Günlük hayatın sıkıntılarından, savaşlardan, yoksulluktan, çevre kirliliğinden, zulümden ve bürokrasiden bunalınca hepimiz hayal kurarız. Hayal dünyamızın en seçkin köşesi ise, altın çağa özlem duyan İyonya düşünürlerinden bu yana değişmemiştir: Doğanın bağrında, olabildiğince “doğal” bir yaşam. Oysa, tümüyle “doğal” olan doğa öldürücüdür. Şöyle düşünün: İnsanoğlunun bütün üretim araçları ve ürünleri elinden alınsa, teknolojik birikimi silinse, bugün yaşayan milyarlarca kişiden acaba kaçı sağ kalabilecektir?
Bir yaşantı ortamı olarak bizleri imrendiren ve hayallerimizi bezeyen “doğa’nın bağrı”, aslında “doğal” bir doğa değil, terbiye ettiğimiz, kendimize göre biçimlendirdiğimiz bir doğadır. Doğanın bağrına katır sırtında değil, motorlu araçlarla varmak isteriz. Yaralanır ya da hastalanırsak, modern tıbbın olanakları yine de yakınlarda hazır olmalıdır. Bir yerlerden bir elektrik kablosu kıvrıla kıvrıla gelip dağları ırmakları aşmalı ve bize ulaşmalıdır; “doğa” dediysek, herhalde ışıksız kalmak istemeyiz.
Ehlileşmiş olan böyle bir doğa, tıpkı metropollerimiz, sanayi bölgelerimiz ve tarım alanlarımız gibi bir insan ürününden, insanın doğayı kendi isteğine göre biçimlendirmesinden başka bir şey değildir.
İnsan dünyayı kendi isteğine göre biçimlendirirken, fiziksel gerçeklikleri enerji aktarmaları yaparak değiştirir. Doğanın bağrındaki kendi özgün “entropik” akışından koparılan ve biçimden biçime dönüşerek insanın iş nesneleri arasında akan bu enerji, doğal akışından koparılmakla elde edilmiş (yani üretilmiş), herhangi bir gerçeklikte değişikliğe yol açmakla da kullanılmış (yani tüketilmiş) olur.
Doğadan ilk koparıldığı biçimiyle enerjiye “birincil” enerji diyoruz. Kömür, ham petrol, uranyum, akarsu, rüzgar, güneş ışığı, yerkabuğundaki ısı… bunlar ve benzerleri birincil enerji biçimleridir.
Birincil enerji’nin, tüketilebilir biçime sokulması ve tüketileceği yere ulaştırılması gerekir. Oysa en zengin birincil enerji kaynaklarının tüketilebilir ve ulaştırılabilir özelliği yoktur. Ulaştırılabilir ve tüketilebilir enerjiye “ikincil” enerji diyoruz. Birincil enerji biçimlerini kullanabilmek için ikincil enerjiye çeviririz. Elektrik, benzin, bor hidratları… bunlar ve benzerleri ikincil enerji biçimleridir.
Sanayi devrimi enerji devrimidir
Sanayi devriminden önce enerji, esas olarak üretildiği yerde tüketilmek (ya da tüketileceği yerde üretilmek) zorundaydı. Tarımsal üretimde enerji girdileri kol kuvveti ve koşum hayvanlarından ibaretken, insanların ekip biçtikleri tarlaların yakınında yaşamaktan başka seçeneği yoktu. Değirmenler için “orada” olan rüzgarlı tepeler ve akarsular kullanılıyor, eğer yoksa değirmen taşına “orada” beslenen eşekler, öküzler koşuluyordu. Ateş için “orada” kesilen ağaçlar yakılıyordu.
