçekleştirdiği ve Mars hakkındaki popüler kitabını yazdığı yıllardır. Bu kitap şüphesiz Edgar Rice Burroughs’un okuduğu ve ilham aldığı kitaptır. Aynı zamanda bu kitap ve bu tarz gözlemler dizisi Mars’ı belirgin şekilde gün ışığına çıkardı ve hem Arnold‘un hem de Wells‘in Marslılarla alakalı kitaplarını yazmalarında ilham kaynağı oldu. Bu arada, 1907 ve 1909 yılları da Burroughs’un Mars’ın bir prensesi kitabını yazmadan bir kaç yıl önce, Mars’ın önemli şekilde gazetelerde boy göstermesine yardımcı olmuştur.
Gök bilimci Pickering, 1892’de kanalların gerçekte suyolu olmadıkları önermesini ortaya koydu. Kanalların suyolu olması pek mümkün değildi, çünkü bunun için çok kalınlardı; en küçüğünün genişliğinin 17 kilometre, en büyüğünün ise 241,4 kilometre olduğu hesaplanmıştı. Onların, su yolundan ziyade daha çok bitkilerden oluşmuş şeritler olduğunu düşündü. Fakat hakiki kanallar ya da Marslıların nehirleri görünmeyecek kadar küçüklerdi, biz de onların etrafında yeşeren bitkileri gözlemliyorduk. Bu önerme neden birden fazla kanalın göründüğünü incelikleriyle açıkladı… Kayser, Proctor, Green, Dreyer ve Flammarion gibi diğer bilindik bazı gök bilimciler de Mars kanalları hakkında yazılar kaleme almışlardır.
Bu süre içinde Mars hakkında genel bir yargı ortaya konmaya başlanmıştı. 1892-1894 yılları arasında, Mars’ın küçük boyutunun ve yansıma eksikliğinin gezegende derin suya ait geniş alanların bulunmadığına işaret ettiğine dair güçlenen bir fikir birliği oluşmaktaydı. Kuzeyin daha aydınlık bölgesi ve güneydeki bazı aydınlık bölgeler maddeden kısmi olarak temizlenmiş ve çöle indirgenmiş kıtasal yapılanmanın kanıtı olarak görülüyordu. Mevsimlerle sulak hale gelip boyut açısından büyüyen karanlık merkezi çizginin kurumuş bir deniz yatağı olduğu varsayılıyordu. Deniz yatağı içinde nem kalıntılarıyla hayatta kalan bitkiler ise mevsimsel değişiklikler için olası bir açıklama olarak değerlendiriliyordu.
Gök bilimciler, Mars’daki suyun büyük bir kısmının uzayda kaybolduğuna veya gezegenin kendi kimyasal süreci sonucunda emildiğine karar bağlamışlardı. Bulutların seyrekliği ve atmosferin işaretlerini gözlemlemedeki zorluklar araştırmacıları, Mars’ın Dünya’daki dağlık alanlara benzetilebilecek, çok ince ve belki de yavaşça ortadan kaybolan bir atmosferi olduğu inancına sevk etmişti. Mars’ın çok eski bir gezegen olduğu düşünülmekteydi. Kısacası, bu Burroughs’un tanımladığı Barsoom’dan pek de farklı değildi. O kendi dünyasını, dönemin bilimsel şartlarına göre şekillendiriyordu. Dolayısıyla bu, H. G. Wells‘in yazdığı War of the Worlds ve Arnold’un Gulliver Jones of Mars eserleri için de dayanak noktası olan Mars’ın bilimsel tanımlamasıydı. Arnold/Burroughs arasındaki benzerliğin nedeniyse, ikisinin de dönemin hakim Mars tanımlamasından etkilenmiş olmasıdır.
Bununla beraber, Lowell’in kuramsal kitabı geniş bir kitle tarafından, özellikle de Burroughs’un kendisi tarafından okunmuştur. Lowell’in ölümün kıyısında, kanallar şebekesi kurarak çaresizce yaşamlarını sürdürmeye çalışan bir uygarlığın tanımını düşsel bir şekilde ele alması, Burroughs’un hayal dünyasında da kendisine yer edinmiştir. Aslında tartışmasının sonuç bölümünde Lowell, Marslıların doğası hakkında geniş ve kapsamlı bir şekilde yazılar yazdı. Alıntılardan bazı kesitler;
“Sonuç olarak bizler belki de detaylarıyla Mars’taki hayatın Dünyadaki hayattan ne kadar farklı olabileceğini düşünebiliriz. İnsanlık olarak Mars’a taşındığımızı düşünelim, iş yükümüzün birden bire yüzde üç yüz kadar azaldığını görmek memnuniyet verici bir şekilde şaşırmamıza sebep olacaktır. Fakat dolaylı olarak Mars, yeteneklerimizi daha da genişletebileceğimiz bir yer olabilir. Oradaki doğa, insanların dünyadakinden üç kat daha hızlı üremesine olanak sağlarsa bu mümkün olabilir. Bu durumdan gezegenler arasında bir karşılaştırma yapmadan haberdar olmak ise mümkün olmaz. Bunun nasıl işlediğini ele alalım. Bildiğimiz üzere, iri kıyım adamlar ufak tefek adamlardan daha hantallardır. Bir fil bir bit gibi zıplamak istemez. Fakat bunu bu davranışın onursuz olduğunu düşündüğü için değil de daha çok bu durumu başaramamasından yaparlar. Eğer elimizde olsaydı hepimiz caddeden karşıya geçerken sığ suyun üstünde badi badi yürümek yerine kocaman bir zıplamayı tercih ederdik. İlk görüşte bunu yapamamamızın sebebini caddenin boyutuna bağlarız, fakat asıl sebebi üzerinde yaşadığımız gezegenin yerçekimidir.
