“Anlayamadığımız şeyler bizim olamaz.” – Goethe
Evren… İnsan düşünmeye ve merak etmeye başladığı günden beri, içinde var olduğu bu uçsuz bucaksız mekânı hep anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştı. Kimi filozoflar, bilim insanları ve astrofizikçiler evreni doğanın denklemsel bir düzeni olarak açıklarken, kimileri de onu bir kaos olarak gördü. Tarih boyunca bu ve buna benzer felsefi tartışmalar hiç eksilmedi; tam aksine elde edilen yeni bulgularla birlikte alevlenerek devam etti. Tüm bunlara rağmen herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir nokta vardı: Evren’in araştırılması gerekliliği… Düşünen, soran, sorgulayan bir tür olarak, içine doğduğumuz bu sonsuzluğu keşfetme uğraşından kaçıp kendimizi küçük dünyamıza hapsedemezdik. Artık biliyoruz ki, eğer vaktinden önce yok olmamayı başarırsak günün birinde bu gezegen bize barınak olma özelliğini yitirecek ve işte o zaman insanlığın geleceği başka gökcisimlerinin üzerinde şekillenecek. Ancak astronomik takvimi baz alacak olursak, bizler henüz yeni ortaya çıkmış minicik bir türüz ve yaklaşık 14 milyar yıllık bu yaşlı ve heybetli kainatı layıkıyla anlayıp kavramaktan uzağız. Ama uğraşıyoruz, elimizden geleni yapıyoruz… Bu yolculukta bize öncülük edense bilimin ışığı ve bilim insanlarının hırsı oluyor…
İşte içinde yedi astronotun bulunduğu ve 63 bin metre yükseklikte parçalanarak Amerika’ya düşen uzay mekiği Columbia, insan ırkının kadim çağlardan beri süregelen evreni anlama ve keşfetme özleminin bir simgesiydi… Ölen astronotların isimleri, “bilim kayıpları” olarak uygarlık tarihimize gözyaşları içinde yazıldı.
16 Ocak 2003 Perşembe günü fırlatılan Columbia uzay mekiği, 1 Şubat 2003’te Dünya’ya dönüşü sırasında atmosferde parçalanarak düştü ve yedi astronot can verdi… Bilimin asla pes etmeyeceğinin güzel bir örneği olarak, bu sarsıcı olaydan tam 12 gün sonra evrende yıldızlar ve galaksilerin olmadığı, sadece küçük ısı farklılıkların bulunduğu zamanları incelemek amacıyla hayata geçirilen Wilkinson Microwave Anisotropy Probe (WMAP) görevi çerçevesinde evrenin yaşının 13.7 milyar yıl olduğu açıklandı. Bu oldukça önemli bir keşifti, çünkü yaklaşık 40 yıldan beri 10 ila 16 milyar yıl olarak tahmin edilen ancak bir türlü netleştirilemeyen evrenin yaşı, sonunda gerçeğe en yakın şekilde hesaplanabilmişti. Yaklaşık 14 milyar yıl… Bir düşünün; milyarlarca gökada, trilyonlarca yıldız, Güneş Sistemimiz, Dünyamız, Ayımız, insanlar, hayvanlar, varsa uzaylılar, kısacası her şey bu zaman içinde ortaya çıktı, yok oldu ya da hâlâ varlığını sürdürmekte…
Peki ama, 13. 7 milyar yıl önce ne vardı? Büyük patlamayı ne tür bir doğal süreç var etti? Başka gezegenlerde de yaşam var mı? Görünen evrenin ötesinde ne var? Evrenimiz daha ne kadar süre boyunca alışılageldiğimiz varlığını koruyacak? Evrenin sonu gelecek mi, gelecekse bu nasıl olacak? Bir gün Dünya’dan kaçmamız gerekirse nereye gidebiliriz?… Bu ve buna benzer sorular, farklı şekillerde de olsa insanlığın aklını hep meşgul etmiş sorulardır. Bu sorulardan daha zor, ama aynı zamanda da daha hayati hiçbir soru yoktur. İşte Columbia, bu sorulara cevap arayışın bir ifadesiydi…
Columbia, uzaya çıkan ilk uzay mekiğidir. 12 Nisan 1981 günü gerçekleştirilen STS-1 (Space Transportation System / Uzay Taşımacılık Sistemi) ise uzay mekiği kullanılan ilk uzay uçuşu olarak tarihe geçmiştir. 12 Nisan 1981 günü Kennedy Uzay Merkezi‘nde gerçekleşen ilk fırlatılışının ardından uzun yıllar boyunca insanlığın hizmetinde çalışan Columbia, toplam 28 görevde kullanıldı. Elbette, bu zaman zarfında gelişen uzay teknolojilerine paralel olarak üzerinde pek çok düzenlemelere de gidildi. Özellikle STS-3 görevi sırasında ortaya çıkan arıza sonucu mekik üzerindeki düzenlemeler ve denetimler sıklaştırıldı. Kimi zaman yaşanan tüm bu aksiliklere rağmen Columbia, insanlığın uzaya çıkıp güvenle geri dönebilmesine yönelik yürütülen çalışmalarda bizlere yeni ufuklar araladı ve gerekli tecrübeler kazanmamıza önayak oldu. Bu bağlamda her Columbia görevi, tarihi değere ve öneme sahipti.
Ne yazık ki bu görevlerin sonuncusu olan STS-107, hiç beklenmedik bir felaketle sonuçlandı ve dünya çapında sarsıcı etkiler uyandırdı. Mekiğin sonu, ABD’nin Irak’ı hedefine koyduğu ve savaş tamtamlarının çalındığı bir zamana denk geldi. Columbia’nın içinde bu kez, uzay tarihinde ilk kez olmak üzere Ilan Ramon adında İsrailli bir astronot da vardı. Uzay elbisesinin üzerinde ülkesinin bayrağı bulunuyordu ve yanında Auschwitz Kampı’nda acılar çekerek ölmüş olan soykırım kurbanı 16 yaşındaki Yahudi ressam Petr Ginz’in çizdiği “Uzaydan Manzara” isimli resmin bir kopyasını taşıyordu… Öte yandan, atmosferde parçalanan Columbia’nın ilk parçasının Teksas’ın Palestine (Filistin) bölgesine düşmesi, Iraklılar tarafından “Tanrının Amerikalılara karşı gazabı” olarak ilan edildi ve hatta İran medyası, ölen astronotlar arasında Ilan Ramon’un adını bile anmadı…
David Brown, Laurel Clark, Michael Anderson, Ilan Ramon, Rick Husband, Kalpana Chawla ve William McCool… Onlar, bilim uğruna yaşamlarını yitiren yüzlerce insandan sadece yedisi. Her zaman yinelendiği gibi, bilimin dini, milliyeti, devleti yoktur. Bilim tüm bu sınıflandırmaların ötesinde bütünüyle evrenseldir ve insanlığın kendisine ait bir değerdir. Bilim insanlarıysa uygarlığımızın geleceğe açılan merdiveninde birer basamaktır ve tıpkı bilimin kendisi gibi onlar da tüm insanlığın ortak değeridir.
Üzerinden yıllar geçmesine rağmen yaşanan bu facia, insanlığın bilincindeki tazeliğini ve önemini asla yitirmeyecektir. Bugün biliyoruz ki gelecek orada bir yerde ve uygarlığımız, bizi geleceğe taşımak için çırpınan, bu uğurda can veren insanların omuzlarında yükselmeye devam ediyor, devam edecek…