İnsanların %85’i A ya da O kan grubunu taşıyor, geri kalan %15 ise B ya da AB… Bu kan gruplarının nasıl keşfedildiğini hiç düşündünüz mü? Eğer öyleyse hadi gelin bu konuda bir yolculuğa çıkalım. Yolculuğumuz, insanlığın başlıca ölüm nedenlerinden biri olan kanamalarla başlıyor. Tarih boyunca insanlar savaştı ve doğum yaptı, çocuklarının başına olmadık kazalar geldi. Ameliyat, doğum ve kazalarda kan kayıpları yaşanıyor; ancak kaybedilen kanın yerine yenisi konamıyordu. Bu yüzden pek çok hasta kaybediliyordu. Peki, eski çağ doktorlarının aklına hastalara bir başkasının kanını aktarmak gelmedi mi? Öyle ya, savaş, yaralanma ve doğum eskiden beri en yaygın olaylardı. Öyleyse niçin kimse kan naklinin iyi bir fikir olabileceğini düşünemiyordu? Tarihte Rönesans’a kadar hekimlerin buna cesaret edip etmediklerini bilmiyoruz. Büyük ihtimalle bu fikir onlara çılgınca gelmiş olmalı. Ta ki Rönesans hekimleri bu konuda bir şeyler yapmaya karar verinceye dek…
Rönesans doktorları, kan nakli konusunda tartışmaya başlamıştı. İçlerinden kimileri bunun bazı hastalıkların, özellikle de akıl hastalıklarının tedavisi konusunda etkili bir yöntem olabileceğini iddia ediyordu. Nihayet 1600’lerde birkaç kişi bu fikri denemeye cesaret etti. Ama sonuç tabii ki felaketti. Bir Fransız doktor, bir akıl hastasına buzağı kanı aktarınca adam anında terlemeye ve kusmaya başladı. İdrarının rengi katran gibi siyaha dönüştü ve kısa bir süre içinde de öldü. Bunun gibi facialar sonraki 150 yıl boyunca kan naklinin kötü bir fikir olduğuna herkesi ikna etti. 19. yüzyılda bile ancak bir avuç doktor bunu tekrar denemeye cesaret edebildi.
İngiliz hekim James Blundell, pek çok çağdaşı gibi doğum sırasında fazlaca kadının kan kaybından öldüğünü gözlemlemişti. 1817’de kaybettiği bir hastanın ardından kan nakli üzerinde çalışmaya karar verdi, çünkü hastayı bu yöntemle kurtarabileceğine inanıyordu. Blundell’in teorisi, kan naklinin hayvandan insana değil, insandan insana yapıldığı takdirde başarılı olacağıydı; çünkü türlerin kanları birbirinden farklı olabilirdi. Bu nedenle ancak insandan insana kan aktarımı yapılmasının doğru olacağını savunuyordu. Daha önce kimsenin denemediği bu işlem için kanı sağlıklı bir insandan hastaya aktarabilen şırınga ve borulardan oluşan bir aparat tasarladı. Köpekler üzerinde yaptığı denemelerin ardından işlemi kan kaybından ölmek üzere olan bir hasta üzerine uygulamaya karar verdi. Çeşitli bağışçılardan alınan 400 gram civarında kanı hastaya verdi. Hasta işlemin ardından kendini daha iyi hissettiğini söylese de ancak iki gün yaşayabildi.
Blundell bunu bir başarısızlık olarak görmedi ve sonraki yıllarda 10 hastaya daha nakil yaptı. Bunlardan ancak 4’ü yaşayabildi. Başka doktorlar da çeşitli yöntemler denedi. Hatta nakledilen kanı sütle karıştıranlar bile oldu. Bu yöntemin başarısız olduğunu söylemeye gerek yok sanırız. Tüm çabalara rağmen genel olarak denemelerde istenen başarı elde edilemiyordu. Peki ama neden? Bir insanın kanını diğerine aktarma işleminin genellikle başarısızlıkla sonuçlanmasının bir nedeni olmalıydı.
Bu soruyu cevaplamak isteyen araştırmacılar tarafından farklı bireylerin kanları test tüplerinde karıştırıldığında kimi zaman kanın pıhtılaştığı görülüyordu. En büyük sorun da buydu. Her kan her kanla karışmıyordu. Araştırmacılar kullanılan kanların çoğunlukla hasta bireylerden alınmasının bu sonuca yol açtığını düşündü. Sonunda Karl Landsteiner adlı bir araştırmacı, sağlıklı kişilerden alınan kanların da birbiriyle karıştığında pıhtılaşabildiğini fark etti. Yani pıhtılaşma sadece hasta kişilerin kanlarına özgü bir durum değildi. Landsteiner, vakit kaybetmeden laboratuvarında deneylere başladı. Laboratuvarında çalışan araştırmacılardan elde ettiği kan hücrelerini kan plazmasından ayırdı ve farklı grupları birbiriyle eşleştirerek karıştırdı. Landsteiner, sadece belli kan tipleri karıştığı zaman pıhtılaştığını keşfetti. İşte bu, kan gruplarının keşif anıydı.
