Antik çağlarda gökbilimciler, birbirlerine göre sabit bir konumda duruyor gibi görünen yıldızlarla diğer gezgin yıldızlar arasında ayrım yapabiliyordu. Ayrıca bu sabit gibi duran yıldızların, yani gezegenlerin diğer yıldızlar gibi yanıp sönmediği, parlaklığının yıl boyunca değiştiği ve ekliptik denilen Güneş ve Ay’ın izlediği aynı yolda ilerledikleri de tespit edilmişti.
Böylelikle söz konusu gezegenlere özel bir statü atfedildi ve eski uygarlıklar, çıplak gözle görülebilen bu beş gezegene tanrıları adını verdi. Bugün onları Mars, Venüs, Merkür, Jüpiter ve Satürn olarak biliyoruz. Üzerinde yaşadığımız Dünya hariç diğer gezegenlerin keşfi sırasıyla 1781-1846 ve 1930 yıllarında gerçekleşti.
Gelin hep beraber Güneş Sistemi’mizde yer alan gezegenlerin keşfine bilimin karartılamaz ışığı eşliğinde bir göz atalım.
Merkür
Bir yılı 88 Dünya Günü olan Merkür, çıplak gözle görülebilir ve antik insanlar tarafından binlerce yıldır bilinmektedir. Merkür’ün bir gezegen olduğu, M.Ö. 1000 yılında derlenen Mul.Apin tabletleri adlı bir Babil yıldız katoloğunda belirtilmiştir.
İlk kez 1631’de Galileo tarafından gözlemlendi. Galileo’nun teleskobu gezegenin evrelerini gözlemlemede yetersiz kaldığından, Merkür’ün Güneş’in yürüngesinde döndüğünü Giovanni Zupi tespit etti. 1962 yılında Sovyet bilim insanlarının keşifleri sonrasında Merkür’ün Güneş’e kilitlendiği fikri de ortadan kalktı. Yıllar 1974’ü gösterdiğinde ise Merkür, Mariner 10 Uzay Aracı tarafından ziyaret edildi.
Venüs
Dünya’ya en yakın gezegen olan Venüs, Güneş Sistemi’ndeki en parlak gezegendir ve binlerce yıldır incelenmektedir. M.Ö. 650’de Mayalar, son derece doğru bir takvim oluşturabilmek için Venüs’ten yararlandı. 1610’da Galileo, teleskobuyla Venüs’ü gözlemleyerek gezegenin kalın karbondioksit bulutlarıyla kaplı olduğunu ve Güneş’in etrafında döndüğünü fark etti.
15 Aralık 1970’te Sovyetler Birliği’nin Venara 7 sondası, başka bir gezegene inen ilk uzay aracı oldu. Tüm bu keşifler öncesinde ise Venüs’ün tıpkı Dünya gibi yaşanabilir bir gezegen olduğu düşünülüyordu.
Mars
Adını Roma mitolojisinde savaş tanrısı olan Mars‘tan alan gezegen, eski zamanlardan beri bilinmektedir. 1877’de Giovanni Schiaparelli, gezegenin yüzeyinde gördüğü bazı şekilleri ”Canali” olarak tanımlayarak insanları Mars’ta bir tür yaşam formu tarafından oluşturulmuş kanallar olduğuna inandırdı Bu nedenle Marslı fikrinin ortaya çıkması da kaçınılmaz hâle geldi.
1898’de ise İngiliz yazar H. G. Wells, Dünyalar Savaşı adlı romanında Marslıların istilasını konu alarak Mars ve Marslıların daha fazla konuşulmasına yol açtı. 1965 yılında NASA, gezegenin yüzeyine dair ilk fotoğrafları edindikten sonra 1976’da Viking 1 ve 2 sondaları gezegenin yüzeyine indi.
Jüpiter
Güneş Sistemi’mizin en büyük gezegeni olan Jüpiter, aynı zamanda gökyüzündeki en parlak nesnelerden biridir ve eski Çinlilerden Yunanlılara kadar birçok toplum için büyük bir önem taşımıştır.