Binlerce yıldır ısı üretmek için kullanılan fosil yakıtların, buhar makinesinin icadından sonra “hareket” (kinetik enerji) üretmek için kullanılabilmesi, dünyanın enerji üretim/tüketim yapısında devrim yarattı. Artık enerji ayrı bir yerde üretilebiliyor (petrol kuyuları, kömür ocakları), rafineri vb. tesislerde ikincil enerjiye çevrilebiliyor (benzin, havagazı), taşınabiliyor ve apayrı yerlerde kullanılabiliyordu (demiryolları, fabrikalar, konutlar).
Elektrik teknolojisinin geliştirilmesi ve ikincil enerji olarak elektriğin kullanılması bu esnekliği pekiştirerek insanlığa yepyeni ufuklar açtı.
Birincisi: Elektrik hemen hemen tüm birincil enerji kaynaklarından kolayca elde edilebilir. Bazılarından ciddi ölçüde yararlanmanın tek yoludur (akarsular, uranyum vb). Bazılarından yararlanmanın ise akılcı olan yoludur. Örneğin kömür, linyit ve doğalgaz gibi şeyler kazanlarda yakılarak milyonlarca insan zehirleneceğine, termik santrallerde asgari kirlenme, azami verimle yakılıp, kentler elde edilen elektrikle ısıtılabilir.
Barışçı ve müreffeh bir toplum
İkincisi: Elektrik her yere iletilebilir, en ücra ve en küçük tüketim noktalarına kadar dağıtılabilir. İş süreçlerinin hem küçük hem de özerk birimlere ayrıştırılmasına imkan tanıyan böyle bir enerji ekonomisi özgürleştiricidir. Leninist “demokratik merkeziyetçi” örgütlenme modeline örnek olarak dev buhar kazanları, çarkları, pistonları ve kayışlarıyla tipik bir 19. yüzyıl fabrikası gösterilmişti. Oysa günümüzün tipik üretim süreçlerinde, iş binlerce küçük ve özerk birime bölünmüştür. Bunu olanaklı kılan şey elektrik motorları, dirençler, transistörler, anod/katod çiftleri, elektronik işlem ve iletişim aygıtları gibi elektrikle çalışan eleman ve cihazlardır. Gerek ekonomide gerekse üstyapı kurumlarında özerklik ve demokrasinin, barışçı ve müreffeh bir toplumun maddi temeli elektriktir. Tanklar benzinle çalışabilir, ama bilgisayarlar asla.
Üçüncüsü: Olası tüm ikincil enerji türleri arasında, iletim ve tüketim sırasında yalnızca elektrik hiç kirletmez. Hafif hidrokarbonlardan oluşan ve “çevre dostu” denilen doğalgaz ve LPG bile karbondioksit salımına ve küresel ısınmaya yol açmaktadır. Oysa elektrik, gazı dumanı olmayan tertemiz bir enerjidir. Yaşanılır bir çevre için en önemli şart, enerjinin tüketim noktalarına (yani insanların yaşadığı ve çalıştığı yerlere) elektrik biçiminde ulaştırılmasıdır.
Öyleyse elektrik üretimine/tüketimine dayalı bir enerji ekonomisi yalnızca ekonomik akılcılık açısından değil, özgür ve insanca bir toplum ve yaşanılır bir çevre açısından da yeğlenmeslidir. Doğal ve toplumsal çevreyi korumak ve geliştirmek istiyorsak birincil enerji kaynaklarını olabildiğince elektriğe çevirerek tüketmeliyiz. Türkiye’nin az çok zengin sayılabilecek birincil enerji kaynakları bellidir: Akarsular, güneş, rüzgar, linyit ve nükleer yakıtlar (uranyum, toryum). Bu kaynakları, özellikle de çok gecikmiş olan nükleer potansiyelimizi bir an önce geliştirmek zorundayız. İklim değişikliğini yavaşlatma ve iklim değişikliğiyle başa çıkma hedefini benimseyen aydınlarımız, bu konuda önyargılara ve içi boş sloganlara itibar etmemelidir.
*Bu yazı ilk kez Radikal2’de yayımlanmıştır.