Çalışmalarda bazı kan gruplarının, pıhtılaşmaya neden olmaksızın güvenle karıştırılabileceği ortaya çıkmıştı. Eldeki veriler üzerinde çalışan Landsteiner, deneklerden aldığı kanları üç gruba ayırabileceğini görerek bunlara A, B ve C isimlerini verdi. C grubu sonradan O grubu olarak adlandırıldı. Birkaç yıl içinde AB grubu ve Rh faktörü adı verilen bir başka grup türü daha keşfedildi. Rh’ın yanına yazılan “+” ve “–” sembolleri, kişinin kanında Rh faktörünün mevcut olup olmadığını gösteriyordu.
Karl Landsteiner bu keşfinden dolayı 1930’da Nobel ödülüne layık görüldü.
A grubundaki hücreler, A grubu plazmayla karıştırıldığında kan akışkanlığını korurken; A grubu hücreler B grubu plazmayla karıştırıldığında pıhtılaşma gerçekleşiyordu. Aynı kural B grubu için de geçerliydi. Öte yandan, O grubu farklıydı. A ya da B grubu hücrelerin O grubu plazmayla karıştırılması pıhtılaşmaya neden olurken, O grubu hücrelerin A ya da B grubu plazmaya aktarılması sorun olmuyordu. Kan naklini tehlikeli hâle getiren de işte buydu. Yani uygun olmayan kan gruplarının birbiriyle karıştırılması sonucunda kanda pıhtı oluşması… A grubu bir kişiye B grubu kan verilirse kan pıhtılaşarak damarları tıkıyordu. Bunun sonucu olarak da şiddetli bir kanama meydana geliyor, hasta solunum yetersizliğinden ölebiliyordu. Landsteiner kan gruplarını oluşturan faktörün ne olduğunu bilmiyordu elbette. Günümüzde yapılan çalışmalar, kanda ABO gruplarını meydana getiren üç tip antijen olduğunu ortaya koyuyor. Bağışıklık hücreleri her bir antijene karşı belli antikorlarla tepki veriyor. İşte bu antikorlar antijenlerin etrafını sararak topaklanmasını sağlıyor. Yani bir antikor, tanımadığı bir antijenle karşılaştığında kan pıhtılaşıyor.
A grubu kana sahip olan bir bireyin kanında A tipi antijenler bulunur. Bu kişinin kanı B grubundan bir hastaya verilirse hastanın kanındaki bağışıklık hücreleri derhâl A karşıtı antikorlar üreterek tepki gösterir. Bu da kanın topaklanmasına, yani akışkanlığını kaybetmesine neden olur. Her kan grubunu bir futbol takımı olarak düşünebilirsiniz. Tıpkı oyuncuların aynı renk formalar giymesi gibi, hücrelerin de benzer antijen kılıflara sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yani hücrenin kılıfında bazı moleküler işaretler bulunuyor ve biz bunlara antijen diyoruz. Bağışıklık hücreleri yabancı formalı bir hücreyle karşılaştığında bunun karşı takımdan istilacı bir hücre olduğuna karar veriyor ve alarma geçiyor. Kullandıkları silahlara antikor deniyor… Antikorlar antijenlere yapışarak onların imha edilmesini sağlıyor.
Bilim insanları, kan hücrelerimizi saran üç tür forma, yani antijen tespit etmiştir. Bunlara A, B ve H antijenleri deniyor. H antijenini beyaz renkli, yani tarafsız forma olarak düşünebilirsiniz. Tıpkı tüm oyuncuların, hangi takımdan olursa olsun içine iç çamaşırı giymesi gibi. Eğer bir oyuncu beyaz forma giymişse, hiçbir takım tarafından rakip ya da istilacı olarak algılanmıyor. Antijenler sayesinde kimin hangi takımdan olduğu, yani dost mu düşman mı sayıldığı anlaşılıyor. Demek ki bedenimizde kimliğe dayalı bir güvenlik sistemi bulunuyor. İşte bu güvenlik sistemine “bağışıklık sistemi” diyoruz. Bağışıklık sistemini, kan alış-verişini kısıtlayan temel neden olarak görebilirsiniz. Yalnızca H antijenine sahip bir kan hücresi (yani beyaz formalı bir hücre) A ya da B grubuna verildiği zaman bağışıklık sistemini tetiklemeyecektir. Çünkü bu benzetmeye göre herkes iç çamaşırı giyer. Dolayısıyla sadece H antijenine sahip olan kan, yani O grubu kan, diğer gruptan kanlarla karşılaştığında sorun yaratmayacaktır. İşte, herkese verilebilen bu değerli kan grubu “O grubu” olarak adlandırılıyor ve “genel verici” olduğu söyleniyor.