1610’da Galileo, gezegenin ayrıntılı gözlemlerini yapan ve onun en büyük dört uydusunu (Io, Europa, Ganymede ve Callisto) keşfeden ilk kişi oldu. 1664’te İngiliz bilim insanı Robert Hooke, Jüpiter’in yüzeyindeki kırmızımsı noktayı gören ilk kişiydi ve bu gözlemi 1665’te Giovanni Cassini tarafından da doğrulandı.
Satürn
Satürn‘ün keşfi, Jüpiter’in uydularının keşfinden bir yıl sonra gerçekleşti. 1610’da Galileo, Satürn’ü gözlemlerken onun sadece bir yıldız olduğunu düşündü. Fakat daha sonra şeklinin değiştiğini fark ederek Satürn’ün halkalarının bulunduğunu tespit etti.
1659’da Christiaan Huygens, daha güçlü bir teleskop kullanarak Satürn’ün ilk uydusu Titan’ı keşfetti. 1671’de ise Giovanni Cassini, gezegene ait dört uydu daha olduğunu ortaya koydu. Bunun yanında A ve B halkalarının arasında bir boşluk yer aldığını da fark etti ve bu boşluğa Cassini Bölümü adı verildi. Bir yılı 29 Dünya yılına eşit olan Satürn’ün ilk fotoğrafı, gezegenin 20.000 km yakınından geçen Pioneer 11 ile çekildi.
Uranüs
Uranüs çıplak gözle görülebilse de, sönük olması ve Güneş’in etrafındaki dönüşünü 84 yılda tamamlaması nedeniyle fark edilmesi zordur. Gezegenin keşfi tıpkı Satürn gibi bir yanlış anlaşılmayla başladı. İlk olarak yıldız olduğu düşünülen Uranüs, 1690 yılında John Flamsteed tarafından gözlemlendi. 1781 yılında William Herschel, Uranüs’ün kuyruklu yıldız olduğunu öne sürse de gerçeği fark etmesi uzun sürmedi.
Uranüs’ün gezegen olduğunu anlayan Herschel, George III anısına ona Georgium Sidus adını verdi. Ama daha sonra Alman Gökbilimci Johann Elert Bode, Uranüs ismini önerdi ve bu isim 1850’de çoğunluk tarafından kabul gördü.
Neptün
Güneş’e en uzak gezegen olan Neptün, ilginç olaylar neticesinde keşfedildi. Uranüs’ün yörüngesindeki düzensizlikler dikkat çekici bulunuyordu. Böylelikle matematikçi John Couch Adams ve Urbain Le Verrier, 1845’te bu düzensizliğin nedeni olarak gezegenin yörüngesine müdahale eden başka bir gezegen olduğunu ileri sürdü. İddia daha sonra 1846’da Alman gökbilimci Johann Galle ve asistanı tarafından yapılan gözlemlerle doğrulandı.
Le Verrier’in hesaplamalarına dayanarak Galle’nin Neptün’ü keşfetmesi, Uranüs’ün yörüngesindeki düzensizliklerini açıklanmasına ve kütle çekim alanında Newon yasalarının doğrulanmasına olanak sağladı.
Bonus: Plüton
Gezegen mi, değil mi tartışmalarının arasında kalan Plüton, 1930 yılında bir gezegen arayışındaki Clyde Tombaugh tarafından keşfedildi. İlk başlarda Tombaugh, Plüton’un bir gezegen olup olmadığından emin değildi ve çeşitli çalışmalar gerçekleştirdi. Sonunda gezegen olduğu doğrulandı ve adını Roma Tanrısı Pluto’dan aldı.
Uzun bir süre gezegen olarak kabul edilen Plüton, 2006 yılında Uluslararası Astronomi Birliği tarafından bir ‘Cüce Gezegen’ olarak yeniden sınıflandırıldı ve gezegenlikten çıkartıldı.