Okuyucunun ayrıca dikkate alması gereken konu ise bu çıkarımların olasılıklara değil olabilirliğe işaret ettiği gerçeğidir; ortaya konulan hesaplamalar, Marslıların nasıl farklı olduğu hakkındaki olasılıklara değil, nasıl farklı olabileceklerini ele almak için ileri sürülmüştür.
Mars oldukça yaşlı bir gezegen ve buna oranla da Mars’taki evrimin gelişmiş düzeyde olduğunu düşünebiliriz. Bu bize sadece gezegenin yapabileceklerine oranla durumu hakkında bilgi verir. Şu anki durumu göz önüne alınırsa, topladığımız veriler böyle bir çıkarımı desteklemek için yeterince açık değildir. Fakat bizim gelişimimizin nispeten yeni bir olay oluşu ve Mars’ı bile şu anki jeolojik durumuna getirmenin zaman alacağı gerçeğine dayanarak, Mars’ın destekleme ihtimali olduğu herhangi bir yaşam formunun sadece göreceli değil aynı zamanda bizimkine oranla daha yaşlı olacağını söyleyebiliriz. Bu tarz Marslı topluluğun bizim hayalini bile kuramadığımız icatların sahibi olduğunu ve onlar için telefonların ve kinetoskopların geçmişte kalmış maziler mezarlığı haline geldiğini, hatta bu icatların müzelerde saklanması muhtemeldir.
Marslı oluşumlardan bahsetmek illaki Marslı insanlardan konuşmak demek değildir. Olasılıkların böyle bir şeyi desteklemesi kadar, desteklememesi de göz önünde bulundurulmalıdır. Dünya’da bile insan kaza sonucu ortaya çıkmıştır. Hiçbir şekilde en üst tabakadaki fiziksel organizma değildir. En üst tabakadaki memeli bile değildir. Akıl onun imalatıdır. Bizim anlayabileceğimiz kadarıyla, bir kertenkele ya da bir kara kurbağası insanın bulunduğu konuma ulaşabilirdi ve şimdi Dünya’nın dominant oluşumları olabilirlerdi. Farklı fiziksel koşullarda kesinlikle de olurlardı. Marsı çevreleyen bizimkinden çok farklı oluşumlar arasında, hakkında idrak yetimizin olmadığı oluşumların varlığından hemen hemen emin olabiliriz. Ne çeşit insanlar olduklarını kavrayabilecek yeterli bilgiye sahip değiliz.
Bunlar John Carter’in büyüleyici tasvirleri. Teknik olarak bizimkinden daha gelişmiş olan antik bir medeniyete sahip antik bir dünyanın detaylı portresi. Ve elbette Green Men’in parıltılarının bizim ebatlarımızdan üç kat daha büyük Marslı devlerin kurgularında, insan doğasına aykırı bir şekilde yer bulmaktadır. Barsoom’un taslağı Lowell’de bulunabilir. Marstaki kanallar, varlığı üzerinde karara varılmış kesin bir şeydi. 1922’de yayınlanan ve 1939’da tekrar basılan bir kitaba göre bu konunun bazı gök bilimciler tarafından tartışmalı olarak görüldüğü söyleniyor, fakat aynı zamanda kanalların varlığının tamamen doğrulanmış olduğu da vurgulanıyor.
Kısacası, daha 1940’larda ve 1950, 1960’a doğru da gök bilimcilerin esas fikir birliği Mars kanallarının var olduğu ya da var olabileceği yönündeydi. Kimsenin kesin olarak onları reddetme taraftarı olmadığı açıktı. “Zeka tabanı” teorisine belirli bir eleştirel bakış açısı ile yaklaşılıyordu. Hiçbir gözleme dayanmayan spekülasyonlardan oluşuyordu. Fakat o da reddedilemezdi. Kanal kavramı 1965’e kadar varlığını sürdürdü, ta ki Pioneer‘in kraterli ay manzarası tanımlamaları içeren gezegen yüzeyi fotoğrafları bu kavramı tekrar ortaya atılamayacak şekilde sayfalardan silene kadar. O zamandan beri, sayısız uzay sondalarıyla beraber gezegenin yüzeyini ehemmiyetli bir şekilde haritalandırmayı başardık. Birçok göze hitap eden özelliklerini keşfettik, fakat Lowell’in ve Schiaparelli’nin kanalları olabilecek en basit ipuçlarına bile rastlayamadık. Şunu da belirtmekte fayda var; bu ve diğer gök bilimcilerinin araştırmaları kadar kompleks ve verimli incelemelerin bugüne kadar eşine rastlanmamıştır.
Yüz yıldan fazla bir süre önce Mars kanalları, gözlem hatası, koşullu yaklaşım, kolektif etki ve çeşitli durumların birleşimiyle ortaya atılmıştır ve mit olmaktan öteye geçememektedir. Bugün, kabul etmek ne kadar zor olursa olsun, aksi iddia edilemez bu gerçek ile karşı karşıyayız.
Hazırlayan: Agah Tuğrulhan Polat
Kaynaklar:
- Part of the Exploring Barsoom Series, Den Valdron
- mars.nasa.gov
- Mars, Wikipedia
- space.com
- MARS by Percival Lowell, 1895.
- by Edgar Rice Burroughs To My Son Jack
- The War of the Worlds by H. G. Wells
- Gulliver of Mars by Edwin L. Arnold (Lieut. Gulliver Jones )