AB grubuna sahip bir kanda ise takım oyuncularının (yani hücrelerin) iki farklı forma giydiğini düşünebiliriz. Bu kan grubu, kendi dışında hiçbir kan grubuna verilemez, çünkü her iki antijene de sahiptir. Eğer AB grubu kan, A grubu kanla karışırsa hastanın bağışıklık sistemi B antijenine tepki verecektir. Aynı şekilde AB grubu, B grubuna verilirse bu kez de A antijenine tepki oluşur. Her iki durumda da kan pıhtılaşacaktır. Kan gruplarının tasnif edilmesi, güvenli kan naklinin yolunu açtı. Böylelikle birçok insanın da hayatı kurtuldu. Ancak grupları belirleyen moleküler mekanizmaların, yani antijen antikor ve enzimlerin yapısı sonradan anlaşılmaya başlandı. Kan gruplarının moleküler genetiğinin çözülmesi ise 1990’larda gerçekleşti. Bu tarihlerde araştırmacılar, kan gruplarının oluşmasında ABO adını verdikleri bir genin sorumlu olduğunu keşfetti. Bu gen üzerinde meydana gelen bir mutasyon A antijenini B’ye dönüştürüyordu. Bir başka mutasyon ise her iki antijenin oluşumunu düzenleyen bir enzimin sentezlenmesini engelleyerek O grubunu oluşturuyordu.
Bilim insanları, ABO genini diğer canlı türlerindeki benzer genlerle karşılaştırdı. Laure Segurel ve takımı tarafından Paris Ulusal Bilim Araştırmaları Merkezi’nde insan ABO genini primatlarla karşılaştıran geniş çaplı bir araştırma yürütüldü. Bu araştırmanın sonuçlarına göre, kan gruplarımızın evrimsel anlamda oldukça eski olduğu ortaya çıktı. Örneğin gibonların insanlara benzer A ve B kan gruplarına sahip olduğu anlaşıldı. Sonuç olarak kan gruplarının oluşumunun 20 milyon yıl önce yaşamış olan bir ortak ataya dayandığı konusunda görüş birliğine varıldı. Ancak bazı türlerde farklı mutasyonlar kan gruplarının oluşmasını durdurabiliyor. Örneğin en yakın akrabamız olan şempanzelerde yalnızca A ya da O grubu, gorillerde ise sadece B grubu bulunuyor.
ABO geninin varlığının hangi amaca hizmet ettiği hâlâ bilinmiyor. 1952 yılında Bombay’da bir hastanede, sayıları oldukça az olmakla birlikte, bir grup insanın ABO kan grubuna sahip olmadığı ortaya çıkmıştır. Yani bu insanların kan grubu yoktu. Daha doğrusu, ABO tipi kan grupları yoktu. Bu insanlar ne A, ne B, ne de O grubu olarak sınıflandırılabiliyordu. Görünüşe göre de yaşamlarını ciddi bir sağlık sorunuyla karşılaşmaksızın sürdürebiliyorlardı. Bilim insanları bu tip kana Bombay fenotipi adını vermiştir. Bu fenotipe sahip bireyler, yalnızca kendi aralarında kan nakli gerçekleştirebiliyor, O grubu kan bile onlar için ölümcül olabiliyor.
Bombay fenotipinin varlığı kan gruplarının hayatta kalmamız açısından elzem olmadığını ortaya koydu. Ancak, yine de kimi araştırmacılar, kan gruplarının bazı hastalıklara yakalanma riskini azalttığına dair bulgular elde etti. Örneğin, O kan grubuna sahip bireylerin diğer gruplara göre sıtmaya karşı daha iyi korunduğu biliniyor. Benzer şekilde, turistlik seyahat gemilerinde zaman zaman insanlara musallat olarak iki hafta boyunca şiddetli kusma ve ishale neden olan norovirüs de farklı kan tiplerine farklı etki ediyor. İşin garibi, norovirüsün kan hücrelerini hiç etkilememesi. Yani kan hücrelerine saldırmayan bir virüs, yine de belli kan gruplarına sahip insanları daha fazla etkiliyor. Peki, ama bunun nedeni ne? Araştırmacılar, sadece kan hücrelerinin değil, bağırsak ve sindirim yolu epitel hücrelerinin de ABO antijenleri ürettiği sonucuna vardı.
Büyük ihtimalle, hastalık yapan virüs ve bakterilerle insan bağışıklık sistemi arasında milyonlarca yıldır süren bir savaşın kalıntılarını görüyoruz. Patojenler, bizi hasta etmek için hücrelerimizi oluşturan moleküllerin yapısı ve şeklini tanımaya çalışıyor, bağışıklık sistemimiz ise patojenlerin sahip olduğu molekülleri öğreniyor. Bu savaş karşılıklı bir silahlanma yarışı değil, aynı zamanda bir kimlik gizleme ya da düşmanın kimliğini ortaya çıkarma savaşı da… Yani bir tür istihbarat ve istihbarata karşı koyma mücadelesi. Bu mücadele, milyonlarca yıldır aralıksız sürüyor. Antijen ve antikorların yapısı da evrim sürecinde değişiyor, başkalaşıyor. Tarihin karanlıkta kalmış anlarında kan hücrelerinin kılıflarındaki moleküller, yani antijenler zaman zaman değişmek, başkalaşmak ihtiyacı duymuş olmalı… Tabii bunlar bilinçli yapılmış değişimler değil, rastgele mutasyonlar ve doğal seçilimle gerçekleşen süreçler… Sonuç olarak bizler bugün farklı farklı kan gruplarına sahibiz.